30 Mart 2013 Cumartesi

PKK’ NIN DERSİM’ DE OLUŞTURDUĞU YIKIM VE KATLİAMLAR


Dersim’ de 9 Ekim 1993 yılında, 4 TDKP’linin PKK tarafından katledilmesi
PKK her fırsatta, kendileri dışında hiçbir sol örgüte şehirde ve kırda barınma hakkı tanımayacağını ifade ediyordu.Dersim bölge sorumlusu Dr. Baran (Müslüm Durgun) - ‘’Türk soluna mensup örgütler bizim misafirimizdir. Misafirler ev sahibi gibi davranamazlar’’ - şeklindeki ifadeleri yaklaşan katliamın da habercisiydi.

9 Ekim 1993 günü Hozat’ın Tavuk köyü kırsalında kamp halinde olan ve demledikleri çayları içen TDKP gerilla birliği üyeleri, PKK gerilla birliği tarafından basılır ve TDKP gerillalarının kendilerine teslim olmaları ve merkezlerine gelmeleri istenir. TDKP gerillaları bu çağrıyı red ederler, bu red üzerine PKK grup sorumlusu kendi merkeziyle bir telsiz konuşması yapar ve konuşma sonunda PKK gerillaları, TDKP gerillalarını silahlarıyla tararlar.

Bu olayda 4 TDKP gerillası katlediliyor, 2 gerilla ağır yaralanıyor, 2 gerilla da PKK tarafında esir alınıyordu. Katledilenler şunlardı: Yunus Aydar, İbrahim Dışkaya, Hidayet Dumrul, Düzgün Çakmak. Olaylar bittikten sonra köylülerin haber vermesiyle katledilen TDKP gerillarının yanına o bölgede çalışma yapan DEV-SOL gerillaları gelir. Olay yerinde henüz ölmemiş ağır yaralı olan gerillaların birisine tıbbi müdahale yaparlar. Bu tıbbi müdahale edilen gerilla olayların nasıl yaşandığını anlatır.

11 Ekim günü Dersim eyelet konseyi bildirisinde şunlar söyleniyordu:

--‘’Halkın Kurtuluşu (TDKP) mücadelemizin Dersim’de kök salmasıyla devreye sokulan provokatif bir güçtür. Halkımıza ve partimize karşı komploculuktan vazgeçmeleri için defalarca uyarılar yapıldı. Ama dinlemediler. Bu çağrımıza uymayan HK’lilere ateş edilmek zorunda kalındı. Olayda karşı devrimci güçten 4’ü ölürken 2 kişi de esir alındı’’--

PKK tarafından gerçekleştirilen bu kanlı eylemden sonra hemen o gece Hozat’ da protesto gösterileri başladı ve gösteriler, Mazgirt, Ovacık ve Tunceli şehir merkezine de yayıldı ve kitlesel karekter kazandı. Protesto yürüyüşleri esnasında halk da okulları boykot etmiş, kontak ve kepenk kapatarak protesto eylemlerine destek vermişti. Protestoyu yapanla ‘’bunlar devrimci değil’’ diye tepkilerini gösteriyorlardı. Bu tepkiler Dersim dışına da yansımış batı metropollerinde ve Avrupa’da protestolar olmuştu.

Bu olaylar sonunda PKK Dersim eyalet konseyi üst üste bildiri yayınlıyor ve kendisine karşı eyleme geçmiş olan Dersim halkını tehdit ediyordu. Bu olayların hemen ertesinde PKK Dersim elebaşları şu bildiriyi yayınlıyordu:

--‘’Uyarı eyleminden ( katliam uyarı eylemi olarak adlandırılıyor ) sonra polis ve bazı işbirlikçi hainler eliyle kepenk ve kontaklar zorla kapattırılıp, kitle provokasyona çekilmek istenmiştir. Hangi gerekçeyle olursa olsun kontak ve kepenklerini kapatanların tümünü biliyor ve ele başlarını tanıyoruz. Bunlar en sert şekilde cezalandırılacaktır. Çünkü bunu yapanlar polistir. Bu provokatörlerin bir kaçı Hıdır Güyılder, Kemal Özel ve Hüseyin Aygün gibileridir. Bunlar halkımızın gazabından kurtulamayacaktır. ‘’--

Bu bildiride adı geçen avukat Hüseyin Aygün daha sonraları CHP milletvekili olmuş ve bu yıl içinde (2012) Ovacık-Dersim yolunda araçla seyir halindeyken yolu kesilmiş ve dağa götürülmüştür. Bu götürülme öğrenildikten sonra Dersim’li kitlesel bir protestoya yönelmiş, protestolar batının metropollerine ve Avrupa’lara kadar yayılmıştı. Bu protestolar hızla kitleselleşti ve alevi kurum ve kuruluşlarında şiddetli tepkisini çekti. Dersim’li bu kaçırılmayı asla kabul etmemiş, başlattığı protestoları hızla yaymış ve kitleselleştirmişti. PKK gelişen halk eylemliliğinden korkmuş ve ertesi gün Hüseyin Aygün’ü planlanan zamandan erken serbest bırakmıştır. Beklide bu büyük halk hareketleri olmasaydı Hüseyin Aygün’ü serbest bırakmayacaklardı belki de katledeceklerdi.

PKK’nin 9 Ekim 1993 yılında ki kanlı eyleminden sonra TDKP, DEV-SOL, TKP/ML TİKKO’da katliama yönelik eleştiren bildiriler yayınlamıştı.

PKK işte böyle elde edemediği Dersim halkına karşı katliam-tehdit ve terör uygulamarını öteden beri -kurulduğunda bugüne kadar- güçlendikçe hayata geçiriyordu.

PKK Ekim ayında yayınladığı bir bildiride 10 madde alt alta sıralayarak, halkın gazete okumasını, bütün Dersim’de antenleri indirmesini ve televizyon seyretmesini haberlerde dahil yasaklıyordu. Bu tip uygulamalar olsa olsa12 Eylül askeri faşizmi gibi yönetimler altında yada Hitler-Mussoloni gibi faşitlerin yönetimi altında olabilir.

PKK, TKP/ML taraftarı olan bir çok öğretmeni vergiye tabi kılmış, bu vergileri ödemeyen ve kendilerinin TKP/ML TİKKO’ya yardım ettiklerini söyleyen öğretmenleri katletmişti.

Devrimci-sosyalist olan ve Kaypakkaya’lar dönemide dahil, yıllarca dağlarda yaşamış tek başına silahıyla direnmiş olan (ŞEHİRDE DE MÜCADELE ETMİŞ, PKK’NIN İLK KURUCULARI ARASINDA YER ALMIŞ) Kamer Özkan kandırılarak 30 Ekim 1993 yılında Gömemiş köyünden GÖRÜŞELİM diyerek alınarak katledilmiştir.

PKK Seyit Rıza’nın torunu Ali Rıza Polat’ ı önce Dersim’den sürgün etti, sonra geri çağırıp tahminen 1986 yılı sonlarında Yenisöğüt köyünde katletti ve bu katletmeyi 12 Ağustos 1987 tarihli - ‘’serxwebun’’ - yayın organında açıkladı. Ali Rıza Polat, Seyit Rıza’nın öz torunudur. Yine Ali Rıza Polat’ın damadı olan Süleyman Yıldırım’ ı İksor köyünde katletti. Sebebi bir türlü anlaşılamayan bu cinayetler hala esrarını korumaktadır. Seyit Rıza’nın heykelinin önüne koşan ve ona - ‘’pirimiz’’ - ‘’önderimiz’’ diyen PKK’lılar onun ailesini de yok yere acımasız olarak katlediyorlardı.

PKKde Dersim ve Dersim’li düşmanlığı bitmez.Cinayetler, katliamlar çok hangisini sayalım ? Dersim’lileri kişilik çözümlemesine tabi tutan Öcalan, onların silahla-terörle düşürülmesi gerektiğinin teorisini yapar. Dersim’linin duruşu onlara göre suçtur suçda cezalandırılmalıdır.

Halka dönük olarak gerçekleştirdiği saldırılarla - ‘’sizi bizden kimse koruyamaz’’ - mesajını veriyor ve bizzat Öcalan’ın - ‘’Dersim’e silahlarla diz çöktürme’’ - projesi uygulanmaya çalışılıyordu. - ‘’Dersim’in kaybedilmesi Kürdistan’ın kaybedilmesidir’’ - diyen Öcalan özellikle 1993 den itibaren Dersim’e büyük bir askeri yığınak yapmış ve Dersim’i - ‘’silahla ıslah etme’’ - yolunu seçmiştir. Devletle PKK arasında tercih yapmaya zorlanan halk, örgütün yanında olsa devlet, devletin yanında olsa örgüt tarafında göçe zorlanıyordu. Halk da çaresiz kaldığında her iki tarafı kabul etmeyerek köyleri terk ediyor ve batının metropollerinde kenar mahallere yerleşiyordu. Yada batının kırsal alanlarında, çiftliklerde, damlarda, tarlalarda çalışmaya yöneliyordu.

PKK ve Öcalan Dersime askeri yığınak yaparak halkı katlederek kazanmak ister. Bu yığınaklarda işe yaramaz ve Dersim’li bir türlü istenilen Kürtlük çizgisine yanaşmaz. Böylece PKK da baskıyı daha fazla arttırmak ister bu baskı ve katliamlarda yetersiz kalan Dersim Eyalet komutanı Dr. Baran, Öcalan’ın özel kuvvetlerince öldürülür ve intihar süsü verilir. Dr. Baran’ın ( ÖCALAN’IN ÖZEL HAREKAT BİRLİĞİ TARAFINDAN) infaz edilip öldürülmesinden sonra Öcalan’ın katliam-terör politikaları halka karşı uygulanmaya çalışılır. Gerçekten de bir çok köye baskın yapılır ve bir çok kişi katledilir. Ancak çok istedikleri Dersim halkına diz çöktürüp saflarına kazanamazlar.

Kör Cemal (Halil Kaya), Terzi Cemal (Ali Ömürcan), Hogir (Cemil Işık) gibi PKK kadroları, Öcalan’ ın Bekaa da ki özel eğitimiyle ve yanlarında oluşturulan özel birlikleriyle, Botan ve çevre illerde köy baskınları yapmış, halk kitlelerini katletmişti. Bu kişiler
( ÖCALAN’IN ÖZEL HAREKAT BİRLİĞİDİR ) 1990 öncesi PKK’nın gözde kadrolarıydı. Bu eylemleri Öcalan savunmuş aynı eylemleri yapmakta yavaş davranan önceki birlikleri eleştirmiş, ‘’bakın eylem nasıl yapılır’’ diyerek yermişti. Bu kanlı eylemleri yapanların başında olan adamları yükseltmiş ve merkez komitesine atamıştır. Söz konusu komutanlar çok geçmeden ‘’hain’’ - ‘’ajan’’ - denilerek katledilecektir. Onların hikayelerini Şükrü Gülmüş, Selim Çürükkaya, Şemdin Sakık gibi eski üst düzey kadrolar baştan sona açıkladılar.

Öcalan’ın özeliğidir PKK’ da çok öne çıkanı, rakip olabilecek olanı, yada kendisinden övgüyle söz ettireni birkaç yağcı-yalaka hariç fazla yaşatmaz. Başa dönersek burada da Öcalan’ın taktiği aynı - ‘’Kürt halkına silahlarla diz çöktürme’’ - taktiğiydi. İşte benzer taktiği bir çok yerde yaptıkları gibi hizaya gelmeyen - ‘’hain’’ - ‘’ajan’’ - ’’kemalist’’ - gördükleri Dersim halkına karşı uygulamaya sokmuşlardı.

Burada asıl hedef bu tür eylemlerle halkın sıkı bir şekilde vergiye ve zorunlu askerlik uygulamasına tabii kılınmasıydı. Karşı gelenlerin özel oluşturulan eğitimli elemanlar, özel kuvvetler tarafından yok edilmesi ve halkın diğer katmanlarına bir ders verilmek istenmesiydi.

Kemalist deyip Dersim halkını iter-kakarlar. Halbuki Öcalan yakalandığı zaman hizmet etmek istiyorum, eğer fırsat verirseniz iyi bir şekilde hizmet ederim, annem de Türk’ dür demiş ve kendisinin daima Mustafa Kemal Atatürk’ ü örnek aldığını yazılı ifadelerinde baskı görmeden açıklamıştır. Ama bu Öcalan hayranları Dersim halkına Kemalist deyip hakaret etmeyi bırakmazlar, Öcalan’ ın söyledikleri karşısında sus-pus olurlar.

Bakın Öcalan yakalanınca kısaca neler söylemiş ?

Karşısındaki yüzü kar maskeli özel savaş elemanın “Memleketine hoş geldin” sözlerini
yerleşik kurallara göre yanıtladıktan sonra, “FIRSAT VERİLİRSE HİZMET ETMEYE HAZIRIM” – ‘’ANNEM DE TÜRK’TÜR’’ - diyor.
Özel savaş elemanı Öcalan’ın “HİZMET” sözünden neyi kast ettiğini hemen test
etmeye çalışıyor, ama acele ediyor, Öcalan “konuşma” kararını vermesine rağmen henüz
sorulan sorulara istenilen yanıtı vermiyor. Daha sonra her şey çorap söküğü gibi
gidecek....

22 Mart 1999’da Öcalan, DGM Başsavcılığına bir dilekçe yazdı. Bu dilekçede,
bir çok noktada, daha önceki ifadelerinde eksik bıraktığı konularda ifade vermek istediğini
belirtiyordu. Yeniden ifade verme işi nereden çıkmıştı, hukuksal prosedürde
böyle bir şey yoktu. DGM Başsavcılığı ilk ifadesini zaten almıştı, yeni bir ifade neyin
nesi olabilirdi? Elbette burada farklı bir durum vardı, bunun içeriği ifadeyle birlikte
netleşecekti.

“İfademin alınması süreci hem benim için hem Türkiye için çok önemlidir. Geçen defa ifadem alınırken zamanın kısalığı ve yorgun olmam sebebiyle bazı konuları açıklığa kavuşturamadım.Evvela kendi durumunu ele alayım. Ben sorgulanırken kendi kendimi de sorguladım.” Öcalan böyle başlıyordu ifadesine, 3 Nisan 1999 tarihinde karşısında duran DGM savcılarına bu sözlerle ifade vermeye başlıyordu.

