30 Nisan 2013 Salı

6 Mayıs Şehitlerini Saygıyla Anıyoruz

O sahneyi çok iyi somutladım. Bir mitinge gider gibi gideceğim idama. Asılma günü gelip çatınca o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı...
Beyaz ölüm gömleği giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Traş falan da olmayacağım. Önce gidip orada oturacak, bir sigara yakacağım. Sonra demli, güzel bir çay içeceğim. Haa bak, Rodrigo'nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler...
Sonra urganı kendim geçireceğim boynuma. Ve dönüp, orada asılmamı seyredenlere, burada ölen yalnızca bedenimdir diyeceğim. Ama düşüncemi öldüremeyeceksiniz. Düşüncem yaşayacak."
Deniz Gezmiş

1 MAYIS MARŞI


Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez

Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı

Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından

Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından
Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir

1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı

Vermeyin insana izin kanması ve susması için
Hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin

Bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı

Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Ulusların gürleyen sesi yeri göğü sarsıyor

Halkların nasırlı yumruğu balyoz gibi patlıyor
Devrimin şanlı dalgası dünyamızı kaplıyor

Gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider
Devrimin şanlı yolunda bir kağıt gibi erir gider

Söz ve Müzik : Sarper ÖZSAN

Dersim 1938 : Komutan mermi pahalı kullanmayın dedi, kadınlara, çocuklara dipçikle vuruyorduk. Sonra tüfekler zarar görüyor dendi. Bundan sonra meşe kütükleri ile vurmaya başladık.

Has Parti Genel Başkan Yardımcı ve İstanbul İl Başkanı Profesör Doktor Mehmet Bekaroğlu da Dersim katliamı tartışmalarına yaşadığı bir tanıklıkla katıldı.
Bekaroğlu twitter’dan şunları yazdı:

Bundan 14 yıl önce KTÜ Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesiyken gördüğüm bir hastanın bana anlattıklarını açıklama zamanı geldi gibi.
70'ini aşmış bir erkek hastaydı. İntihar girişiminde bulunmuştu; depresyon tanısı ile takibini ve tedavisini yapıyorduk.

Bir seansta Dersim harekatına katıldığını öğrendim; görüşmenin devamında ağlayarak özetle şunları söyledi:

"Komutan mermi pahalı kullanmayın dedi, kadınlara, çocuklara dipçikle vuruyorduk. Sonra tüfekler zarar görüyor dendi.

Bundan sonra meşe kütükleri ile vurmaya başladık. Vura vura 10 yaşındaki çocukları öldürdük".

Evet, bunları söylemişti, hıçkıra hıçkıra ağlayarak.

Öncelikle bu hasta sırrıydı; kimlik belirterek anlatmam mümkün değildi. Daha öncede "bir hasta" diyerek bazı toplantılarda açıklamıştım. Şimdi Dersim tartışmalarına katkı olur diye burada yeniden açıklıyorum.


Hastamla ilgili bilgiler soruluyor. Meslek etiği gereği daha fazla bilgi vermem mümkün değil. Ancak şunu ifade edeyim: Depresyonunun nedeni Dersim'de yaşadıklarıdır diye bir kesin tespit mümkün değil ama bu, hastalığında önemli bir faktör olduğu kesin.

Depresyon gerçeği değerlendirme yeteneğinin kaybolduğu bir hastalık değil. Ayrıca psikiyatrik görüşmeden anlatılanların yalan olma


sı uzak ihtimal.
DEMOKRAT HABER

DERSİM 38’ İN TANIĞI EMNİYET AMİRİ’ NİN İTİRAFLARI


Dersim Soykırımı’nda görev alan zamanın emniyet amiri Mehmet Ali Doğaner 75 yıldır sır gibi sakladığı gerçekleri anlattı. Bölgede, 4. Umum Müfettişliği’nde askerî istihbarat toplamak üzere 7 yıl görev yapan emekli emniyet amiri Mehmet Ali Doğaner bu sessizliği Zaman’a bozdu.
Dersim Soykırımı’nda görev alan zamanın emniyet amiri Mehmet Ali Doğaner 75 yıldır sır gibi sakladığı gerçekleri anlattı.
Bölgede, 4. Umum Müfettişliği’nde askerî istihbarat toplamak üzere 7 yıl görev yapan emekli emniyet amiri Mehmet Ali Doğaner bu sessizliği Zaman’a bozdu.

Doğaner, 1936′da başlayıp 4 yıl süren olayların bastırılması sürecinde yaşananları şu sözlerle özetledi:
“Kadın, çoluk çocuk ölmüştür. Öyle öldürme de değil, kurşuna dizdiler. Yalan söyleyecek halimiz yok. Miktarını veremem. Kaçanlar, kurtulanlar kurtuldu.”
1934′te polis okulundan mezun olduktan sonra Dersim’e tayin edildiğini belirten emekli emniyet amiri Mehmet Ali Doğaner, ilk olarak Korg. Abdullah Alpdoğan’ın istihbarat subayı Ragıp Gümüşpala’nın emrinde 7 yıl çalıştığını söyledi.