“Benim bugüne kadar Atatürk'e karşı Türk ulusu ve bayrağı aleyhine bir sözüm olmamıştır. Söylediklerim eleştiri mahiyetindedir. Atatürk'ü küçük düşürücü sözlerim yoktur. Atatürk'ün önderlik hususlarını takdir ettim. Bugüne kadar da kendime rehber olarak kabul edip, uygulamaya çalıştım. Son HADEP genel kurul toplantısında Türk bayrağının indirilmesini de ilk kınayanlardan biri de benim, bu konuda MED TV’de konuşmalarım çıkmıştır. Yakalandığımda da Türk bayrağına saygımı öperek gösterdim, bu konudaki suçlamaları kabul edemem”

Öcalan bu tarihi teslimiyet ve tasfiye belgesini şu çarpıcı sözlerle noktalıyor:

“Yukarıda açıklamaya çalıştığım hususlar samimi duygularımdır. Amacım ülkemizi ve devletimizi daha da güçlendirmek ve yardımcı olmaktır. Kişisel hiçbir beklentim yoktur. İmkanlar tanındığında gerekli bilgiyi verip örgütü yasal çizgiye çekmeye hazırım dedi. Bu konuda devletimizin de üzerine düşeni yapması gerekir. Devletin üzerine düşen iç barışı sağlayabilmek için gerekli olan yasal düzenlemeler yapmaktır. Bunların başında af yasası dağda ve cezaevinde olanlar için onların topluma karışmalarını sağlayacak bir af yasası gelir. Ben bu konuda üzerime düşen her türlü katkıda bulunmaya hazırım, bize bağlı halkım ve örgütümü demokratik devletin ve ülkemizin hizmetine uyumlu hale getirmeye imkan ve güce sahip olduğumu söylüyorum, tüm gücümle bu yönde çaba harcamaya hazırım”

Devamla şöyle demiş:

“Tüm uluslararası alanın dikkatini de göz önüne alarak, yakalandığım günden barış için
yaşayacağım sözünü verdiğim günden bugüne kadar kaba bir baskı, söz düzeyinde hakaret ve işkence görmediğimi belirtmek istiyorum. Bu bağlamda, demokratik cumhuriyet ekseninde, barış ve kardeşlik için DEVLETİN HİZMETİNDE çalışma isteğimi, kararlığımı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu konuda gösterdiği saygılı yaklaşımın bir gereği olarak ben de bu düzeyde kararlılığımı saygı ve şükranla belirtmek istiyorum. Ayrıca yakalandığımda uluslararası devletlerden başta Yunanistan olmak üzere, Rusya ve kısmen İtalya, bunlar uluslararası hukuk kurallarını yerine getirmemiştir.Tamamen korsanvari yöntemlerle yakalanmamda rol oynamıştır. Bunu protesto ediyorum.Ayrıyeten barış ve kardeşlik için yaşamam gerektiğini söyledim. Savunmamı mahkemede dile getirmeyi,yine tarihi bir görev biliyorum. Sayın saygıdeğer tüm şehit aileleri için kısa bir açıklama yapmak istiyorum. Kendilerinin yaşadığı üzüntüyü, acıyı yürekten paylaşıyorum. Bundaki sorumluluk payımdan üzüntü duyuyorum. Hakikaten bir toplumsal yaradan kaynaklanan kanın durması barış için elimden gelen çabayı göstereceğim sözünü veriyorum. Saygılarımla, efendim.”

Öcalan ifadelerinde açıkça DEVLETİN, KEMALİZMİN, EMPERYALİZMİN hizmetinde olduğunu söylüyor. Bu ‘’HAİN’’ – ‘’DÖNEK’’ – ‘’AJAN’’ - olan bir dediği bir dediğini tutmayan sahtekar adamlarla ittifak yapan ve devlete, kemalizme, emperyalizme karşı olduğunu söyleyenler buraya dikkat etmek zorundadırlar.

İşte PKK’ nin Dersim’de halka karşı bu katliamlarının bir kısmı şu köylerde yaşanmıştır :

-Dersim/merkez/Çıralı köyü katliamı. Burada halktan üç kişi alınmış ve köy dışına götürülerek katledilmiştir.9 Ağustos 1987

-Dersim/merkez/Uzuntarla köyü Tarlabaşı mezrası katliamında Esra ailesi olduğu gibi katledilmiştir. 17 Kasım 1992

-Dersim/Mazgirt/Bağın(dedebağ) köyü katliamı, köy halkına karşı yapılan saldırıda 7 kadın, 1 çocuk, 4 erkek 12 kişi katledilmiştir.22 Ekim 1992

-Dersim/Çemişgezek/Güneybaşı köyü(Setirge) katliamı. PKK grubu köylüleri köy meydanına toplayarak hep yaptığı gibi bir propoganda yapmış sonrada bu halkın üzerine ateş açarak katletmiştir. 15 Ağustos 1993

-Dersim/merkez/Pirinçli köyü katliamı. Lojmanda kalan öğretmenleri bir araya toplayan PKK bir süre propoganda yapar ve ardında bu öğretmenlerin hepsini katleder. Olayda 4 öğretmen katledilmiştir. 7 Ekim 1993

-Dersim/Çemişgezek/Doğan köyü katliamı. PKK güçleri burada TKP/ML TİKKO taraftarı olan Murat Kahraman’ı 9 Ekim 1993’ de kaçırarak günlerce işkence yapmış ve işkencelerden kaçarak kurtulan Murat Kahraman’ın ailesinin tamamını köydeki evlerinin önünde katletmiştir. Ailenin evleri, damları, samanlığı, hayvanlarıyla birlikte yakılmıştır.

-Dersim/merkez/sarıtaş/Darıca mahallesi katliamı. Yol keserek halkın parasını alan PKK’liler 7 kişiyi yanlarına alıp götürmüşler ve katletmişlerdir. 20 Nisan 1994

-Dersim/Çemişgezek/Ulukale köyü katliamı. Baskında 7 kişi katledilmiş, 2 kişi yaranmış, 24 ev iki dükkan ateşe verilmiştir. 9 Eylül 1994

-Dersim/Mazgirt/Darıkent beldesi katliamı. Burada görevli olan 6 öğretmen lojmanlardan çıkarılarak katledilmişlerdir. 11 Eylül 1994

-Dersim/Merkez/Sağman köyü/Arılar mahallesi katliamı. Köy münübüsünü durduran PKK’liler halktan 9 kişiyi katletmiş 2 kişiyide yaralamıştır. Katledilen kişilerin üzerindeki kıymet edecek eşyalarda alınmıştır. 3 Haziran 1998

-Hozat ve Çemişgezek çevresinde Ekrem ve Koçer kod adlı PKK yöneticileri halka karşı katliamlar gerçekleştirirken, Ovacık tarafında da İsak kod adlı PKK yöneticisi bu katliamları gerçekleştiriyordu. Işıkvuran, Aktaş, Mansura köylerinden silah zoruyla götürülen 6 gençten dördünün fırsatını bularak kaçmaları ve TİKKO birliklerine katılmalarının ardından, söz konusu köylere baskınlar düzenleyen PKK’lılar, bu kaçan gençlerden ikisinin evlerini yakmış, çareyi kaçmakta bulan ailelerin mal ve davarlarına el koymuş, diğer ikisinin evlerinden ise kaçanların yerine ikişer kardeşlerini rehin alarak götürmüş ve kaçanların geri gelmemeleri halinde bunların - ''ÖLDÜRÜLECEĞİ’’ - söylenmiştir. Ovacık’da bundan başka Burnak, Yoncalı, Mamkirek köylerinden olduğu gibi bütün Dersim’de benzer kaçırma olayları yaşanmış ve halk köyünde, evinde tarlasında katliamlarla karşı-karşıya bırakılmıştır.

Böyle şiddet-katliam ve terör karşısında kalan malını-mülkünü-davarını kaybeden halk sürekli bölgeden göç etmiş ve Dersim insansızlaştırılmıştır. PKK ve Öcalan - ‘’Dersim kişiliği’’ - deyip aşağıladığı, düşürdüğü, suçladığı Dersim’lileri böyle katliamlarla yola getirmeye çalışmıştır.

Pülümür ilçesi yoğunlukla arıcılık yapmaktadır ve arıcılıkta diğer köy işleri gibi değil çok maşakatlıdır. Bazı yıllar kazanç değil zarar bile ettirebilir. Arıcılar kovanlarını götürüp kurdukları köylerden işleri ters gidebiliyor ve sezon sonu köy muhtarlarıdan yol parası dilenerek memleketlerine dönebiliyorlar. Bu arıcılara dayatılan zorunlu vergiler yüzünden arıcılık yok olmaya başlamış ve arıcılar Pülümür’ ü terk etmek başka illerde arıcılık yapmak zorunda kalmışlardır.

Aslında arıcılık üretimini faşist devlette teşvik ediyor bazı desteklerde veriyordu. Eğitim verme, kovan verme, arıları ölen arıcıların kayıplarını telafi etme gibi. Arıcılık konularında akademik düzeylerde araştırma-geliştirme yapıları oluşturuyordu. Arıcılık gerçekten de sadece Pülümür'de değil yurt genelinde desteğe ihtiyaç duyuyordu. İsteyen arıcılara hibe yardımları yapıldığı gibi kredi yardımları da yapılıyordu. Bu kredi almış olan arıcılar mutlaka borçlarını kazanıpta ödemeleri gerekiyordu. Benim bizzat bildiğim akrabalarım kovanlarını Pülümür' den alarak Hatay-İskenderun taraflarına gidip, oralarda elde ettikleri balı batı Anadolu'da okuyan çoçuklarının geçimi sağlamak için gönderiyor, hem de aldıkları kredileri geri ödemek için gayret gösteriyorlardı. PKK'nın olduğu yere çakılıp kalsalar ne kredilerini ödeyebilecekler, ne de çocuklarını okutabileceklerdi.

AB ülkelerine gönderdiğimiz ballarda ilaç kalıntısı var diye geriye gönderilmişti. Bu geriye gelen ballar iç piyasaya sürülüp tüketilmeye çalışılmıştı. Halbuki Pülümür gibi yerlerde çok kalite bal elde ediliyordu. Arı doğal olan, tarımın pek olmadığı, tarımsal ürünün ilaçlanmadığı bir flora ortamında çalışıyordu. Haliyle buralardan elde edilen balda ilaç kalıntısı ya hiç olmuyor yada çok düşük seviyede arıcının arı sağlığının korunması için verdiği ilaçlardan ibaret kalıyordu. Dolayısıyla bizler için en sağlıklı balı elde etme, en kalite balı elde etme imkanı vardı ama dağda-bayırda yaşanan çatışmalar ve bu çatışan güçlerin dayatmaları arıcılığı yapılamaz hale getiriyordu.
Arıların yok olması insanlarında yok olmasıdır. Çünkü doğadaki bitkisel ürünün çiçek aşamasında döllenmesini sağlayan arıdır. Arılar olmasa doğada-bitkide döllenme gerçekleşemez ve insanlar ihtiyacı olan besinleri elde edemezler, hele hele Dünya nüfüsu bu rakamlara ulaşmışken.

Yapılan işlerin en vahimi TIR’ ları, iş makinalarını, iş sahalarını, okulları da yakıp-yıkarak Dersim’in ükenin en düşük olan ekonomisinin daha da aşağıya çekilmesiydi. Bunların hepsi Dersim’in insansızlaşmasına yol açıyordu.

Son derece yoksul olan halkın vergilerle boğulması, zorunlu askerlik uygulaması yapılması, tepkiler gelince yada zorla asker ettikleri kişiler kaçınca böyle halka ve köylere karşı katliamlar yapmaları, yakıp-yıkmaları kabul edilmemiş ve halkın da tepkisini çekmiştir.

PKK kendisine inanarak katılmış bir çok Dersim’liyi, hatta üst düzeyde görev yapmış olan kişileri bile işkence-sorgu gibi uygulamalar da yaparak katletmiştir. Bunlarda düşman tarafında vuruldu diyerek çarpıtılmaya çalışılmıştır. PKK’nın kendi içinden ayrılan ve yaşadıklarını kaleme aşan üst düzey yöneticiler de bu yaşanan kanlı olayların olduğunu onaylamaktadır.

Dersim halkı önceleri sessiz kalmış olabilir ama 2011 yılındaki referandum ve genel seçimlerdeki tavrıyla gidişatı sevmediğini, Dersim’de PKK’ nın yarattığı olayları onaylamadığını gösterdi. Dersim’ de yaşanan dünya kadar olay Dersim’liyi köyünde-şehrinde çok rahatsız etti, bundan sonra PKK çevrelerine destek vermeleri zor görünüyor. Öcalan devletle anlaşıp silahları teslim ederse bu PKK’lı kanlı katiller halk arasında elini kolunu sallayarak biraz zor dolaşırlar.

2011 genel seçimlerini Dersim’de ağır bir şekilde kaybeden PKK/BDP/KCK/HDK bloğundan, kendisine APO’cuyuz, PKK’cıyız diyen kişiler, Dersim halkına yönelik ağır suçlamalar yaptılar. Bu kendini bilmez densizler Dersim’de kendilerine oy vermeyen ve kaybettiren seçmeni, RUS PİÇİ ve 1938 soykırımında TC askerleri tarafından tecavüze uğramış piçler olarak adlandırdılar. PİÇ oldukları için PKK ve Kürtlere oy vermemişlerdi. Bu söylemi PKK’nın yayın organlarında kendi aydınları ( Kahraman????? ) tarafından da yazılarak Dersim halkı ağır bir şekilde rencide edilmişti. Jarudiyar bu konu hakkında eleştiren, tepki gösteren bir yazıyı yayınlamıştı. Kısaca PKK ve çevresindekiler yaptıklarıyla battıkça-batıyorlardı.