75 YIL SAKLANAN GERÇEK
Dersim hadisesinin üzerinden yaklaşık 75 yıl geçti. 1934 yılında askeri istihbarat toplamak üzere ilk görev yeri olarak Elazığ’daki 4. Umum Müfettişliği’ne görevlendirilen Mehmet Ali Doğaner, bölgede 7 yıl çalıştı. 103 yaşındaki emekli Emniyet Amiri Doğaner, Zaman’a dönemin tanığı olarak ilk kez konuştu. Doğaner, isyanın bastırılması sürecinde çocukların ve kadınların da öldürüldüğünü şu sözlerle doğruluyor:
 “Kadın çoluk-çocuk ölmüştür, yalan değil. Öyle öldürme de değil, kurşuna dizdiler hem de. Yalan söyleyecek halimiz yok. Miktarını veremem. Kaçanlar, kurtulanlar kurtuldu.”
 Aşiret reisleriyle devlet yetkililerinin ‘Durumu nasıl düzeltebiliriz’ konusunda görüşmeler yapıldığını aktaran Doğaner, Ragıp Gümüşpala’nın bir gün kendisine ‘Aşiret reislerini Dersim’den alıp Elazığ’a götürme’ emrini verdiğini aktarıyor. Doğaner, o günü şöyle anlatıyor:
 “Aşiret reislerini almak için askerler Mameki denilen bugünkü Tunceli’ye gitti. Askerlerden önce 80-90 yaşındaki aşiret reisleri dağları, dereleri tepeleri aşıp çıkıp geldi. Mehmetçiği göremeyince heyecanlandık panikledik. Kürtçe (Kırmancki bn.) bilen birini bulup sorduk askerlerimizi. Mehmetçik tam bir saat sonra o tepeleri aşıp gelebildi. Ardından aşiret reislerini Elazığ’a götürdük.”

TUNCELİ’Yİ BİR HAFTADA TEMİZLEDİLER
Aşiret reislerinin Elazığ’da bir ay görüşme yaptıktan sonra ayrıldıklarını anlatan Doğaner, Dersim’e yapılan büyük askeri harekatlara giden süreci şöyle anlatıyor:
 “Aşiret reisleri görüşmelerin ardından ‘biz gedeceğiz’ dediler. Salıverdik gittiler. Aradan bir hafta geçmedi, Ovacık’ta bir karakolumuzu bastılar. 13 subayımızı şehit ettiler. O günlerde Hatay mevzuu da ortaya çıkınca devlet harbe hazırlanmaya başladı. Ama asker nerede; Tunceli’de. Olur mu? Hatay mevzuu da çıkınca Tunceli’nin temizlenmesi gerekti. Çünkü harp etmek için asker lazım. 4. Müfettiş Korgeneral Abdullah Alpdoğan’dan emir-komuta alındı ve 3. Ordu’ya verildi. 3. Ordu, bir haftada Tunceli’yi temizledi.”

ÇOCUKLAR DA KURŞUNA DİZİLDİ
Bu harekatlarda kadın ve çocukların da öldürüldüğünü doğrulayan Doğaner, “Ben görmedim ama biliyorum. Yalan söyleyecek halimiz yok. Kadın çocuk ölmüştür yalan değil. Kurşuna dizdiler hem de öyle öldürme de değil. Kaçanlar, kurtulanlar kurtuldu. Bir kısmı, Konya, Kayseri gibi Orta Anadolu’nun köylerine sürgün edildi. Sonra devlet af çıkardı, isteyenler memleketlerine döndü.” şeklinde konuşuyor.

Dersim’e 36 kez askeri harekat yapıldığını hatırlayan Doğaner, harekatların bu kadar çok olmasını dönemin subaylarının tutumlarına dayandırıyor. Harekata katılan subayların, bölgedeki çatışmayı dindirmek için çabalamadığını söyleyen Doğaner, “Dersim’e giden subaylar ‘hayvan herifler’, tevkif etmeye gitmemişler, ceplerini doldurmaya gitmişler. Aşiret reislerinden almışlar paralarını, dönmüş gelmişler.” dedi. Doğaner, Dersim hakkında bundan başka bilgi veremeyeceğini ifade ederek “Anlatamam, çünkü çekinirim, korkarım.” Diyor.

Kayanak : Halkın Sesi Gazetesi 23 Nisan 2012
___________________________________

19 Nisan 2013 Cuma

Alevilere Karşı Yapılan Tertip ve Planlar ''Baki Kalan Bu Kubbede Bir Acayip Alevi Nefreti İmiş''

Kelime Ata, son zamanlarda dozu giderek artan Alevi nefretini “Baki kalan bu kubbede, bir acayip Alevi nefreti imiş” başlığıyla yazdı. İşte o yazı:

AKP tarafından sistematik şekilde uygulanan ötekileştirme, yadırganmaktan çıkıp olağan hale geldi. Sergilenen fütursuzluk ve pervasızlık, Alevilere karşı yaratılan düşmanlık, bir Alevinin katlanma sınırlarının çok çok ötesine geçmiş durumda… Hemen hemen her gün eğitim kurumlarında, işyerlerinde, bürokraside, siyasi zeminlerde Alevilere küfrediliyor, hakaret ediliyor, hak ihlalleri durdurulamıyor, ayrımcılık giderek daha geniş alanlarda daha çok yapılıyor. Kötümser bir bakış açısı olabilir ama gelecek Aleviler açısından pek parlak sayılmaz…

Vukuat-ı adiye sayılacak kadar fazlalaşan olumsuz gelişmeler Alevilerin kaygılarını artırıyor ama bu kaygıları anlayacak bir siyasal ve kültürel iklimin olmaması daha çok acı veriyor insana… Çok sıkça rastlandığı üzere Alevilerin kaygıları “laikçilerin vesvesesi” ya da “endişeli modernler” gibi ifadelerle alaya alınabiliyor. Oysa bırakın 10 yıllık AKP iktidarının tümünü sadece Erdoğan’ın ustalık döneminin

bir analizi yapılsa, din referanslı düzenlemeler alt alta sıralansa Sünnilik dairesinin dışında kalanlar için özellikle de Aleviler için gündelik yaşamın ne denli zorlaştığı pekala anlaşılabilir.