İnternet-sosyal medya ortamında gezen ve kendilerini PKK' lı gösterip halkı konuştuğu için, eleştirdiği için tehdit eden bu hainler ne yazık ki kendisine ''KOMİNİST'' diyen sahtekarların desteğini de almışlardı. Bu yapılan alçaklıklardan ''EN KOMÜNİST'' olan ve PKK ile ittifak yapanlarda suçludur. UKRAYNA - KİEV yakınlarında BABİ YAR denilen bölgede gerçekleşen katliamda bir uçurumun başında çırılçıplak soyundurulmuş, üzerindeki eşyalarına el konulmuş, TECAVÜZ EDİLMİŞ ve NAZİLER tarafından uçurumdan aşağıya doğru atılarak katledilmeyi bekleyen YAHUDİ kadınlarının resimlerini Dersim katliamının resimleri diye yayınlamaya çalıştılar. Bizim yaptığımız örgütlü çalışmalarımız sonunda rezil oldular ve o resimleri teker-teker kaldırmak zorunda kaldılar. Onlara inanan ve ittifak yapan Türk sosyalistleri de bu resimleri Dersim' e ait diye paylaşmaya çalışmıştı. Aslında bunu ısrarlar sanal ortama süren ve paylaşılmasını isteyen PKK' li hainler Dersim halkını o şekilde tecavüze uğramasını istiyordu. Bu PKK/BDP/KCK/HDK bloğuna oy vermeyen Dersim halkına karşı sürdürülen yıpratma-rencide etme, intikam alma faaliyetiydi............... DERSİM HALKININ BİR ANLAMDA TECAVÜZ ARTIĞI BİR HALK OLDUĞUNU İSPATLAMAYA ÇALIŞIYORLARDI.............. Bunlarla o zamanlar çok tartıştık, etkiledikleri sol-sosyalist-komünist geçinen zavallılarla da çok tartıştık ve sonunda halkımıza karşı örgütlenen kara propagandayı önledik.

Dersim dağlarında süren bu savaş Dersim’ linin savaşı değildir. Dersim’ li Kürt değildir, Dersim’ de Kürdistan değildir. Dersim halkı kendisine Kırmanc-Dımıli-Zaza diyen halk gruplarının soydaşı-bileşenidir. Dersim halkı, mücadelesini bu halk gruplarıyla birlikte ve şiddet içermeyen barışçıl-demokratik yollarla vermelidir.

Sonuç :
PKK ve Öcalan’ın Dersim’ liyi, - ‘’Dersim kişiliği’’ - ‘’kemalist’’- ‘’hain’’ - diyerek, kendi tabirleriyle - ''çözümleme'' – yada - ''yoğunlaşma'' - adı altında eleştiren - yeren - düşüren ve suçlu ilan eden, ardından - ‘’ sizi bizden hiç kimse koruyamaz’’ - mesajını veren ve - ‘’Dersim’ e silahlarla diz çöktürme’’ - projesi, esasında Dersim halkının asimilasyon, inkar ve imha projesidir. Geçmişte Dersim’ linin yaşadığı 1938’ in başka biçimde tekrarıdır.

______________________

PKK BİR TARAFTAN DERSİM'LİYİ ELEŞTİRİP SUÇLU İLAN EDER AMA KENDİ YAPTIKLARINA PEK BAKMAZ, İŞTE PKK'NIN KİMİN SERMAYESİYLE KURULDUĞUNU AÇIKLAYAN SATIRLAR...
EK=I

KENDİ AĞZINDAN ÖCALAN’IN KURULUŞ YILLARINDA MİT’LE İŞBİRLİĞİNE İLİŞKİN İTİRAFLARI-I

Öcalan’ın MİT’le kurduğu, -‘’müthiş’’-‘’şahane’’-‘’taktik’’-‘’tarz’’- dediği ilişkilerinin kendi ağzından itirafları
(..............)
-“Asıl amacım, devrimci bir Kürdistan grubu ortaya çıkarmak“-(1).
(.............)
-“1975‘lerde Kürdistan adına devrimci bir grup kurmak, tarihin seyrini değiştirecektir ve benden başka bu işe el atacak adam yoktur“ -(2).
(.............)
-“Çıkış yapmaya çalışırken devlet adına hareket eden kişilerle (Öcalan burada Pilot Yüzbaşı Necati ve kendi eşi Kesire gibi isimlerden sözediyor) ben son derece iyi geçiniyorum. 1994‘te gazetelerde çıktı, güya ‘Apo’yu MİT Kürdistan’a göndermiş‘ diye bir haber vardı. Bu aslında devletin içindeki odakların birbirlerini suçlama için söyledikleri bir sözdür. Aslında gönderme değil de onların elindeki ilişkilerdir...“-(3).
(.............)
-“Kadın dersen kadın, para dersen para! Apartman dersen apartman al; ye, içinde yat! Ben de bu noktada, tam bir paşa oğlu gibi davranıyordum...Burjuvaziyi nasıl çalıştırıyorum? Sonradan o Uğur Mumcu’nun başını götüren, işte açmaya çalıştığım bu ilişki tarzıdır. 1976, 1977 ve 1978 döneminde onları, devleti çalıştırıyorum ve hareket yürüyor.“ -(4).
(...............)
-“Ankara’dayız. 1976-77-78‘i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı yapabilir miyiz?“- (5).
(...............)
-“Devlet, para ve kadın yoluyla beni tutabileceğine 1977-78 ve 79‘un başlarına kadar tam inandı diyebilirim. Bu, devleti yanlış bilgilendirme oluyor. Tarihteki en büyük hatasıdır..“- (6).
(.............)
-“Ben devlete 1966‘dan itibaren maddi olarak dayanmışım ve ancak 1977-1980‘lerde kopuşa gideceğiz (Öcalan bu ifadelerine göre PKK 1980‘lerde TC ve MİT’ten bağımsızlaşmıştır. Ama bu doğru bile olsa bu kez de onu ve partisini Suriye devleti ve istihbaratı ile kader birliği içinde görüyoruz).“ -(7).
(.............)
-“TC şimdi kavramıştır, ama çok geç; artık iş işten geçti. Verdiğimiz görünüm; Ankara’da kalıp grupçuluk yapacağız; bir yayın çıkaracağız, bir de yayın dükkanı kuracağız. Yine bayan (kasıt Kesire’dir) özel ilişkiyle bağlamış. Devlet daha ne istiyor? O, günlük rapor alıyor; ‘kucağımızda!‘. Kendimi dört dörtlük devlete bağlamış oluyorum. Uğur Mumcu’nun dile getirmek istediği olay biraz da budur: ‘Apo’yu MİT mi besledi?‘ diye soruyor. İşte biz kendimizi MİT’e böyle beslettirdik. Güvenliğimizi sağlattırdık, paralarıyla grubumuzu finanse ettirdik, evlerinde en önemli toplantılarımızı yaptırdık ve o entellektüel gücünü de biraz kullandık. Bazı ilişkilere öyle uzandık ve zamanında sıyırdık...“- (8).
(.............)
-“Taktik gerçekten şeytanın bile çok üstündedir. Gidin MİT’e nasıl olduğunu söyleyin, şaşıracaktır. ‘Bizi inandırdı‘ diyecektir, hatta ‘Uyuttu bizi‘. İşte üstünlük burada“ -(9).
(..............)
-“Başka türlü hiçbir Kürt partisi oluşamaz...Yöntem değiştiriyorum, taktik yaratıcılık diyorum buna“- (10).
(..............)
-“Çok ilginç, devletin iki yanını nasıl kullanıyoruz. Sanırım MİT bunları duyduğunda hem kahkahadan patlıyor, hem de öfkesinden boğuluyordur. D... Arkadaş vardı, 1979‘daydı galiba, beni yakaladı. Anlattıklarına göre MİT başını dövüyor, ‘bu yüzde yüz kucağımızdaydı, biz bunu nasıl kaçırdık‘ diyormuş.“-(11).
(..............)
-“Kim kimi yanilttı?... Düşünün, devlete Kürt partisi kurduruyorum. Uğur Mumcu....dedi. Doğrudur, bu da doğrudur. Biz devrimci Kürt partisini (yani PKK’yı) nasıl MİT’e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de (şimdi işte içinde olduğumuz bu Güney’deki devlet) Türk devletine dayandırarak kuracağız. Yazdı adam, başka çaresi yok. Taktik buraya getiriyor. Taktiğin üstünlüğü burada.....Pilot ne diyordu: ‘Abi sen ne yapıyorsun?‘. Günün yirmidört saatinde bilgi istiyordu. Ben de hepsini veriyordum...“ -(12) .
(..............)
-“Ankara’yı böyle 1979‘a kadar oyalamak büyük bir taktikti. Hem de grubu bütünüyle onların olanaklarına dayandırmak...“- (13)
(.............)

1- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 116
2- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 92
3- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 112
4- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 110-111
5- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 111
6- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 114
7- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 93
8- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 97-98
9- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 115
10- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 116
11- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 114
12- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 118
13- Devrimin Dili ve Eylemi Ağustos 1996 Serxwebun Yayınları Abdullah Öcalan sayfa: 123

EK=II
KENDİ AĞZINDAN ÖCALAN’IN KURULUŞ YILLARINDA MİT’LE İŞBİRLİĞİNE İLİŞKİN İTİRAFLARI-II
YALÇIK KÜÇÜK VE MAHİR SAYIN’IN ABDULLAH ÖCALAN'LA YAPTIKLARI RÖPORTAJLARDAN

(…………..)
Yalçın Küçük=Pilot da mı bu dönemde devreye giriyor ?

Abdullah Öcalan=Evet ismi Necati Kaya’dır.Ağrı’lıdır. Gerçekten çok sıkı örgütlenmiş bir Kürt, çok iyi bir pilot, çok cesur, fiziki olarak çok güçlü ve değişik biriydi. Ve uçak pilotuydu.

Yalçın Küçük=Türk Hava Yolları’nda mıydı ?

Abdullah Öcalan=Hayır Türk Hava Kuvvetleri’ndeydi. Subaydı yanıma geldi ve ‘’Beni Kürt olduğum için görevden attılar’’ dedi. Ama gerçekte atılmamıştı, aslında içimize sızmak için o görüntü veriliyordu. Siyasala’a tekrar en yüksek puanla girip kayıt yapırıyor ve biz de orada arkadaş oluyoruz. Bu da biraz para gücüyle, ev bulma gücüyle bizi biraz kontrolüne almaya çalışıyor.İşte bizim ilişki için de, ‘’Abi ben altın alayım, ev bulayım’’ diye katkısını sunmaya çalışıyor. Kısaca o da biliniyor. Şimdi 77 bu anlamda hayli dalgalı ve maceralı bir yıl oluyor. İşin içine devlet iyice giriyor.

Yalçın Küçük=Siz Kesire’yle o zaman bir ev tuttunuz mu ?

Abdullah Öcalan=Hayır öyle arkadaşlardan ayrı yaşadığımız bir ev yoktu. Ancak çok sayıda evimiz vardı. Orada görüşülüyordu. Ayrıca pilot bir ev tutmuştu, onun da evine gidiyorduk.Hatta 1977’de 1 Ocak toplantısını onun evinde yaptık. Bizim en kapsamlı ve ciddi bir toplantımızdı.

(…………)
MİT beni kontrole almaya çalışıyordu. Bu kesin. Pilot var, bu kesin.
(………..)

Ailesi (Kesire’nin babası), Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gidiyordu. Babasının onlarla ilişkisi vardı.

Yalçın Küçük=Bu Kesire hanım o sırada nerede öğrenciydi ? O da sizin grupta mıydı ?
Abdullah Öcalan=Baın Yayın okulundaydı. Biz onu gruba çekmeye çalışıyorduk; CHP gelenekli bir aileden geliyordu. Ailesi 25 lerden beri Kemalizme yatmış, bir yerde, orda Cumhuriyet kültürünün en çok öncülüğünü oynayan bir aile için yetişmiş bir kişi oluyor. Bunu biliyordum, sakıncalı yönlerini de biliyordum. Fakat buna rağmen biz, gruba çekmeye çalışıyorduk. (sayfa-111)
(…………..)

Kaynak=Kürt Bahçesi’nde sözleşi / Yalçın Küçük / sayfa=111-113-114-115 Başak yayınları, birinci baskı=Nisan 1993

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

EK=III
YALÇIK KÜÇÜK VE MAHİR SAYIN’IN ABDULLAH ÖCALAN'LA YAPTIKLARI RÖPORTAJLARDAN
(………..)
Mahir Sayın= Tabi, doğru
Abdullah Öcalan=
(………..)
Çok ta paraya ihtiyacımız var (Pilot Necati kastediliyor, benim notum.). Şunu kabul ettim;’’Aileden’’dedi ‘’Aldığım para var’’ tarlayı filan satmışlar ve işte ‘’pilotluktan kazandığım para var’’ . Onların hepsini harcattık. Ondan yemek yemeyen bir arkadaş yoktur.Bayağı bir yılımızı o na dayandırarak iyi yaşadık yani, eksik olmasın.
(…………)
Mahir Sayın= Evet

Abdullah Öcalan=Mit beni beslemedi ama, MİT’in klasik yöntemlerle beni kontrole alma çabaları vardı. BUNUN İÇİN PARAYI GÖZDEN ÇIKARDI TABİ. BİLİYORSUNUZ ÖRTÜLÜ ÖDENEKTEN BUNUN İÇİN PARALAR SONUNA KADAR GÖZDEN ÇIKARILIR. BİZE DE BİRAZ NEMASI KALDI.