Alevileri her türlü marazi durumun kaynağı olarak görme, güvenlik konseptleri çerçevesinde değerlendirme alışkanlığı aslında yeni değil… Geçmişte Ebusuut’lar, İdrisi Bitlisi’ler, Yavuz Sultan Selimler, Kanuniler, İkinci Mahmutlar vardı, şimdi onların yerini Recep Tayyip Erdoğan, Mümtazer Türköne’ler, Yalçın Akdoğan’lar, Emre Aköz’ler, Güneri Civaoğlu’lar, Mubahat Küyel’ler aldı.

Sıraladığım isimler tanıdık gelmiş olabilir; Mubahat Küyel’i ise günümüzde pek çok insan anımsamaz. Sağ çevreler onu felsefenin önemli isimleri arasında sayar ama Alevilerin bu isme olan aşinalığı travmatik bir olaya dayanır.

Kendisi, 1976 yılında liselerde okutulan kitabıyla Alevilere karşı nefret duygularını çoğaltanların başında geliyordu. Talim Terbiye Kurulu tarafından onaylanan Felsefeye Başlangıç kitabı öyle rencide edici ifadelerle doluydu ki, dönemin CHP milletvekillerinden Nurettin Karsu, meclis kürsüsünde bu kitabı yırtıp atmıştı. Prof. Dr. Mubahat Kuyel, şöyle yazıyordu:

“Şia din başkanlığı meselesinde Ali’yi tutanlardır. Bunlar Ali’yi Tanrı mertebesine çıkaranlardır (Galiye)dır. Ebu Bekir ve Ömer’in din başkanlığını tanımayanlara, Rafıza, Ali’nin torununun oğlunu gerçek din başkanı sayanlara Zeydiye denir. Bunlar, Tanrı’nın ya da Kutsal Ruh’un Ali’ye oradan da oğulları Hasan ve Hüseyin’e geçtiğine, Tenasuh (Tanrı ruhunun insana gelip sonra, geri döndüğüne) a inanırlar.(…) Galiye’ye göre, domuz eti ve şarap dince yasak ve haram değildir, helaldir. Evli erkek ve kadının evlilik dışı cinsel ilişkiler kurması (zina) da helaldir.(…) Özellikle, Şiiler arasında ‘Ben Tanrıyım (Enel-Hakk)’, ya da ‘Cübbemin altında Tanrı var’ iddialarıyla ortaya çıkan bir kesim mutasavvıfın davranış ve düşüncelerini ölüm karşılığıyla ödemelerinin gerçek sebebi bu olmalıdır. Ayrıca devlet otoritesine karşı gelen bozguncu eylemler de, yine bu teori ile felsefe yolundan yasalılaşmaya çalışmışlardır. Pir sultan Abdal, Nesimi, Simavi…”

Bu kitap, Milliyetçi Cephe’nin Alevilere yönelik tezgahladığı kıyım politikalarının ideolojik altlığını oluşturan olaylardan sadece biriydi. Şimdilerde Alevilere yapılan “Buyrun camiye” türünden davetlere “Aleviler de müslümandır”, “ibadet yerimiz camidir” şeklindeki ikiyüzlü teranelere aldırmayın, 1963 yılında Diyanet’te Mezhepler Müdürlüğü kurularak Alevilere de temsil imkanı yaratılmak istendiğinde bugünün sahte demokratlarının babaları, ideolojik akrabaları, Müslüman kardeşler “Aleviler camilerimizi kirletecek. Camilerde mum söndü yapacaklar” diye kıyametleri koparmışlardı.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bakiye kalan, özellikle 1960’lı yıllarda da geliştirilen Alevi karşıtlığı, 1970’li yılların sonunda kitlesel kıyımlarla sonuçlandı.

Dersim’de Alevilerin üzerine devletin demir perçesi inmişti. Çorum’da, Maraş’ta, 1978 yılında yaşanan Sivas olaylarında, 1993’teki Madımak katliamında ise devletin tezgahladığı oyunun figüranları dinci- milliyetçi cephenin insanlarıydı. Yıllarca aynı avluyu, aynı sofrayı paylaştıkları Alevileri en vahşi yöntemlerle öldürecek kadar kin, nefret ve düşmanlık hissi duyanlar, bu duyguları bir anda hissetmiş olamazlardı. Demek ki, bir birikim vardı.

Şimdi, geçmişin acı deneylerini kolektif hafızada anımsatan yeni önyargılar oluşturuluyor. Geçmişte Aleviler “din düşmanı, komünist, bölücü” gibi sözcüklerle ülkenin ve milletin bekasına tehdit gibi görülüyordu. Şimdi, din düşmanlığına, komünistliğe ilave olarak darbeci, Ergenekoncu, illegal örgütlerin şahin kanatları şeklinde takdim ediliyorlar.