Erkeği Öldürmek, Mahir Sayın / Zelal yayınları / birinci baskı / Mart 1998 / sayfa 90-91
______________________
Selam sevgi ve saygılarımla
______________________

28 Mart 2013 Perşembe

Kadın ve Kızılbaşlık

“Bir toplumun gelişmişlik seviyesi, o toplumun, çocuklarına ve kadınlarına verdiği değer ile ölçülür.”
Medusa, kadim yapıları nazardan ve kötülüklerden koruyan sembol. Çok güzel bir kadın olan Medusa, tecavüze uğrar ve sonuçta lânetlenir, yer altına indirilir (halktan soyutlama) ve kellesi kesilerek, kanından iki damla diyar diyar gezdirilir. Saçları yılana dönüşür ve kim ona bakarsan taş kesilir. (Kadından uzak dur, lânetlenirsin.)Havva, zihninde ya da nefsinde yılan olan kadın! Âdem’i cennetten kovduracak kadar kötü olan, lânetlenen varlık! Aklen ve dinen eksik kabul edilen yaratık! Günümüzdeki iz düşümü; recim cezası, taşlanarak ya da toplum önünde kırbaçlanarak cezalandırılan varlık. (Mal gibi kullan ama asla değer verme, lânetlenirsin! Kirletilince (tecavüz dahi olsa) öldürülerek temizlenmesi gereken leke!)Sömüren sistem, tekliği sevmez. Önce gücü tam ortadan parçalaması gerekir, bu da cinsiyetler üzerinden yapılır. Sonrası kolay, ırklar, milliyetler, inançlar, mezhepler, ülkeler, şehirler… En küçük parçaya kadar devam eder. Hatta bilim aracılığı ile kişi kendine düşman edilir, çatışmanın en küçük hücresidir bu!Sömürmenin önündeki en büyük engel o anlamda “anaerkil” aile yapısının ya da toplumsal iz düşümün (komünal) ortadan kaldırılması ile başlar. Sindirilen kadın; korkak, ürkek, kimliksiz, sorgulamayan, biat eden çocuk yetiştirir, artık işleri kolaydır. Bunun için en iyi araç, “sorgulanamayan Tanrı’nın” gücünü elde tutmanın yolunu bulmaktır. Allah adına konuşmak ya da eyleme geçmek… Kızılbaş bu anlamda da tehlikedir, çünkü Tanrıyı sorgular, Peygamber, cennet-cehennem-halife-kutsal kitabı; halk ve dolayısı ile insan sıfatında tekleştirir. Kızılbaşlıkta ilk felsefe, perdeyi ortadan kaldır! İle başlar. Ortodoks inançlarda ise, örtün ve perdelen ile başlar. Çünkü her örtü arasında yeni parazitlere yaşam alanı açılır. Kadını örtmenin altında yatan ilk neden budur!İlk devrimci ve eşitlikçi hareketlerden biri Mazdeizm ya da Mazdek’dir. Yanında kadınıyla beraber, halkın eşitliği üzerine düşünülen ve geliştirilen felsefenin, yaşam alanına taşınmasıdır. Ardından Cavidan hareketi, Hürrem ve Babek. Babek başkaldırısı en uzun sürenidir, yaklaşık çeyrek asır devam eder.(840’lı yıllar) Yanında kadını ile beraber ezilen tüm halkları etrafında toplayan ve emek-sermaye çelişkisini düzeltmek için mücadele eden felsefe, kısmen başarılı olup, Abbasîlerin yıkılmasına kadar devam etmiştir. Özel mülkiyetçiliğe karşı çıkan bu felsefe, “kadının yanağından gayrı her şeyimiz ortaktır” cümlesinin başlangıcıdır.Her başkaldırıda ortak olan özellik ise; halk ezilmekte yönetenler zevk içinde keyif sürmekte. Kazanan, üreten, emekçi olan halk (köylü) saltanat ve çevresindeki adamları beslemekte, onları koruyan askerin maaşını ve yiyeceğini karşılamaktadır. Tüm bu özverisine rağmen, horlanan ve aşağılanan tabakadır.1239–40 Babaî başkaldırısı. Baba İlyas, halk üzerindeki vergi ve baskılardan dolayı baş kaldırır. En yakın Piri olan Baba İshak, muhteşem bir propagandacıdır. Baba İlyas yakalanıp, ölü bedeni surlardan teşhir edildiğinde, Baba İshak halk ile birlikte yola çıkar. Kadın-çocuk-genç-yaşlı ve köylülerin hayvanlarını da önüne kattığı bu kitle, her geçtiği yerde büyür ve altı bin kişilik bir grup oluşur. Malya ovasına gelmiş olan Selçuklu ordusunun başkumandanı Emir Necmeddin, yardımcıları Behramşah Candar, Gürcü Zahiruddin Şir idi. Bin kişilik, üç bin altına kiralanmış zırhlı Frank şövalyelerinin başında ise Ferdehala (Frederic) bulunuyordu. Tabi sadece altın değil, kız alış verişi de bu pazarlığın içindeydi.
Sonunda Selçuklu feodal sultanlığının bütün güçlerini seferber ettiği yaklaşık altmış bin kişilik koca ordusuyla, altı bin kişilik Babaî halk güçleri 1240 yılının Kasım ayı başlarında Malya ovasında karşı karşıya gelir. Simon de Saint Quentin'in verdiği bilgiye göre Babaî halk güçleri, iki ay içerisinde inançları uğruna hayatlarını hiçe sayarak, Selçuklu feodal kuvvetlerine karşı tam on iki meydan savaşı kazanmış bulunuyordu. Bu nedenledir ki, Selçuklu askerleri Babaî güçlerinin, inançlı ve kararlı duruşlarından ve aralarında yayılmış olan Baba Resul'un mucizelerinden de çekiniyorlardı; Babaîler´i kılıç kesmez, ok işlemez olduklarına inanmaya başlamışlardı. Onlardan on kat daha fazla olmalarına rağmen saldırıya geçmeye cesaret edemediklerini söylemektedir bütün kaynaklar.İbn Bibi'ye göre dört bin erkek Babaî öldürüldü. Malya ovası "Kızıl börklü, siyah libaslı ve ayağı çarıklı Kızılbaşların” kanıyla kızıla kesti. Savaş meydanında sağ kalan kadınlar ve çocuklar savaş tutsakları olarak galipler tarafından paylaşılarak satıldı.Savaş sonrası beş yıl boyunca kovuşturmalar sürdü, zindanlar Babaîler´le dolduruldu. Ayna Dövle gibi Pirler yakalanıp da Babaîliğini inkâr etmediği için derileri tulum halinde çıkarılarak, içine saman basıldı. Bu dönem içerisinde Bacıyan-ı Rum (Pir-e) (Anadolu Bacıları) örgütünün yardım ve düzenlemeleriyle gizlenerek sağ kalmış olan Baba İlyas halifeleri, Suluca Karahöyük'te Hace Bektaş Veli'nin çevresinde toplandılar. Hace Bektaş-ı Veli felsefesinin gelişmesinde bu Ana Bacılar’ın büyük katkısı vardır. (Aynı özelliği, Seyyid İmadeddin Nesimi’nin eşi Fazlullahın kızı Ana Fatma’da da görmekteyiz.)
En büyük çatışma, Ortodoks inançlarda “mutlak güç Allah’dır”. Bu gücü kullanma yetkisi, onun gölgesi olan Peygambere ya da halifeye-sultan’a geçmektedir. Onların dışındaki insanlar, tebaa, kul, ümmettir ve biat etmek zorundadır. Halife, Allah adına konuşandır. Kızılbaşlıkta ise “halk mutlak güçtür” çünkü Hakk’ın gölgesidir. O nedenle tüm erk, halkın elinde olmalıdır ve yetmiş iki millet aynı nazardadır. Eşit olan halk, ürettiğini de eşit emek ile eşit şekilde paylaşmalıdır. Mülkiyetçilik o anlamda huzur bozan bir sistemdir, mülk ortaklığı huzuru sağlar. Asker, polis ve savaşçılar halkı, halktan koruma ihtiyacı olmayacağı için anlamsız ve gereksizdir, çünkü silahlı güç, halkın vergisiyle ezen kesimi yine halktan koruyan bir yapıdır.Bu arada Babek ile ilgili iki anekdot aktarayım. Oğlu esir edilince babası Babek’e mektup gönderir, teslim olmasını ister. Babek oğlu için şöyle der: “O benim oğlum değil. Kırk yıllık esir hayatı yaşamakdansa, bir gün özgür yaşamayı yeğlemeliydi.“ Diğeri de; işkence edilirken, yüzündeki acı gözükmesin diye, kolundan akan kanları sık sık yüzüne sürmesi ve bu acının düşman tarafından görünmesini istememe gayreti. Aynı özelliği birçok Kızılbaş Yol Önderinde görürüz. Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimi, Pir Sultan, Bedrettin, Seyit Rıza, son dönemin devrimci önderleri.Bu dönemde en etkili mücadeleyi kadınlar yani baciyanlar verir. Baciyanlar, saçlarını kestirip, ayakları çıplak, bir hırka ve bir bağlama ile köy köy gezer, propaganda yaparlar, gezgin Ana’dırlar ya da Pir´dirler (PİR-İK-E). Bu kadınlar için şöyle fetva verilir; Tanrıyla aralarındaki bağ olan saçlarını kesen bu kadınlar… Bunlardan biri Seyyid Nureddin'in kızı Fatma Bacı yani Ana Fatma’dır. Babaî hareketinden sağ kalan birçok yol eri, bacıyanlar tarafından saklanır ve beslenilir.Daha da derinlemesine bakılırsa, “Işık İnsanı” olarak nitelendirilen tüm felsefelerde, kadın ön planda, en azından erkekle eşit koşuldadır. Mücadelede erkekle aynı fedakârlığı ve cesur direnişi göstermiştir. Bu felsefenin son kalesi; bana göre Dersim’dir. Bunun sebebi, coğrafi ve zorunlu koşullardır. Başka halklar ile ilişkisi kısıtlı, kendi dili ve felsefesi dışında bilgiden mahrum. Kız alış verişleri bile son yarım yüzyıl hariç aynı aşiret içinde olmuş, Ocak mensubu olan kızlar aşiret mensupları ile evlenememiş, kısacası Ana’lar-Pire-Pirike’ler, Pir soyu ile evlenerek kendi özelliklerini korumuş, bir sonraki çocuğa yol öğretisini aynen aktarmıştır. Bu da dil ve felsefe asimilasyonunu engellemiştir.O nedenledir ki; Dersim´de her yüksek dağ bir evliyanın ikametgâhıdır. Fakat bu ikamet erenlerinin hatırı sayılır kısmı bayandır. Eşitlik hâlâ devam etmektedir. “Dede (PİR) ne ise Ana da(PİRE)” odur ve aynı saygıyla karşılanır. Kızılbaş kadınının özgür ve asi yapısı biraz da geçmişten aldıkları mirastır.Gelelim Dersim’de yılana. Her Dersimli en azından birkaç tane Eren ve Yılan eşliğinde rivayet dinlemiştir. Yılan Dersim’de tariktir (yol). Yılan aynı zamanda Wayire çe (ev sahibidir) iyi ve kötüyü ayırt edendir. Dersim’de rüyada görülen yılan düşman olarak yorumlanmaz, ilahi bilgi ya da dost olarak tanımlanır. Derinlerdeki hazinenin bekçisidir, bu anlamda Dersimli için Yılan içimizdeki nefistir. Nefs bizim en acımasız öğretmenimizdir ve bizi aydınlığa çıkaracak olandır. Bizim aynamız ve bizi bize tanıtan tarafımız, derindeki bilgiye ulaşmak için yol gösteren kılavuzdur. O nedenle birçok Pirlerimiz yılanları ile beraber anılır ve yılanlar o anlamda “asa”dır.Tüm kültlerde; yılan kadın yani ölümsüzlüğü bilen varlık Şah-Maran, Dersim kültünde sae-mor (elma yılanı) ya da sae-maran olarak adlandırılır. Neden elma, konusu oldukça uzun, o nedenle burada bu konuya hiç girmeyeceğim.Yüz yıllardan bu yana kaç milyon kadın öldürüldü bilemiyorum. Halen cemlerimizde kadın ve erkek diz-dize, yüz-yüze, yan-yana semaha durur. Çünkü bu cemde, cinsiyet, dil, ırk, milliyet yoktur, aslolan şey yoldaki can(ruh)dır. Ve o ruh, Tanrı’dan alınmış ışıktır ve tanrısal özelliklerle donatılmıştır dolayısı ile insan o anlamda tanrıdır. (Yansıması) Binlerce yıllık kadın-erkek eşitliğine dayalı bu kültür ne yazık ki yağmalandı ve yağmalanmasında en büyük sorumluluk yine Kızılbaş kadınının.
Henüz Dünya'da Sosyalizm ve kominizm felsefesi tanınmaz iken,
kızılbaşlar bu felsefeyi merkez olarak kabul etmişti.
Umarım, kızılbaş kadını kendini tanır ve en kısa sürede eski misyonuna kavuşur.İçindeki fırtınadan habersiz olanlar, kokmuş nefes önünde savrulur. Suçlu; kokan nefesin sahibi değil, savrulup, kendinden habersiz olandır...

26 Mart 2013 Salı

Tarihten Günümüze Dersim Kimliği



Kimliğin bir çok tanımı var. Aynı şekilde bir kişi, grup birden fazla kimliğe sahip olabilir. Bizi ilgilendiren Dersimlilerin ulusal ve ondan tümüyle ayrı düşünülemiyecek inançsal ve kültürel kimlikleridir. Tarihten günümüze dediğimize göre, kimlik her şeyden önce süreklilik oluşturur. Süreklilik değişimi de birlikte getirir. Bir dönem önde olan özellikler, başka bir dönem geri plana itilebilirler. Bu duruma siyasal koşullar, yanısıra toplumun bünyesinde meydana gelen öteki değişimler etkide bulunurlar. Değişim şu anlama da gelir. Kimlik iki ucu kapalı düz bir çizgi değildir. Yatay ve dikey geçişleri vardır. Etkilenir ve etkiler. Kimliği oluşturan bazı öğeler zamanla geriler veya unutulurlar. Başka bazı öğeler kimliğin parçası haline gelebilirler.

Genel olarak bir toplumun kimliğini belirleyen nedir? Toplumsal kimlik denildiğinde, toplumsallığı ifade eden dil, tarih, toprak, inanç öğeleri öne çıkar. Bazı durumlarda siyasal eğilimler de kimlik tanımında öne geçebilir. Şunu da mutlaka unutmamak gerekiyor: Bir toplumun kimliğini belirleyen, başkalarının o toplum hakkında düşündükleri değildir. Belirleyici olan o toplumun kendisi hakkındaki düşünceleridir. Toplumun ortak tanımlarıdır.