Yani, konjonktüre göre ötekileştirme biçimleri değişiyor ancak Alevi nefreti bu gök kubbenin altında baki kalıyor. Ne zaman bir düşmana ihtiyaç duyulsa ona mutlaka bir Alevi elbisesi giydirilebiliyor; kah teolojik gerekçelerle kah siyasi gerekçelerle…

Anlaşılıyor ki, AKP ve AKP zihniyetine sahip siyasi çevreler, bürokratlar, iş dünyası, yargı mensupları, kabine üyeleri ellerine kalem kağıt alıp kimlerin Alevi olduğu konusunda çetele tutuyorlar. Günü geldiğinde bu bilgiler, gündelik siyasi veya teolojik ihtiyaçlar için tezgah üstüne çıkarılıyor.

AKP’nin göz yumduğu, bizzat katkıda bulunduğu, teşvik ettiği nefret söylemlerini, ayrımcı uygulamaları, hak ihlallerini sıralamak hayli zaman gerektiriyor. Ben ilk anda göze çarpan örnekleri yazmakla yetineceğim:

1- Diyanet İşleri Başkanlığı, 2008 yılında hazırladığı strateji raporunda zorunlu din dersi ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını talep edenleri “dine yönelik tehdit” olarak sundu. Bugüne kadar tehdit ifadesinin stratejik planlara niye konulduğu da izah edilemedi.

2- Aleviler, ilk kez bir Başbakan tarafından seçim meydanlarında alenen yuhalatıldı. Başbakan Erdoğan, kendisine verilen hapis cezasıyla ilgili olarak “beni belli bir mezhebin hakimleri mahkum ettirdi” dedi, “Dedelerden talimat alma dönemi bitti” diye devam etti.

3- Çorumlulardan Ebusuut Efendi ile gurur duymalarını istedi, “Yavuz Sultan Selim’in izinden gittiğini söyledi”…

4- Alevilerin Ergenekoncu olduklarına dair kanaatin gelişmesi için özel çaba harcandı.

Nobranlıkta ve nadanlıkta sınır kalmayınca 28 Şubat’ın faturası ordudaki Alevi subaylara kesildi. Bunun ideolojik çerçevesini özetleyen ise Mümtazer Türköne oldu. Türköne, Alevi Çalıştayı’nda ve birkaç yazısında Alevilerin nüfuslarının az olduğunu, iktidara gelemeyeceklerini bildikleri için darbeci eğilimlere sahip olduklarını yazıp çizdi.

5- Yeni Osmanlıcı hayallere kapılan hükümet, Türkiye- Suriye ilişkileri bozulduğunda Alevi silahına sarıldı. Mezhepçi siyasetinin gereği olarak “Alevi Esat halka zulmediyor” propagandasıyla kamuoyu oluşturdu. Kim ki Suriye politikasını eleştirdi o Baasçı ilan edildi.

6- DHKP-C eylemlerini artırdığında yandaş medyada DHKP-C’nin üst düzey kadrolarında Alevilerin bulunduğu, bu yüzden sağda solda bombalar patlattıkları teması işlendi. Örgüt içinde Sünni kökenli insanlar da vardı ama AKP zihniyetinin işine gelmiyordu bu gerçeklik… Öyle ki, Dursun Karataş’ın bile Alevi olduğu yazıldı.

7- Sonra birden bire “Öcalan Türkiyeli, PKK Alevi” gibi çok art niyetli bir durum üretildi. Gazeteci Cengiz Çandar, TESEV için hazırladığı raporda PKK içindeki Alevi kökenli yöneticilerin doğal bir AKP karşıtlığına sahip olduklarını ve PKK’nin şahin kanadını oluşturduklarını söyledi. Çandar’a göre, Öcalan, Türkiye’yi kucaklayabilecek bir liderdi ama ah şu PKK’deki Aleviler olmasa…

8- Dicle Üniversitesi’nde öğrenciler arasında çatışma çıktı. Hizbullah’ın kurdurduğu HÜDA-PAR’ın Genel Başkanı Hüseyin Yılmaz, “Alevi ve solcu öğrenciler olayları kışkırtıyor” şeklinde açıklama yapınca Alevilere yönelik nefret suçu işleyenlerin arasına Hizbullah da girdi.

9- Öcalan’ın Nevruz mesajında İslam kardeşliğine vurgu yapmasıyla tartışma derinleşti. Başbakan’ın siyasi danışmanı ve Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, Star gazetesinde yazdığı “PKK içindeki kanatlar ve riskler” başlıklı yazısında açıkça Alevi kanadın barış istemediği gibi artniyetli bir saptama yaptı. Aynı içerikteki iddiayı Güneri Civaoğlu da dillendirdi.

Çözülemeyen sorunlarının sebebi olarak Alevilerin görülmesini sağlayacak bir atmosfer yaratmaya çalışan hükümet ve hükümete yakın çevreler ne yapmak istiyor?

Öyle ya; bu nefret söyleminin bir nedeni olsa gerek…

Nedir; bu neden?