Bu yazıda geçen genellemeler belli yanlışlıkları da içinde barındırıyor. Çünkü, her genelleme aynı zamanda farklı olanı genelin içine almaktır. Bir anlamda yok saymaktır. Kimlik ise daha belirsiz ve değişken bir olgudur. Siyasal, dinsel, ulusal çekişmelerin, çelişkilerin sonucudur. Bunu unutmadan, Dersim ve Dersimli üzerine bir kimlik tanımlaması yapmaya çalışacağım.

Son yıllardaki çalışmaları saymazsak, Dersimliler tarihlerini yazılı hale getiremediler. İlk ciddi deneme, Nuri Dersimi´nin "Kürdistan Tarihinde Dersim" ve "Hatıratım" isimli çalışmalarıdır. N. Dersimi´nin çalışmaları Dersim tarihi ve kimliğine yönelik önemli bir katkı olmasına rağmen, bazı yönleri ile de başka bir yanlışlığın, yanlış eğilimin başlangıcı sayılabilirler. Nitekim, N. Dersimi´nin yaklaşımına Seyfi Cengiz[1] ve Mustafa Düzgün[2] ciddi eleştiriler getirmişlerdir.

1980´den sonra ise Avrupa´ya çıkan Dersimli aydınlar yeni çalışmalara başlamışlardır. Dersim´in dili, tarihi, dini, genel olarak kimliği üzerine ayrıntılı incelemeler yapılmış, yazılı kültür ve tarih çalışması başlamıştır. Burda dikkate alınması gereken bir başka olgu da, bu çalışmaların her hangi bir yabancı grubun himayesine girmeden yapılmış olmasıdır. Şüphesiz, bu çalışmalar ve sonuçları da eleştiriye muhtaçtırlar.

Kısaca örnekleyelim. Ayre, Piya, Raştiye, Desmala Sure, Ware, Tija Sodıri, Pir, Kormışkan dergileri Dersim tarihi, dili, inancı, toplumsal yaşamın çeşitli görünümleri üzerine etraflı incelemeler yapmışlardır. Bu dergilerden Tija Sodıri ve Kormışkan tamamen Zazaca yayın yapmaktadır. Avrupa´da 1995´den itibaren vakıf ve cemaat çalışmaları da başlamıştır. Türkiye´de de Tunceli Derneklerinin yaklaşık 25 yıllık tarihi var. Bunların çalışmalarını küçümsememekle birlikte, en önemli gelişme İstanbul Derneği´nin çıkardığı Dersim dergisidir. Kimlik sorunu tartışılırken bu çalışmalar mutlaka dikkate alınmalıdır.

Dersimlilerin dışında öncelikle Türk milliyetçilerinin (ki bu bir devlet milliyetçiliğidir) ve son yıllarda da Kürt siyasal hareketlerinin Dersim ve Dersimli tanımlaması da vardır. Bu iki yaklaşımın ayrı ve ortak yanları dikkat çekicidir. İki yaklaşım da dışardan yapılmışdır. Amaçları Dersim´in doğal yapısını, kültürünü değiştirmek, kendine benzetmektir. Türk milliyetçileri Dersimlileri gerçek Türk, Kürt siyasileri de gerçek Kürt görmektedir.

Türk milliyetçiliği Dersim´in ulusal kimliğini inkar etmiştir. Öncelikli olarak Dersim´i siyasi ve ulusal yapısıyla tasviye etmek istemiş, bunu yapamadığı yerde de Türk kimliğine adepte etmek için her yolu denemiştir. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak´ın hazırladığı bir raporda bu siyaset en açık şekilde dile getirilmiştir.

"D- Yerli memurların tamamen çıkarılması, Dersime en iyi memurların tayini,

E- Yüksek idare memurlarına adeta sömürge idarelerindeki yetkinin verilmesi,

F- Propagandaya kuvvet verilmesi ve Türklüğün telkini,

G- Kürtçe yerine Türk dilinin ikamesi için ilmi ve idari tedbirlerin alınması. (büyük kız çocuklarının okutulması)

3- Dersim önce Sömürge gibi nazarı itibara alınmalı, Türt camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve aşamalı olarak öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır".[3] Dersim´in yakın tarihi bu eksende gelişen devletin resmi siyasetine karşı direnişle geçmiştir. T.C. bu sürece yönelik tepkileri, direnişleri şiddetle bastırmış, 1937-38 yılında ise Dersim´i toptan ortadan kaldırma siyasetini pratiğe geçirmiştir. Aradan 60 yıl geçmesine rağmen, bunu tartışmak dahi yasaktır. Dersim kendine biçilen tunç elbisenin içinde ezilip-dönüştürülmek, bitirilmek istenmektedir. Türk milliyetçiliği bu amacına ulaşmak için, dışardan yürüttüğü saldırıyı, içerden destekleyecek işbirlikçi bir kesim yaratmak istedi. Bu kesimi kendine dayanak yaparak, askeri-siyasi egemenliğini ilerletmek istiyordu.[4] Askeri şiddetle birlikte denediği bu yol, daha başında esas olarak iflas etmiştir.

1938´den sonra Dersimlilerin önemli bir bölümü Batı´daki Türk nufüsu içine sürgün edilmiştir. Yaklaşık 10 yıllık sürgün döneminden sonra yeniden geriye dönüşün serbest bırakılması sonucu, sürgüne gidenlerin önemli bir bölümü tarihte eşine az rastlanır bir yurtseverlik örneği göstererek geriye dönmüşlerdir. Dönüş Dersim´de yaşamı yeniden canlandırmış, ama Türkçe´yi de Dersim´e taşımıştır. Sürgünde doğanlar ve çocukluğunu orada geçirenler, Türkçe´yi öğrenmiş ve onu Dersim´e birlikte getirmişlerdir. Aynı dönemde devlet zorla kız ve erkek çocukları toplayarak birer askeri kışla görünümünde olan Yatılı Bölge Okulları´na göndermiştir. Bu okullardan mezun olanlar öğretmen ve memur olarak Dersim´e geri gelmiş, yerli misyonerler olmuşlardır. Yeni misyonerlerin yerli olması ve çoğunun da rejime muhalefet eden sol guruplardan olması, Dersim kültürünün direncini kırmış, Türk kültürüne yumuşak geçişi hızlandırmıştır. Cumhuriyet´den sonra Zazaca ve Kürtçe´nin her alanda, basın-yayın, çarşı-pazarda yasaklanması da bu süreci hızlandırmış, dilimiz toplumsal yaşamın dışına itilmek istenmiştir.

1938´den günümüze gelindiğinde Dersimlilerin bir kesimi kendi tarihine, diline, dinine, genel olarak kültürüne yabancı hale gelmişlerdir. İlginç olan, bunun ilericilik, solculuk adına yapılmış olmasıdır. Bunun, yapanlar açısından bir paradoks olması işin bir yönüdür. Öteki yönü ise, bu sürece itiraz edenlerin ideolojik terörle susturulmalarıdır. Bu kesimle rejim arasında siyasal bir kapışma, uzlaşmazlık olmasına rağmen, sol eğilim siyasal alanda gösterdiği direnç ve mücadeleyi, kültürel alanda, ulusal gerçeklik boyutunda gösterememiştir.

Kürt Ulusal Hareketi ise 1970´den sonra içine girdiği yükseliş döneminde Dersim´i genel Kürt kimliğinin içine çekmek istemiş, bu yönde ciddi çalışmalar yapmıştır. Dersimli Kürtlerin de bu çalışmaların içinde olması ve iki kesimin de rejim tarafından inkar edilmesi kısmi bir taraftar kitlesi yaratmıştır. Son yıllarda ise başka bir yanılsama yaratılmıştır. Dersimlilere Türk yada Kürt kimliğinden birisini seçme alternatifinin dışında yol bırakılmamıştır. Kendisine Kürt demeyen herkes Türk sayılmış, öyle propaganda edilmiş, yaratılan yanılsama ile Kürt kimliği kabul ettirilmek istenmiştir. Kürtlerin rejimin mağdurları olması, rejimin Kürtlere ve Dersimlilere birlikte saldırması da doğal bir yakınlık yaratmıştır. Bu yakınlığı fırsat bilen bazı Kürt Hareketleri, "uluslaşma süreci" adı altında Kürt kimliğini tek kimlik olarak Dersim´e dayatmıştır. Neticede daha çok gençlik içerisinde olmak üzere, kendini Kürt gören bir kesim oluşturulmuştur. Şu söylenebilir. Dersimli ve Dersim kimliği, Türk ve Kürt kimliği arasında sıkışıp kalmıştır.

Şimdi tarih, dil, inanç ve kültürün öteki unsurlarından hareket ederek, Dersimlilerin kimliğini tanımlamaya çalışalım. Dersimli kavramı da tam net değil. Zira Dersim çok dilli, çok dinli bir coğrafyadır. Dersim´de Alevi Zazalar[5], Alevi ve Sunni Kürtler, Türkler ve Ermeniler birlikte yaşıyorlardı. Ermeni sürgün ve kırımında Ermeniler yok edildiler. Çok az sayıda Ermeni kaldı. Bunların da ulusal bir topluluk olarak varlıklarını devam ettiremediklerini görüyoruz. Türkler, Kürtler Dersimli diye alevi olup Zazaca konuşanları kastederler. Zaten Zazaca´ya yörede Dersimce de denilmektedir. Dersimli denildiğinde, Alevi inancı ve Zaza dili birlikte akla gelir. Kürt Aleviler de, Zazaca konuşanlara Dersimli demektedirler. Aynı şey Dersime komşu müslüman Türk ve Kürtler için de geçerlidir. Ben de Dersim kimliğini Alevi olup Zazaca konuşanlar açısından ele aldım.

SÖZLÜ HAFIZADA TAŞINAN TARİH

Dersim tarihi yazılı hale getirilemediği için, bugüne aktarılanlar esas olarak sözlü anlatım ve geleneğin içinde kalmıştır. Kürt, Türk ve öteki halkların yazılı basınında kısmi olarak Dersim´e değinilmiştir. Ancak bu yeterli değildir. Hatta ciddi yanlışlıkları içinde barındırmaktadır. Sözlü hafıza ise istenilen ölçüde derlenip düzenlenmemiştir. Daha çok 1938 sürecine ilişkin derlemeler yapılmaktadır.

Dersimliler köken olarak Horasan´ı referans göstermektedir. Fakat bu söylence düzeyindedir. Horasan kökeni sözlü kültürde de derlenmemiştir. Yine de sözlü kültürü destekleyen bazı belgeler bulunmaktadır.

Herşeyden önce Horasan´dan göç meselesi tarih ve kapsam bakımından karmaşıktır. Acaba, tüm göçler bir tarihte mi olmuştur? Göç ve köken meselesi, inanç anlamında bir yol bağlılığı mı ya da nüfus göçü mü? Tüm bunlar bölge tarihini de içine alan araştırmaları zorunlu kılıyor. Anadolu´daki yer isimleri, kültürel olgular ve dil kalıntıları aynı kökenli bir halkın öteden beri bu coğrafyada yaşadığı görüşünü güçlendiriyor. Göç de tek yönlü değil. Moğol´un önünden Anadolu´ya sürülenler, kaçanlar, daha önce İskender´in önünden İran yaylalarına sığınmış olabilirler. Kaldı ki İran kökenli kültür ve nufüsun Anadolu´daki serüveni ve zaman zaman sağladığı hakimiyet çok eskilere dayanıyor. Bugünkü veya 300-400 yıl önceki sınırlarla tarihi açıklamak mümkün değildir.

Horasan denildiğinde de bugün anlaşılan ile geçmişte anlaşılan bir değil. Urfalı Mateos´un 952- 1136 dönemine ilişkin Vekayi- Nâmesi´ne yazdığı notda Fransız editör Edouard Dulaurer Horasan´ın o günkü sınırlarını bugünden tamamen farklı veriyor. "Ermeni tarihçileri, Horasan adıyla yalnız bölgeyi değil, bütün İran´ı ve umumiyetle onun garbinde İran Selçuklularının imparatorluğunu teşkil eden Azerbeycanı, Ermenistanı ve hatta Mezopotamyayı kastetmişlerdir"[6] Öyle görünüyorki Horasan sorunu oldukça karmaşık.[7] Dersimliler bugün yaşadıkları çevreye veya yakın coğrafyaya geçmişte Horasan demiş olabilirler. Ne varki Moğol Hulagü´nün önünden kaçan-sürülen halkların arasında Zazaların da sayılması bizi yine İran coğrafyasına götürüyor. Minorsky İslam Ansiklopedisi´ne yazdığı Şehrizur maddesinde Moğol Hülagü´nün önünden Kûsa Kürtleri denilen (-kendisi Zazaca´nın Kürtçe´nin lehçesi olmadığını aynı yazı içinde belirtiyor-) Zazaların Mısır ve Suriye´ye göçtüklerini, A. von Le Coq´un Şam´da 1901 yılında bunlardan birisiyle Zazaca konuştuğunu da yazıyor. Minorsky, Daylamastan´ı da bu coğrafya içinde sayıyor[8]

Hülagü 1258 yılında Bagdat´ı işgal ediyor. Oysa bölgede ondan önce de Zaza nüfusü yaşıyor. Moğol işgalinden 300 yıl önce Mervanilerin Diyarbakır´ı ele geçirdikleri dönemde, Diyarbakır çevresinde Zazaca´nın geliştiği kaydediliyor.[9] Ki, Mervani Devletini kuran kabileler dışardan değil, bölgenin dağlık alanlarından inerek hakimiyeti ele alıyorlar. Bu bağlantı bugün İslamı benimseyen Zazalar ile Dersim Alevi Zazaları arasındaki tarihsel etnik köken ilişkisini güçlendiriyor. Şunu da dikkate almamız gerekiyor. Dersim´de "Saro Khan" (Eski Halk) diye yerleşik halktan bahsedilmektedir. Bu olgu göçten önce de Dersim´de Zazaca konuşan yerli nüfusun olduğu tezini güçlendiriyor. Benim için Batı Dersimliler(Şıx Hesenu) ile Doğu Dersimliler( Dêrsımu) arasındaki şive farkı da yerleşimde tarih farlılığına gerekçe gibi görünüyor.