17 Nisan 2013 Çarşamba

4 MAYIS Dersim Tertelesinin Anma-Lanetleme Günüdür

"Şimdi ayrımcılığın karanlık ve metruk vadisinden kalkıp ırklar arasında adaletin yollarına koyulmanın zamanıdır.“ (Martin Luther King)
• 1937/38 Dersim Tertelesi sadece bir defaya mahsus yaşanmış bir katliam değildir; 1937/38 katliamı, Osmanlı-Türk devlet yapısına aykırı yaşam tarzına, siyasi, sosyal ve kültürel kimliğe sahip bir topluluğa karşı yönelmiş, grubun yaşam tarzını ortada kaldırmayı hedeflemiş, başlangıç yılları onyıllarca geriye giden uzun bir siyasi kampanyanın en tepe noktasını oluşturmuştur.
• Dersimliler, egemen Osmanlı-Türk devlet geleneği ile çelişen yaşam tarzları, sosyal-siyasal ve kültürel kimlikleri nedeniyle sistemli olarak baskı, terör ve asimilasyon altında yaşamışlar ve bir imha politikasının hedefi olmuşlardır.
• 1937/38 Dersim Teltelesi Dersim halkına yönelik baskı ve asimlasyon politikalarının toptan bir imha haline dönüşme tarihidir ve 4 Mayıs, Dersim Tertelesi’nin günü olarak kabul edilmiştir. Dersim 38 Tertelesi`nde katledilen insanların anıları önünde saygı ile eğilirken, katliamı uygulayan, gizleyerek suç ortaklığı yapanları şiddetle kınıyoruz.
• 4 Mayıs“ın hükümetçe de Dersim 38 Tertelesi‘nin anma günü olarak kabul edilmesini istiyoruz. İş başında hangi hükümet olursa olsun her yıl 4 Mayıs‘da resmi bir açıklama yapılmasını, üzüntülerin dile getirmesini ve katliamda hayatlarını kaybedenlerin hatırlanarak, anılarına saygı gösterilmesini istiyoruz.
• Tarihi hatırlamanın ve katledilenlerin anıları önünde saygıyla eğilmenin, ülkemizde ilerde benzeri kitlesel katliamların engellenmesi; insan haklarına saygılı, barışı sağlamış demokratik bir toplumun kurulabilmesi için çok önemli olduğuna inanıyoruz.
Gerekçe:
4 Mayıs’ın Dersim 38 Tertelesi‘nin anma günü olarak seçilmesinin nedeni şudur:
“Tunceli tenkil harekatı“ olarak bilinen Dersim halkına yönelik toplu imha kararı 4 Mayıs 1937’de yapılan bir Bakanlar Kurulu toplantısında alınmıştır. Aynı gün Dersim toprakları bombalanarak; yüzlerce, kadın, erkek, yaşlı, çocuk sivil öldürülmüştür. Yaklaşık olarak iki yıl süren askeri operasyonlarda onbinlerce Dersimli katledilmiş, bir o kadarı da bilinmedik yerlere sürgün edilmiş, aileler parçalanarak, tek tek köylere, ilçe ve vilayetlere dağıtılmıştır. Dersim 38 Tertelesi ile Dersim’in önde gelenleri haksız hukuk dışı bir şekilde idam edildiler. İdam edilen Dersim Seyitlerinin yakınları, bugün hala dedelerinin mezarlarını aramaktadırlar. 1938‘de evlatlık verilen ya da kimsesizler yurduna verilen binlerce çocuk vardır. Gazeteler hala kayıp kardeşlerini / yakınlarını arayan insanların haberleriyle doludur.
Dersim 38 ile koca bir nesil anasız-babasız bırakıldı. Bizler, nenemizi, dedemizi ve yakın akrabamızı tanıma olanağından mahrum edildik. Çoğumuz kardeş, amca, dayı, hala duygusundan yoksun büyüdük. Annesiz, babasız, yakın akrabasız yaşamanın ne demek olduğunu belki de Dersimliler kadar kimse bilemez. Bu duyguyu ancak benzeri soykırımlara uğramış topluluklar bilir ve anlarlar.

Türkiye’nin Medeni Dünya’da Hakettiği Yeri Alması İçin:
Çağımız tarihle yüzleşme ve geçmiş hatalardan dolayı özür dileme çağı olarak anılıyor. Medeni ülkeler, farklı dil, inanç ve kültürleri bir zenginlik olarak kabul ederek koruma altına alıyorlar. Kendisinden farklı olanlara karşı yapılan haksızlıkların sorumluları, kendi gerçekleri ile yüzleşerek mağdurlardan özür diliyorlar. Yahudilere karşı Hitler’in soykırım politikası ile yüzleşen Almanya, 1911/47 yılları arasında sömürgeci politikaları yüzünden Libya’dan özür dileyen İtalya, yıllar önce kendi coğrafyasından kovduğu Musevilere yönelik politikalarıyla yüzleşen İspanya, II. dünya savaşı öncesinde ve sırasında Asya’da mağduriyete sebep olan politiklarıyla yüzleşen Japonya; yakın bir tarihte çalınmış kuşak‘tan ve Avustralya yerlileri Aboriginilerin torunlarından özür dileyen Avusturalya, 1990’lara kadar sürdürülen asimilasyon politikalarıyla yüzleşen ve yerlilerden özür dileyen Kanada ve Amerika bunlardan sadece bazılarıdır. Holocaust sırasındaki rolleri nedeniyle komisyonlar kuran, bu rolleri nedeniyle özür dileyen Baltık ülkelerini, Romanya ve İsviçre‘yi saymıyoruz bile.

Tarihleriyle yüzleşmek bu devlet ve toplumları küçük düşürmedi aksine saygınlık kazandırdı. Türkiye de ancak kendi tarihi ile yüzleşebilirse, bu onurlu toplumlar ailesine katılabilir . Ülkemizde barış ve demokrasinin yolu geçmişin acıları ile yüzleşmekten geçer.