Dersim(Dêrsım)´in sınırları da tartışmalı. Onu bugünkü Tunceli Vilayeti´nin içine sıkıştırmak, ancak Tunceli Kanunu´nu yazanlar için geçerli olabilir. Bundan yüzsene önce dahi Dersim Sivas´ın bir bölümünü, Erzincan´ı, Varto-Xınıs´ı, Kığı ve Bingöl´ün bir kısmını[10], hatta Kürecik- Adıyaman´ın bir bölümünü kapsıyordu. Dersim´in siyasal ve kültürel etkisinin kırılmadığı yıllarda bu görüş resmi çevreler tarafından da dile getirilmiştir. 29 Haziran 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Y. Mazhar Aren´in söylediklerini aktarmamız yeterli olacaktır. "Ben Dersim´i herkesin anladığı gibi anlamam,

Benim nazarımda:

Bir çekirdek Dersim,

Bir et Dersim,

Bir kabuk Dersim,

Vardır ki, hücre böyle hayatlanmış, Dersimli böyle canlanmıştı. Halbuki herkes yalnız çekirdeğe Dersim diyor...

Bununla beraber çekirdek kırılırsa et çürür, kabuk kurur... Ben Kuruçay´da, Kemah´ın bazı köylerinde, hatta Refahiye ve Zara´da, Akçadağ´da Dersim kabuğunu seçtim ve Kuzucan ve Tercan, Palu ve Çapakçur´da ve benzerlerinde Dersim´in etine değdim".[11]

Cevdet Türkay´ın, "Başbakanlık Arşivlerine (Belgelerine) Göre Osmanlı İmparatorluğunda Oymak ve Aşiretler" incelemesi Dersimlilerin yaşadıkları yerleri çok geniş bir çoğrafyada gösteriyor. "Dirsimli/lü: Erzincan, Erzurum, Kığı Sancakları, Kuruçay Kazası(Dersim- sancağı), Kemah kazası(Erzurum Sancağı), Çemişgezek sancağı, Arapkir sancağı, Malatya Sancağı, Antakya Kazâsı(Halep Sancağı), Kilis Sancağı.

Suriye´nin Lazkiye Sancağı havalisine iskan olan "Akbucak ve Bucak" türkman Aşireti de bu aşiretin bir bölümüdür.

Disimli/lü: Çarsancak kazası(Diyarbekir sancağı) Kığı sancağı, Çemişgezek (Diyarbakır Sancağı), Erzincan Kazası(Erzurum Sancağı), Kilis sancağı, Antakya Kazası(Halep Sancağı)"[12] Belgeler aşiretin altın ve gümüş işleri ile uğraştığını da yazıyor.

Yalnız defterlerdeki yazım hatasından olacak, "Dirsimli" ve "Disimli" iki ayrı aşiret olarak gösterilmiştir. Gerçekte ise sadece bir yazım farklılığıdır. Bizi ilgilendiren Dersimlilerin neredeyse Zaza coğrafyasının tüm yerleşim bölgelerine dağılmalarıdır. Bu bilgi Alevi Zazalar ile Müslüman Zazalar arasındaki tarihsel bağa katkı sunuyor.13 Yanısıra Dersim coğrafyasının Osmanlı ve müttefiki Kürt Beylikleri karşısındaki gerilemesine ve toprak kaybına da işaret oluyor. Osmanlı ve müttefiki Kürt Beylikleri karşısında Dersimlilerin İç Dersim´e yerleşmek zorunda kalmalarına en iyi örneklerden birisi, Batı Dersimlilerin (Şıx Hesenenlerin) Gerger-Adıyaman-Malatya´dan bugünkü topraklarına göç etmek zorunda kalmalarıdır. Osmanlı belgeleri de bu göçün 1704 yılında gerçekleştiğini doğruluyor.[14] Sözlü kültürde de göçe ilişkin anlatımlar canlılığını koruyor.

Dersimlilerin kökeni sorunu tartışılırken Deylem-Dersim ilişkisini de unutmamak gerekiyor. Bu konuda fazla bir belge bulunmuyor. Dil, kültür açısından somut çalışmalar yapılmamıştır. Bir tez olarak tartışılmaktadır. Deylemi de geniş Horasan coğrafyasından ayrı düşünemeyiz.[15]

Yaşayan bir halkın kimliğini tarihin karanlık labirentlerinde dolaşarak açıklamak mümkün görünmüyor. Bu doğru da değildir. Yaşayan her dil, inanç ve halk aynı zamanda yeni bir olgudur. Değişmiştir. İçine yeni unsurlar girmiştir. Eski orjinin ana hatları korunsa da dil, kültür ve nüfus yapısı yeni etkileşim ve katılımlarla kendini yenilemiştir. Tarihi bağlantıyı unutmadan, yaşayan olgular üzerinden değerlendirmelerde bulunmak daha doğrudur. Zira tarih, tüm bilimsellik iddialarına rağmen efsane ve masalla iç içedir.

HER DİL BİR ULUSTUR

Her dili bir ulusa eşitlemek pratikte doğru olmayabilir. Dini, siyasi ve kültürel bölünmeler aynı dili konuşan insanları farklı ulusal topluluklar haline getirebilir. Yine de dil bir halkın yaşayan ortak hafzasıdır. Dil iletişim aracı olarak ortak kimliğin, aidiyet duygusunun kendisi olmakla kalmaz, tarihten taşıyıp getirdiği efsane, masal, atasözü, deyim ve destanlarla bir halkın sürekliliğinin de garantisi olur. "´Dil´ dediğimiz iletişim aracı, toplumu bir arada tutan harç; kültürü taşıyan ortak bir hazine, toplumu yansıtan bir ayna; bireyler, gruplar ve kümeler arasındaki ilişkileri düzenleyen hakem, hakim veya hekim oluyor".[16] Dili yok edilen bir halkın tarihsel refaransı, düşünme tarzı, kültürü de yok edilmiş olur. Kimlik biz ve onlar ayrımına tekabül ediyorsa, çoğu kere bunu dil belirler. Böyle olduğu içindir ki işgalciler, asimilatörler dilin yasaklanıp yok edilmesine büyük önem verirler.

Dersimliler konuştukları dile kendi dillerinde Kırmancki diyorlar. Bu terim daha çok İç Dersim´de kullanılıyor. İçerden çepere doğru ilerledikçe dile Dımılki deniliyor. Dersime komşu olan Kürtler de bu dili Dımıli veya Zazai olarak adlandırıyorlar. Dersimliler dışarda, yabancı olanlarla diyalogunda ise dillerine Zazaca yada Dersimce diyorlar. Yabancı araştırmacılar da bu dile Zazaca ya da Dımılice diyor.

Zazaca geçen yüzyılın sonunda ve bu yüzyılın başında kısmi olarak yazılı hale getirildi. Zazaca´ya yönelik ilk ciddi ve ayrıntılı inceleme Oskar Mann ve Karl Hadank´ın incelemesidir.[17] Daha sonraları Terry Lynn Todd[18], C. M. Jacobson ve M. Sandanato[19], Almanya Göttingen Üniversitesi´nden Ludwig Paul[20] Zaza dili ve grameri üzerine ayrıntılı çalışmalar yaptılar. Buna son olarak Frankfurt Üniversitesi´nden Prof. Gippert´i de eklemek gerekiyor. Önceleri yabancıların ilgi alanıyla sınırlı kalan Zazaca, 1980´den sonra Avrupa´da Kırmanc- Zazaların kendileri tarafından edebiyat alanına taşındı. Zazaca edebiyat-kültür ve siyaset dergileri çıkartıldı. Gramer ve sözlük çalışmaları yapıldı. Dikkati çeken en önemli araştırmacılardan birisi Zılfi Selcan´dır. 1970´in ortalarından itibaren Zazaca müzik ve dil çalışmaları yapan Z. Selcan´ın yayınlanmış iki eseri bulunuyor. Z. Selcan´ın bu yıl yayınlanan Zaza Grameri önemli bir boşluğu dolduruyor.[21]

Türkiye´de Cumhuriyet´le birlikte Zazaca´nın da içinde olduğu Türkçe dışındaki diller yasaklandı. Her tarafa ´Vatandaş Türkçe Konuş´ pankartları asılmıştı, bu kurala uymayanı para cezası, hapis, sürgün bekliyordu.[22] Merkezi eğitim ve askerlik aracılığıyla kerkese Türkçe dayatıldı. Türkçe dışındaki diller ticari sürecin, okul sisteminin, resmi sürecin dışına itildiler. Dersim´de ise daha özel uygulamalar yapıldı. Kırım ve sürgünden sonra yatılı Bölge Okulları ve giderek her köye yapılan okullarla asimilasyon hayli ilerledi. Zazaca da öteki diller gibi Türkçe´nin lehçesi ilan edildi. Ancak ´lehçe´nin yarı-resmi kurumlarda araştırılması dahi engellendi. Bir ara Halk Evleri´nde Zazaca araştırma yapmak istiyorlar. Resmi ideolog Hasan Reşit Tankut denetimden çıkarlar korkusuyla olacak bir genelgeyle bunu yasaklıyor.[23] İnkar teorisi tarihte eşine ender rastlanan bir yöntemle yapıldı. Türkçe´nin lehçesi sayılan Zazaca, Kürtçe konuşmak, yazmak yasaklandı. Böylece T.C ´kendi lehçesini´(!) yasaklayan ilk devlet ünvanını da kazanmış oldu.

Şimdi lehçe teorisi iflas etmiştir. Resmi ideologlar dahi yüksek sesle savunamıyorlar. Lehçe teorisi kapıdan kovulmadan pencereden benzeri içeri girdi. Kürt siyasi akımlarının hemen tamamı Zazaca´yı Kürtçe´nin lehçesi ilan ettiler. Onlar da bazı kelime yakınlıklarını gerekçe gösterek, Zazaca´yı Kürtçe´nin içinde asimile etmek istiyorlar. Lehçe teorisi öylesine katı bir politikayla yürütülüyor ki, bu konuda tartışmak dahi engellenmek isteniliyor.

Gerçekte sorun oldukça basitdir. Kürtçe konuşanlarla, Zazaca konuşanlar birbirini anlamamaktadır. Bu durum bazı çok bilir cahillerin dediği gibi Kürtlerin farklı ülkeler arasında bölünmesinin sonucu da değildir. Kürtler 1514´de İran ve Osmanlı arasında[24], Lozan anlaşmasıyla da Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında dört parçaya bölündüler. Ancak Kürtler ve Zazalar en azından iki bin yıldır yan yana yaşıyor. Yüzyıllardır aynı köyde yaşamını sürdürenler de var. Birbirlerinin dilini anlamıyorlar. Kürtçe ve Zazaca´nın birbirine nispi olarak yakın olduğu doğrudur. Ama bu tüm İrani diller ve hatta Hint-Avrupa dil gurubu için geçerlidir. Yakınlık lehçe (- burda diyalekt kastediliyor-) teorisine kanıt olsaydı, Farsça, Paştunca, Osetçe, Kürtçe, Zazaca bir dil olarak değerlendirilebilinirdi. Kaldı ki Kürtçe´nin Zazaca´ya yakınlığı, Farsça´ya yakınlığından daha az değildir. Elbetde şenlik olsun, dostlar alış verişde görsün diye lehçe teorisi uydurulmadı. Amaç, Kırdaşki merkezli tek dil yaratmaktır. Bu yönde çok sayıda yazılı belge var. Hatta bazı Kürt Partileri bunu Parti proğramına da geçirmiştir. Sürgünde Kürt Parlementosu da Kürtçe´yi (-Kurmancça´yı) Zazaca karşısında resmi dil ilan etmiştir[25].

Biz yine gerçeğe, halkın kendi belleğine dönelim. Dersimliler Kürtlere iki şekilde hitap ediyorlar. Alevi Kürtler için Kırdas, Hanifi-Şafii Kürtler için Khurr terimi kullanılıyor. Kürtçe´ye ise Kırdaşki yada Here-Were deniliyor. Khurr kavramı da küfür, aşağılamak anlamında kullanılmıyor. Türkçe´de kullanılan Kıro kelimesinin, Khurr kelimesi ile bir ilgisi yok. Kürtler büyük çoğunlukla kendi dillerinde kendilerini Khurrmanc olarak adlandırıyorlar. Büyük bir ihtimalle Khurr terimi, Khurrmanc´ın kısaltılmış hali olabilir. Bu terimle aşağılama ve hor görme gündeme gelmiyor. Fakat, bir güvensizliğin olduğu doğrudur. Bunun eski nedenleri bir yana, öncelikle Kürt Beylikleri ve Osmanlı arasında kurulan ittifak ile Hamidiye Alaylarını anmak yeterlidir.

Lehçe teorilerinin etkisinde kalanlar kendi dillerine önemli ölçüde yabancılaştılar. Lehçe teorisi ne Türk halkının ve ne de Kürt halkının belleğinde bulunmuyor. Zaza ve Kürt halkı birbirlerinin dilini, aynı dil ya da bir dilin lehçesi olarak görmüyor. Bu teori milliyetçi aydınların kendi uydurmalarıdır. Siyasal olarak gericidir. Toplumsal alanda halkları birbirine yabancılaştırmaktadır. Gereksiz tartışmalardan, yeni güvensizliklerden kurtulmanın en kısa ve doğru yolu, bütün dillere eşitliği savunmaktır.

Alevi olsun Şafi ya da Hanifi olsun Zazaca konuşan bütün kesimler birbirlerini anlamaktadırlar. Bu dilin uzun yıllardır baskı altında olduğunu, yazılı alanda serbestçe gelişmediğini de unutmamamız gerekiyor. Zazaca konuşan kesimler bir dille anlaşmalarına rağmen, kendi aralarında tek-bölünmez bir kimlik oluşmamıştır. Bunun nedenlerini tartışdığımızda, önce karşımıza din ayrılığı çıkar. Din ayrılığı siyasal süreçleri belirlemiş, kültürü etkilemiştir. Bu, Dersim kimliğinin üçüncü boyutudur.

DERSİM İNANCI

Din ve ulusal kimlik ilişkisi de çok karmaşıktır. Kimi halklarda farklı dini inanışlar tek ulusal kimliğin önünde ciddi bir engel teşkil etmezler. Bazılarında ise din öteki etmenleri etkileyip, ulusal kimliğin oluşmasında öne geçer.

Dersim inancını tek başına din olarak tarif etmek de mümkün görünmüyor. Bunun için biz buna Dersim İnancı diyoruz. Ki, bu Zazaca´da İtiqatê Ma (-İnancımız-) ya da İtiqatê Kırmanciye (-Kırmanciye İnancı-) diye dile getirilir. Yabancı araştırmacılar Dersim İnancı´nı genel olarak Aleviliğin içinde değerlendirmişlerdir. Yine de büyük çoğunluğu "Dersim Kızılbaşlığı" diye bir ayrıma gitmişlerdir. Dersim İnancı´nı genel olarak Alevilik içinde değerlendirmek doğru olmakla birlikte, yeterli değildir. Bu genel ilişki Osmanlı şeriatına karşı siyasal bir ittifak olarak anlaşılabilinir.

Dersim İnancı´nın en önemli ayırıcı özelliği ibadet dilinin Zazaca olması, inancın tarihsel ve etnik olarak yerli olmasıdır. Ki, kutsal yerlerin, dini efsanelerin tamamına yakını Dersim tarihi ile ilgilidir. Dersim´de inanç sonunda kişiyi insana ve doğaya bağlar. İnanç tarımdan, hayvancılıktan, sosyal yaşamdan ayrılmamış, onun bir parçası, tamamlayıcısı durumundadır. Bu anlamda Dersim İnancı milli özellik gösterir.[26]

Osmanlılar döneminde tek tanrılı dinler(Müslümanlık, Hrıstiyanlık ve Musevilk) dışındaki inançlar gayri meşru görülüyordu. Bu durum tek tanrılı dinlerin dışındaki inançlara yaşam hakkı tanımamıştır. Aleviler başta olmak üzere tüm öteki inançlar ya takkiye yoluna ya da sürekli direnişlere mecbur bırakılmışlardır. Dersimliler hem direnmiş ve hem de takkiye yapmak zorunda kalmışlardır. İslami motiflerin Dersim İnancı içine girmesi, bir yönüyle böyle olmuştur. Öte yandan İslam içi çatışmalar ve islami muhalefetin öteki dinlere hoşgörülü davranması sonucu belli bir sentez de oluşmuştur. Yine de Dersim İnancı´nda İslami motifler sorunun sadece bir yönüdür. İnancın ana yönü İslam dışıdır. Dersim İnancı´nı Kerbela ve Ehl-i Beyt sevgisine indirgemek, O´nu islami açıdan asimile etmektir. Öyle olsaydı, İslam şeriatının en koyu temsilcisi haline gelmiş Şiiliği de Alevilik olarak değerlendirmemiz gerekirdi. Konuyla ilgili Munzur Comerd´in halk anlatımlarına dayanarak yaptığı kapsamlı araştırmalar gerçeği önemli ölçüde açığa çıkarmıştır.[27]

Dersim´in Osmanlı şeriatına karşı direnişin kalesi olması, bir yönüyle O´nu tüm Alevilerin kıblesi haline getirmiş, öte yanıyla da Alevilik kimliğin önde gelen özelliklerinden birisi haline gelmiştir. 1514´den itibaren Türk ve Kürt egemenlerinin islami temelde kurdukları birlik, Zazaların da bu birliğin bileşeni haline gelmesi, tersinden Dersimlilerin Alevilik temelinde Kürt, Türk Alevileri ile aradığı ittifak, kimliğin oluşmasına katkıda bulunmuştur.

Dersimliler biz ve onlar ayrımını yaptıklarında genellikle Alevilik ve Müslümanlık ayrımı yaparlar. Türk ve Müslüman çoğu kere aynı anlamda kullanılır. Bu durum Cumhuriyet döneminde de değişmemiştir. Modern Türk kimliğinin bileşenlerinden birisi İslamiyetdir. Bu sonraları geliştirilip Türk-İslam sentezi diye formüle edildi. Laiklik, devlet müslümanlığı anlamına gelir. Sunni İslam ayrıcalıklıdır. Buna devlet dini de diyebiliriz. Alevilik ise sürekli asimile edilmek istenmiştir. 12 Eylül Cuntası döneminde Vali Kenan Güven´in köylere Cami yaptırma girişimleri biliniyor. Ancak bunun tarihi eskilere gider. Osmanlılar Tanzimat´dan itibaren Dersim´de denetim kurmak istediklerinde, Aleviliğin yerine Müslümanlığı geçirmek istemişlerdir.[28]

Şunu söyleyebiliriz. Aleviliğin yasaklanıp asimile edilmek istenmesi, inançtaki ulusal temel, kimliğin oluşmasında ve toplumsal süreklilikte temel bir yer edinmesine yol açmıştır. Dersimlilere "biz" dedirten, dil, toprak, tarih olgusunu unutmadan inançtır. Ki, Dersim İnancı dilin, tarihin, toprağın ayrılmaz parçasıdır. Düzgün Baba, Sultan Baba, Çewres Asparê, Munzur Baba, Jêle, Khures, Gaxant, Xızır, Hawtemal, Güneş ve Ay´ın kutsallığı ve benzerleri toplumu bir arada tutan en güçlü bağdır. Bunlardan hangisini yok edip toplumun bağrından çıkarıp atsanız, "biz" ortaklığının da bir parçasını kopardığınız anlamına gelir. İnanç, bu yönüyle dışarıya karşı doğal sınırdır. Önce rejimin ideolojik-siyasi saldırısı, sonra ona sol cepheden verilen destek, "biz" ortaklığından önemli parçalar koparmıştır.

KİMLİĞİN İKİ YÖNÜ: DİL VE İNANÇ

Kısaca anlatılan süreç de gösteriyor. Dersim kimliğinin iki yönü öne çıkıyor. Dil ve inanç. Bunlardan birisini tek başına belirleyici olarak göstermek, toplumsal yaşamın bir bölümünü görmezlikten gelmektir. Zazaca da, Alevilik de yasaklanıp engellenmiştir. Yukarda belirtildiği gibi, bu iki yön; dil ve inanç birbirinden tamamen ayrı da değildir. Bir anlamda birbirini tamamlamaktadır. Öte yandan iki özelik Dersimlileri öteki toplumlara bağlayan yolun da başlangıcıdırlar. Dil, Zazaca konuşan Müslüman Zazalara, İnanç; Alevi Kürtlere ve Türklere bağlanmaktadır.

İnanç boyutunda da dikkate değer gelişmeler var. Türk Alevileri geçmişten beri Türk kimliklerini inkar etmiyorlardı. Hatta, Zazaca ve Kürtçe konuşan Aleviler üzerindeki baskıyı görmezlikten geliyor, bunu dile getirenleri "bölücü" olarak değerlendiriyorlardı. Şimdi, Türk kimliğinin kemalist versiyonuna daha çok vurgu yapıyorlar. Kürt Alevileri de, Kürt ulusal kimliği ile birleşme sürecine girmişlerdir. Zazaca konuşan Aleviler ulusal kimliklerine kayıtsız kalamazlar. Henüz zayıf olmasına rağmen, kayıtsız kalınmadığına yönelik davranışlar oluşuyor.

Sürecin tümünü dikkate alan Dersim aydınlarının önemli bir bölümü, kimliği Kırmanc-Zaza halkı[29] şeklinde ifade etmektedir. Kırmanc-Zaza tanımı, inanç ve ondan ayrılamıyacak kültürel boyuttaki farklılığı, aynı şekilde kültürün ortak yönlerini, dil birliğini, etnik sürekliliği birlikte ifade ediyor.

Kimliğin oluşmasında öne çıkan etmenlerden birisi de her zaman toprak olmuştur.[30] Dersim halk kültüründe ülke bilinci güçlüdür. Dersimliler yaşadıkları coğrafyaya, ülkeye Kırmanciye, Welatê Kırmanciye diyorlar. 1994 köy boşaltmalarından sonra onbinlerce insanın zorunlu sürgüne gönderilmesi, Kırmanciye´nin insansızlaştırılması, Kırmanciye´ye dönüş ve toprak sorununu kimliğin önemli bileşkelerinden biri haline getirmiştir.

Dersim ve kimlik sorununu tartışıdığımızda, Dersim´in siyasal tarihi ve kültürünü de mutlaka dikkate almak gerekiyor. Alevilik, tarih ve dil bağlamında buna kısmen değinildi. Gerçekte ise daha geniş bir incelemeye ihtiyaç var.

Anadolu bir mozaik olarak adlandırılıyor. Ancak bu mozaiğin Türk rengi dışındaki renkleri koyu bir karanlığa gömülmek istendi. Bu istem bitmiş de değildir. Son yıllarda mozaiğin Kürt rengi, üstündeki karanlığı biraz yırtdı. Alevi inancı da karanlığı yarıp, ışığı yakınlaştırdı. Dersimliler ya da genel olarak Kırmanc-Zazalar henüz bir iki adım atabildiler. Bu dahi mozaiğin güzelliğini göstermeye yeterli oldu. Tüm karanlık yırtılsa, ışık halelerinden eşsiz bir çiçek açacaktır.

Sonuç yerine şunu söyleyebilirim. Toplumlara tek tip elbise misali, kimlikler biçilemez. Ağaç budar gibi bir toplumu oluşturan öğeler kesilip atılamazlar. Bunun denendiği her yer savaşlar ve kırımlara sahne oluyor. Böyle toplumlar birliğini de koruyamazlar. Tersine, özgürlük ve eşitlik birlikte yaşamanın da, barışın da ön koşuludur.

Sait Çiya

Kaynaklar

[1]Seyfi Cengiz, Dersim ve Dersimli, sf. 30-33, Desmala Sure yayınları-1995


[2] Mustafa Düzgün, Kürdistan Tarihinde Dersim Adlı Eserde Geçen Bazı Olaylar Üzerine, Berhem, sy. 5, sf. 16-28, Ankara-1993. Mustafa Düzgün bu eleştirilerini daha sonra da devam ettirdi. Kendisiyle 1995´de yaptığım bir ropörtajda görüşlerini daha da netleştirdi. Sait Çiya, Dersim Yazıları, sf. 184-190, Tij Yayınları 1998- İstanbul

[3] DERSİM, T.C. Dahiliye Vekêleti JANDARMA UMUM KUMANDANLIĞI Yayını, sf. 218-219. Rapor´da Zazaca da Kürtçe içinde değerlendirilmiştir. Ordu bu çalışmayı muhtemelen 1932 yılında gizli yapmış ve kayıt altında 100 tane basmıştır. Rejimin Dersim´e yönelik en etraflı raporu olan çalışma, 1937-38 kırım ve sürgünün anlaşılması için de önemli bir belgedir. 1970´den sonra Dersim kökenli sol akımlar sömürge tartışmaları yaparlarken, resmi ağızlardan yapılmış böylesi itirafları yok saymışlardı.

[4] TC. Bakanlar Kurulu 4 Mayıs 1937 tarihli, Tunceli tenkil harekâtına dair "Gayet Gizli" ibareli kararında bu siyasetini şöyle ifade ediyordu. "Paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lâzımdır". Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları-2, sf. 317

[5] Alevi Zaza tanımlaması da yabancıların yaptığı ve Dersimlilerin kendi aralarında kullanmadığı bir terimdir. Zazaca konuşan bazı Aleviler kendilerini böyle adlandırmakla birlikte, büyük çoğunluk kendisini bu şekilde isimlendirmemektedir. Ben Alevi Zaza tanımını, Zazaca konuşan Aleviler anlamında kullandım.

[6] Urfalı Mateos Vekayi-N âmesi(952-1136) Ve Papaz Grigor´un Zeyli (1136- 1162), sf. 80, 195 nolu dipnot, Türk Tarih Kurumu Basımevi-1987

[7] Martin van Bruinessen´in yazdığına göre, ters yönden, Dersim´den de Horasan´a nüfus göçü oluyor. Şah Abbas 1600´de Özbek ve Türkmen akınlarına karşı savunma gücü olarak bazı aşiretleri Çemişgezek´ten Horasan´a yerleştiriyor. M. v. Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet, sf. 213, Özge yayınları

[8] V. Minorsky, İslam Ansiklopedisi, Cilt.11, Şehrizûr Maddesi, sf. 397

[9]Mukrimin H. Yınanç, İslam Ansiklopedisi, Cilt. 3, Diyarbakır Maddesi, sf. 611

[10] E. Dulaurier Genc´i de Dersim´de bir bölge olarak görmektedir. Urfalı Mateos Vekayi-Namesi, sf. 11, 30. nolu dipnot

[11] Bu yazı yurtdışında çıkan Raştiye´nin 9. sayısında (1995) yeniden yayınlandı.

[12] Aktaran Dr. Mahmut Rişvanoğlu, Saklanan Gerçek, Kurmançlar ve Zazaların Kimliği -2-, sf. 892, Tanmak-Ankara, Bu kitap Türk resmi ideolojisinin propagandasını tekrarlıyor. Cevdet Türkay´ın özgün çalışmasını inceliyemedim. Bizi Osmanlı belgelerinde Dersim aşiretlerinin yaşadığı yerler iligilendiriyor.

[13] Zazaların arasında islamiyetin güçlenmesinin de daha çok 1514´den sonra gerçekleştiğini düşünüyorum. 1613 yılında Palu´yu ziyaret eden Polanyalı Simeon, "Şehirde ermenilere âid sekiz adet kârgir güzel kilise, kürdlere âid de damı otla örtülü ve çit duvarlı çok adi bir mescid vardı" demektedir. Hrand D. Andreasyan, Polonyalı Simeon´nun SEYAHATNÂMESİ (1608-1619), sf. 92, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No. 1073, 1964. Müslümanlığın etkisinin o tarihlerde dahi çok sınırlı olduğu görülüyor.