Evet bu ülkelerde yüzleşmelerden sonra kıyamet kopmadı, tersine buralarda toplumsal iç barışa ve yaşanan trajedilerin unutulmasına yönelik önemli gelişmeler oldu. Bunun için yeni olanaklar ve yollar açıldı.
Dersim Halkı hiçbir zaman kan davası gütmedi. Töremizin, kültürümüzün bize öğrettiği insan sevgisidir, intikam duygusu değil. Şu yazdıklarımızı da bir intikam veya kan davası duygusuyla yazmıyoruz. Tam aksine, toplumsal barışa, kardeşliğe bir çağrıdır bizim yaptığımız. Devletin kendi insanını „tehdit“ olarak gören politikalarının sona ermesini, toplumsal barış ve huzur için, geçmişte yaşanmış acılarla yüzleşilmesini istiyoruz. Dersim 1937/38‘de yaşanan tarihi haksızlıkların açığa çıkmasını istiyoruz.
Vicdanı ile muhasebe yapacak, tarihi hakikatler ile yüzleşecek namuslu ve vicdanlı bir hükümete ihtiyacımız vardır. Türkiye insanı artık tarihi ile yüzleşmeyi onur sayacak bir hükümet istiyor. Halka sürekli olarak yalan söyleyen ve genc kuşakları yalan ile besleyen hükümetler istemiyoruz. Yalanı ve iftirayı politika haline getirmiş, insanların kitleler halinde öldürülmesini „terörizmle mücadele“ olarak sunan hükümetler bize yakışmıyor.
4 Mayıs Dersim 38 Tertelesi Gününde ölülerimiz için dua etmek istiyoruz. Onların anısına mum yakmak, kurban kesmek ve niyaz dağıtmak istiyoruz. Coğrafyamızda yaşanan katliamların bilinmesini, tarihimizin, kültürümüzün, dilimizin ve inancımızın yaşamasını ve yaşatılmasını istiyoruz.
Sayın Başbakan, sayın Cumhurbaşkanı, 4 Mayıs’da bizim ile beraber anmalara katılın; Dersim 38 mağdurlarının üzüntülerini paylaşın. Sizlerden, 4 Mayısı resmi anma günü ilan ederek katledilen onbinlerce kadın, çocuk, yaşlı mahsum insanın anısı önünde eğilmenizi bekliyoruz.
Demokrasi‘den, insan haklarından, insan sevgisinden, ve adaletden yana olan herkesi bu acılı günümüzde aramızda görmek istiyor, tüm insanları yanımızda olmaya çağırıyoruz.
 Kamuoyuna saygılarımla

15 Nisan 2013 Pazartesi

Hoşgörü, bu topraklarda hiçbir zaman var olmadı


Malatya'da yaşanan vahşetin hemen ardından, son senelerde moda olan hoşgörü, mozaik ve diyalog gibisinden kavramlar yeniden dillere düştü.
Şimdi bilen bilmeyen herkes geçmişten örnekler veriyor, daha doğrusu verdiğini zannediyor, "Biz bir zamanlar hoşgörülü bir toplumduk, diğer dinlerin mensuplarına hiçbir şekilde müdahale etmezdik, herkes inancında hürdü" diyor ve feryad ediyor: "Bize ne oldu da bu hâle geldik?"
Bütün bu yakınmaların ve soruların, konuya pek vâkıf olmayanları şaşırtacak mahiyette tek bir cevabı var: Hoşgörü, bizde hiçbir zaman vârolmadı!
Unutmayalım: Tarihi olaylar, meydana geldikleri zamanın şartlarına göre değerlendirilirler. Bundan asırlarca önce yaşanmış bir hadiseyi bugünün kavramlarıyla yorumlamaya kalktığınız takdirde yanlış neticelere varırsınız.
Eski ile yeniyi aynı potaya koyan bir örnek vereyim: "Fatih Sultan Mehmed büyük bir devlet adamı olsa idi, Türkiye'ye demokrasiyi getirirdi" gibisinden bir düşünce baştan aşağı saçmadır. Zira, Fatih, bu iddia ile döneminde varolmayan demokrasi kavramını uygulamamakla suçlanmaktadır.

ALÂKASIZ KAVRAMLAR
Benzer hataları, son senelerde çok fazla yapar olduk.
"Osmanlı'nın hoşgörülü olduğu, gayrı müslümlerin devletin en yüksek mevkilerine kadar getirildiği" şeklinde sık sık ortaya atılan iddia da, işte bu hataların başında geliyor.
Osmanlı Devleti bir imparatorluk idi, Türkiye Cumhuriyeti ise milli bir devlettir. İmparatorluklar ile milli devletler birbirlerinden tamamen farklı sistemlerdir ve imparatorlukların milli devlet kavramlarıyla değerlendirilip yorumlanması büyük hatalara yol açar.
Şimdi, günümüzdeki hoşgörü, mozaik ve diyalog sözlerini bu kural çerçevesinde değerlendirelim:
* Bir imparatorluğun temelinde, çokuluslu olması yatar ve bugün din hürriyeti zannedilen serbestlik, imparatorluklarda olağan bir durumdur. Osmanlı İmparatorluğu'nda gayrı müslimlerin devletin yüksek makamlarında görev almaları milli devlet olmamanın ve çokulusluluk kuralının neticesidir, dolayısı ile de hoşgörü ile hiçbir alâkası yoktur. İmparatorluklarda hâkim bir millet hep mevcuttur, Osmanlı Devleti'nde hâkimiyet Türkler'e aittir ama, diğer dinlere ve milletlere mensup olanların yüksek görevlerde bulunmaları da imparatorluğun tabiatı gereğidir.
* Dolayısıyla, Osmanlı döneminde gayrı müslimler yahut Araplar gibi Türk olmayan kişilerin yüksek görevlere getirilmeleri normal uygulamalardır. Bu uygulamaların hoşgörü yahut mozaik gibisinden alâkasız kavramlarla değerlendirilmesi, yanlıştır.