[14] Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu´nun İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, sf. 49-50, Türk Tarih Kurumu Basımevi-1991

[15] Deylem bağlantısı için bakınız, Seyfi Cengiz, Dış Kaynaklarda KIRMANCLAR- KIZILBAŞLAR VE ZAZALAR , Desmala Sure Yayınları-1995, Ahmet Ateş, İslam Ansiklopedisi, Cilt. 3, Deylem maddesi, sf. 567-573

[16] Bozkurt Güvenç, Kültürün ABC´si, sf.47, Yapı Kredi Yayınları-1997

[17] Oscar Mann- Karl Hadank, Mundarten Der Zaza, Berlin-1932, Prusya Bilimler Akademisi

[18] Terry Lynn Todd, A Grammer of Dimili ( Also Known as Zaza), An Arbor, Michingen, U.S.A-1986

[19] C. M. Jacobson, Rastnustena Zonê Ma (Handbuch für Die Rechtschreibung der Zaza Sprache) Bonn-1993 ve ZAZACA Okuma-Yazma El Kitabı, Bonn-1997 kitapları ortak alfabe ve yazım kuralları bakımından Kırmanc-Zaza çevrelerinde en geniş kabul gören çalışmalardır. Ki bu çalışmalar Zazaca konuşan ve okuyup-yazan çevrelerle birlikte hazırlanmıştır.

[20] Ludwig Paul, Zazaki(Gramatik und Versuch einer Dialektologie), Wiesbaden 1998

[21] Zılfi Selcan, Zaza Milli Meselesi Hakkında (dili, tarihi, siyasi, dini ve kültürel yönleriyle), Zaza Kültürü Yayınları, Ankara-1994, Zılfi Selcan, Grammatik der Zaza-Sprache Nord-Dialekt(Dersim Dialekt), Berlin-1998.

[22] Bazı durumlarda bunun tersi de doğrudur. "Diyarbakır Halkevi´nin... köycülük kolu çeşitli kurslar açardı. Bir köy örnek olarak, üs olarak seçilirdi. Orada mesela Türkçe konuşma müsabakaları açıyor. Vatandaşa Türkçe öğretiyor, Türkçe bilmeyenlere. Onlara hediye olarak mesela bir öküz veriyor...". Şevket Beysanoğlu, Anılarımda Diyarbakır Halkevi, Kebikeç, Sayı. 3, sf. 163, 1996

[23] Türk Dil Kurumu´nun Lengüistik-Etimoloji Kolbaşı´sı Hasan Reşit Tankut´un Varto Halkevi´nin yaptığı dil çalışması nedeniyle 9.6.1939´da yaptığı genelge niteliğindeki açıklaması buna iyi bir örnektir. "Uzak ve küçük Halkevlerinin Kürt ve Zaza dilleri üzerinde çalışma sahası açmalarını faydasız ve politika bakımından zararlı görürüm. Onların mesaisini faydalı kılmak için usul ve vasıta hazırlamak daha uzun zamana bağlı oldugundan, bu dil araştırma işini bırakmalarını münasip şekilde kendilerine anlatılması iyi olacağı kanaatini arzeder, saygılar sunarım". Belgenin tam ve orijinal halini kişisel arşivinden Ömer Türkoğlu Kebikeçte yayınladı. Kebikeç(İnsan bilimleri için kaynak araştırmaları dergisi), sy. 3, sf. 105- 106, Ankara-1996

[24] 1514 Çaldıran savaşı ile başlayan süreç 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla resmiyet kazanmıştır.

[25] Günay Aslan, Sözde Devlet, Özgür Politika, 17 Nisan 1995

[26] "Alevi Zaza dini milliyet ifade eder", diyen Hasan Reşit Tankut bir şekilde bu gerçekliğe işaret etmiştir. M. Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, sf. 442, Öz- Ge Yayınları-1994

[27] Munzur Comerd araştırmalarını Berhem, Pir, Ware ve Tija Sodıri´nin çeşitli sayılarında Türkçe çevirisiyle birlikte Zazaca olarak yayınladı. M. Comerd, Dersim İnancı´na yönelik araştırmalarını kısa sürede kitaplaştırıp yayınlayacak.

[28] Osmanlı Sadrazamlığı Anadolu Umum Müfettişi Müşür Şakir Paşa´dan Dersim´de şiddet ya da idare siyasetinden hangisi izlenmelidir diye görüşünü soruyor. Müşür Şakir Paşa 11 Ağustos 1899 tarihli cevabında, öteki önlemlerin yanında "Dersim´de Nakşibendi tekkelerinin açılmasını" da önermiştir. DERSİM, Jandarma Umum Kumandanlığı Yayını, sf. 136

[29] Dersimliler kendilerine Kırmanc, dillerine Kırmancki, üstünde yaşadıkları toprağa, coğrafyaya da Kırmanciye diyorlar. Ancak, bu adlandırma daha çok İç Dersim´de geçerlidir. İç Dersim´de de kendini Kırmanc olarak adlandırmayanlar vardır. Öncelikle Khuresu aşireti Pir ve Rayber olmayan, Ocak kökenine dayanmayan aşiretleri Kırmanc görmekte, kendilerini ise kutsal tabaka, dini soylular olarak görmektedirler. Kırmanclık burda yönetici olmayan halka verilen isimdir. Ayrım ağa-köylü ayrımına uymaz. Ağa olsun, yoksul yada zengin olsun, tüm kutsallık dışı aşiretler Kırmanc olarak adlandırılmaktadır. Ancak, Khuresu aşireti de konuştuği dile Kırmancki, yaşadığı coğrafyaya Kırmanciye demektedir. Yine Varto-Xınıs´ta Zazaca konuşan Aleviler kendilerine Kırmanc demiyorlar. Onlar için Kırmanc ismi Khurmanc kelimesine yakınlığıyla Kürtleri çağrıştırıyor. Kendilerine sadece ´Ma` ya da ´Elewi´ diyorlar. Sivas´da Zazaca konuşan Lolan, Çarekan ve Ginan Zazaları da kendilerine Kırmanc demiyorlar. Kendilerini Elewi, Dımıli veya Alevi Zaza olarak adlandırıyorlar. Zazaca konuşan Alevi, Şafi ve Hanefi kesimlerin kendilerini nasıl tanımladıkları konusunda tüm bölgeleri kapsayan ayrıntılı bir çalışma yapılmamıştır. Aslında bütün halklar da istisnasız herkesin üstünde birleştiği tek bir kimlik yoktur. Kimlik ortalama birliğe tekabül eder. Bu bakımdan genel olarak Kırmanc-Zaza terimi, aleviliği, tarihi, dini, dili ve toprağı birleştiriyor.

[30] Kemalist dönemin önde gelen ideologlarından Hasan Reşit Tankut, Zazalar Hakkında Sosyolojik Tetkikler isimli çalışmasında, alevilik ve yurtseverlik arasındaki ilişkiye değinmiştir. H.Reşit Tankut Zazaları Türkleştirmenin yolunu aramaktadır. Çalışmasını eleştirel olarak ele almak gerekiyor. Alevilik, yurt ve yurtseverlik arasında kurduğu bağlantı gerçeğe yakındır. "Yurt Severlik Dersimliler tıpkı Şamanlılar gibi din köküne dayanır. Bir vatana severlik sahibidirler... O zalim Dersim´in kısır toprakları uğrunda çok şeye katlanırlar. Ölürler, öldürürler, fakat Dersim´i bırakmazlar" dedikten sonra daha ilerde ise Dersim yurtseverliğinin sınırlarını kendince çizer. "Dersim´de dini bir vatanseverlik hüküm sürdüğünü yukarıda okumuş öğrenmiştik. Vatanseverliğin hududu bütün Aleviliği kucaklamak ve sarmak ister, fakat ancak ve yalınız Sivas içlerinde kabul ve hürmet görebiliyor. Başka yerlerde Dersim´in Alevi milliyeti his ve hareket uyandırmaz". Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, sf. 442-446

Zazacayı lehçe saymak onu ölüme mahkum etmektir…

Doç. Dr. Zülfü Selcan, “Zazaçanın lehçe olduğu görüşü Zazacayı ölüme mahkum etmektir” dedi.
Bingöl Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü' tarafından tertiplenen programda Tunceli Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Zülfü Selcan "Zaza Tarihi ve Zaza Dilinin Özellikleri" adlı bir konferans verdi.
Zazaca konuşma dilinden resmi yazı diline geçiş konusunda bilgiler aktaran Selcan,''Ülkemizde dil konusunda atılan tarihi adımların sevindirici , elbette yerli dillerin üniversitelerde bilim yuvalarında okullarda ve eğitimde kullanılması tabiî ki ülkemizin zenginliği olarak görülmektedir." dedi.


'Yasaklarla bir yere varılamaz''

Selcan, "Ülkemizde Çeşitli gerginliklerin çıkmasından dolayı artık herkes anladı ki dil yasaklarıyla bir yerlere varılmayacağını ve ülkemizin Avrupa ülkeleri seviyesine gelmesi için daha ileri adımlar atılması gerekildiği düşünüldü. 2001 yılında Erdoğan hükümetinin anayasada değişikliği yaparak dil yasaklarının kaldırılması basın ve yayında serbest bırakılması değişikliği getirildi. Tabiî ki bu durum olumlu bir adım."ifadelerini kullandı. Selcan, "Zazacanın Tunceli üniversitesinde seçmeli dil olarak konulması daha yeni bir başlangıç olmuştur. Daha ileri bir adım ise Tunceli üniversitesinde Zaza dil bölümünün açılmasıyla, bizler de Avrupa'daki okulları bırakıp ülkemize gelerek katkıda bulunmak istiyoruz."şeklinde konuştu.

"Lehçe görüşü pozitif bir yaklaşım sayılmaz"
Bazı fikirler ve görüşlerle Zazacanın lehçe olarak ileri sürüldüğünü belirten Selcan, ''Şunu da bilmemiz lazım bazıları devamlı şekilde Zazaca dilinin Kürtçenin lehçesi olarak görme alışkanlıkları var. Maalesef bu görüş zarar vericidir. Bu görüşler pozitif bir yaklaşım sayılmaz. Çünkü lehçe saymak o dili ölüme mahkûm etmektir. Bizlerde bu zihniyeti kötü buluyoruz. Her dilin yaşama hakkı vardır buna saygı duyuyoruz. Her kültürün yaşama hakkı vardır. Herkes birbirine saygı duymalıdır ancak böylece ülkemizde hoşgörü toplumu gelişebilir. Avrupa bunları çoktan aşmıştır bizde ülkemizde bu adımları atmak zorundayız dedi''

''Genel olarak şairlerin ve edebiyatçıların şivesi yazı dili olarak seçilir''

Zazaca da yöresel farklılıkların olduğunu ifade eden Selcan şöyle konuştu"Bunu uygun bir karara bağlamak lazım. Burada şu durumla karşı karşıyayız Zazaca şimdiye kadar yasak bir dönemden geçti. Şimdi serbest olma döneminden geçiyoruz. Bundan dolayı az bir yazı geleneği yaşanmıştır. Biz bu az olan yazı geleneğinde orda bir ders çıkarmalıyız tüm dil farklarını göz önünde bulundurmalıyız ve diğer ülkelerde Türkçede yapıldığı gibi biz de Zazaca da şu kuralı uygulayabiliriz. Genel olarak şairlerin ve edebiyatçıların şivesi yazı dili olarak seçilir. Bu bakımdan bir kural olur ikinci kural zazacada yöresel farkların çok büyük olması bundan dolayı biz bir tek yörenin şivesini yazı dili olarak alıp diğer bölgelere kabul ettirmemiz mümkün değildir. Çünkü farklar vardır bunun kültürel kriterleri vardır. Onun için bu realist bir yaklaşım olamaz. En akıllı çözüm bence Zazacanın iki ana lehçesinde hem kuzey hem güney lehçesinde eğitimin yapılması en doğru bir yaklaşımdır. Bununla biz bir yörenin şivesini yazı dili olarak alıp diğerine uygularsak o zaman öğrenciler o dili anlamaz bunu göz önünde bulundurmak zorundayız onun için kuzey ve güney lehçesinde iki ana lehçede eğitim yapmak. O zaman tatmin edici bir çözüm olur.”

''İnsanlar dilini sevmeli ve dilini konuşmalıdır''

Zaza dilinin ciddi tehlikeden kurtarılması için bazı noktalara dikkat edilmesi gerektiğini ifade eden Selcan, "Her şeyin mesulü sadece devlet olamaz o dili konuşan insanlarında dilini sevmeleri ve dilini konuşmalıdır, evinde konuşmalıdır, çocuklarıyla konuşmalıdır, annelik babalık görevlerini yerine getirmelidir. Tabi ondan sonra hükümette bunu desteklemelidir, çünkü ülkemizin dilidir ülkemizin kültürel zenginliğidir. Diğer yandan Zaza kökenli milletvekillerinin de görevlerini yerine getirmelidir. O halktan seçilmiştirler, o halkın dilini parlamentoda dile getirmelidir ve çözümler teklif etmelidir. Diğer yandan Zaza iş adamları bu dili bu kültürü desteklemelidir.
Çünkü bunu gerçekleştirmek için maddi desteğe ihtiyaç vardır. Çünkü onların da dilidir
Hepsinden önemli olan şeyde budur; Zazaca bir Televizyon kurulması zorunludur. Bunu gerçekleştirmek için çeşitli kurumların sorumların devlet tarafından olsun sivil toplum kurumlarından olsun mutlaka Zazaca bir televizyona ihtiyaç vardır. Zazacayı okul ve üniversitelerde okutmakla bu tehlikeden kurtulmak yetmez. Zazaca bir Televizyon ve Radyonun da 24 saat yayın yapması gerekir. Ancak bununla ülkemizin bu dilini bu tehlikeden koruruz ve bunun için tüm sorunların tüm kültür severlerin tüm dil severlerin ve insan severlerin buna destek olması lazım'' şeklinde konuştu.
Zaza dili ile ilgili konuşmasını sonlandıran Yrd. Doç. Dr. Zülfü Selcan öğrencilerin sorduğu Sorulara cevaplar vererek konuşmasını bittirdi.
Daha sonra Bingöl Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü başkanı Yrd. Doç. Dr Nüsret Bolleli yaptığı kısa konuşmasında ''Birçok bilim adamı Zaza dilinin ayrı bir dil olduğunu söylüyor." İfadelerini kullandı.

15 Mart 2013 Cuma 11 : 09

http://www.bingolgazetesi.com.tr/haber/20130315/15576/kunye.html