DİN DEĞİL, PARA!
* Osmanlı'da Hristiyanlar'ın ibadetlerinde serbest bırakılıp İslamiyet'e geçmeye zorlanmamalarının sebebi hoşgörü falan değil, sadece paradır! Gayrı müslimlerin ödediği haraç ve cizye adındaki yüksek vergiler hazine için asırlar boyunca önemli bir gelir kaynağı olmuştur, bu vergiler bütün İslam devletlerinde vardır ve hiçbir devlet böylesine büyük bir geliri kaybetmek istememiştir.
* Uydurmamıza, kıvırmamıza ve eğip bükmemize gerek yok: Osmanlı döneminde Hristiyanlar için konmuş birçok yasaklar vardır. Meselâ şehirlerde atla gezememiş, yüksek bina yapamamış ve çanlarını kilise duvarının dışından işitilecek şekilde çalamamışlardır. Hattâ, bazı devirlerde sokağa ayaklarına çıngırak takarak çıkmak zorunda bile bırakılmış, belli renklerde elbise giymeleri bile yasaklanmıştır.
* Eski asırlarda bu topraklara şimdi Pax Ottomana yani Osmanlı Barışı denen bir sükûn hakimdir ama barışın kaynağı karşılıklı anlayış yahut hoşgörü değil, devletin gücüdür. Devletin kuvvetli olduğu devirlerde ister Müslüman, ister Hristiyan olsun, teb'adan hiç kimsenin din bahanesiyle bile tek söz etmesine izin verilmemiştir.
Sözün kısası: Hoşgörü, bu topraklarda hiçbir zaman vârolmamıştır, dolayısıyla şimdi söylediklerimiz sadece kendimizi kandırmaktan ibarettir.
MURAT BARDAKÇI
http://arsiv.sabah.com.tr/2007/04/26/haber,A3F33FFA84B64D89A6E0E79D3ADC1EB9.html
______________________________________________

14 Nisan 2013 Pazar

Dört Halife Dönemi'nden bugüne ‘’İslam kardeşliği’’


Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam'ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları eski haline çevirmek düşüncesi II. Abdülhamit'in iç ve dış politikalarının temel motifiydi.

Son aylarda Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın ağzından, farklı bağlamlarda da olsa ‘İslamiyetin birleştirici gücü’ hakkında yorumlar duyduk. Epeydir, Asr-ı Saadet, Medine Sözleşmesi, Hudeybiye Barışı gibi İslami kavramlara dayalı ‘çözüm önerileri’ duyuyoruz. Toplumları bir arada tutan unsurlar arasında dinin önemli bir yeri olduğu doğru ancak tarih bize din kardeşliğinin bazen hiç işe yaramadığını, dahası din konusundaki farklı düşüncelerin toplumları bıçak gibi bölebileceğini gösteriyor. Bu haftaki yazım üzerinde pek konuşulmayan ‘madalyonun öteki yüzü’ne dair.

İslam’da ilk bölünmenin dört halife döneminin (632-661) sonunda başladığını hatırlatarak başlayalım. Üçüncü Halife Osman’ın 656 yılında kendisini Kuran’dan ve sünnetten saptığını düşünen Müslümanlarca hunharca öldürülmesi, cenazesinin iki gün yerde kalması, üçüncü gün cenaze alayının taşlanması ve nihayet Müslüman mezarlığına değil Yahudi mezarlığına defnedilmesi İslam kardeşliğinin kaybettiği ilk sınavdı herhalde. Bunu dördüncü halife Ali ile onu Osman’ın ölümünden sorumlu tutan Muaviye’nin çatışması izledi. Muaviye’ye, Mısır, Yemen ve Basra valileri ile Peygamber’in karısı Ayşe ile Talha ve Zübeyr gibi önemli sahabeler de destek verdi. Tarafların binlerce kayıp verdiği Cemel
(Deve) Savaşı, Müslümanların Şii ve Sünni olarak ikiye bölünmesinin başlangıcını oluşturdu.

Ali ve Muaviye taraftarları 657’de bir kez daha karşılaştı. Aylarca süren ufak çatışmalar, ateşkesler ve meydan muharebelerinden oluşan Sıffin Savaşı sonrasında Ali’nin halifeliği bir hile ile sonlandırıldı. Bu sonuçtan Ali’yi sorumlu tutanlar Hariciler adıyla yeni bir bölünmenin aktörü oldu.

Ali taraftarları ile Hariciler kozlarını 658’de Nehrevan Savaşı’nda paylaştı. Haricilerin büyük bir kısmı öldürüldü ama 661’de Ali’nin ölümü de bir Harici’nin elinden oldu.
Ali’nin oğlu Hasan halifelik hakkından vazgeçmeyince, Muaviye’nin ordusu Hasan taraftarlarını mağlup etmek üzere yürüyüşe geçti. Neyse ki Hasan durumun vahametini idrak etti ve bazı şartlarla halifeliği Muaviye’ye bırakmaya razı oldu da başını kurtardı. Böylece 89 yıl sürecek olan Emevi dönemi başladı.

Kerbela Olayı
Peki bu dönemde ‘İslam kardeşliği’ ne durumdaydı? Yerimiz dar olduğu için üç örnek vermekle yetineceğim: Muaviye’nin oğlu I. Yezid’in ilk işi, kendisine biat etmeyenleri bahane ederek Medine’ye saldırmak olmuştu. Ahali biraz direnmiş ama sonunda pes etmişti. Komutan Müslüm bin Akbe, Medine’nin üç gün ‘istibaha’sına (yağma ve kan dökmeye) izin verdi. İbn-i Esir, İbn Tahri gibi İslam tarihçilerine göre bu üç gün içinde 4.500 kişi öldürülmüş, bin civarında genç kıza ve bir o kadar evli kadına tecavüz edilmişti. Tecavüze uğrayanlar kâfirler değil, Hazreti Muhammed Medine’ye göç ettiğinde kendisini koruyan, bütün savaşlarına katılan Hazrec kabilesinin mensuplarıydı.

Ama Yezid’i tarihe geçiren başka bir olay oldu. Ali’nin diğer oğlu Hüseyin, Yezid’in halifeliğini tanımamış ve kendisini halife ilan etmişti. Destek sağlamak için Mekke ve Medine’ye ardından da Kufe’ye doğru yola çıkan Hüseyin ve 77 yoldaşı, Yezid tarafından 10 Ekim 680’de Kerbela denilen yerde susuzluğa mahkûm edilerek öldürüldü. Bu olay Şii-Sünni bölünmesini kalıcı hale getirdi.

Son örnek vaka, 691’de Emevi Halifesi Abdülmelik’e biat etmeyenleri yola getirmek için Haccac komutanlığındaki bir Müslüman ordusunun Mekke’yi yedi ay boyunca kuşatması ve Kâbe’nin mancınık bombardımanı ile yıkılması.

Emevilerin son dönemleri Mevali denilen Arap olmayan Müslümanlarla iktidarı elinde tutan Arap Müslümanlar arasındaki çatışmalarla geçti. 750’de Emevi hanedanına son veren Ebu’l Abbas ise öyle işler yaptı ki adını tarihe El Seffah (Kan Dökücü) olarak kaydettirdi. Dahası, 100 yıllık Abbasi iktidarı, sadece kâfirler için değil, Emevi soyundan gelenler ve Mevaliler için bir kâbus dönemi oldu. Abbasilerin 850’den itibaren dağılmasından sonra ortaya çıkan Müslüman beylikler ve devletçikler de birbiriyle savaşmaktan hiç vazgeçmediler. Zaten çoğu da bu savaşlar sonunda bir diğerinin bağrından doğdu, diğerinin toprağında ve halkının üzerinde hüküm sürdü.

Anadolu beyliklerine gaza
1300’lerden itibaren Bizans’ı sarmalamaya başlayan Osmanlılar sadece kâfire değil, din kardeşlerine de kılıç salladı. Resmi retoriğe göre Anadolu’yu ‘Türklere ebedi yurt yapan’ Rum Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Müslüman-Türk Anadolu Beylikleri’nin sonunu Osmanlılar getirdi. Örneğin Karamanoğulları’na ilk darbeyi 1397’de Osmanoğulları’ndan Yıldırım Bayezid vurdu. Bayezid’in ordusunda Bizans, Köstendil ve Sırp Kralı’nın yolladığı Hıristiyan askerler de vardı. Karamanlılar bu ilk darbeyi savuşturmuşlar ve uzun süre varlıklarını sürdürmüşlerdi ancak 1444’te Varna’da Haçlı ordusuna yenilen II. Murad, yenilgisinin faturasını Karamanoğulları’na kesecekti. Mufassal Osmanlı Tarihi’ne göre “Öç seferini bizzat Sultan Murat, ulemadan aldığı fetvalara istinaden Karaman ülkesine pek fena tahribat yaptırdı. Yapılan tahribat, o zamana kadar görülmemiş bir şekil ve derecedeydi. Türklerin şimdiye değin Hıristiyan ülkelerinde dahi kadınlara tecavüzlerine rastlanmamışken, yağma ve tahripten başka, Karamanoğlu’nun yaptıklarına, bu neviden çirkin şeylerle mukabele edildi…” Diğer Anadolu beylikleri de benzer kaderi paylaştı.

Osmanlı-Safevi kavgası
1473’te Akkoyunlular Fatih Sultan Mehmed’in orduları tarafından ‘Allah Allah!’ nidalarıyla ezilmiş, 55 bin Akkoyunlu öldürülmüş, Uzun Hasan oğlu Zeynel’in ve Akkoyunlu ileri gelenlerinin kesik kafası Müslüman ülkelere gönderilmişti. Hoca Saadettin’in Tac’üt-Tevarih’ine göre ‘Ol cenk meydanında kılıçtan geçirilenlerden gayri üç bin tutsak ibret olsun diye dönüş sırasında muzaffer ordu yanınca yedilüb, her konakta dört yüzü kılıçlara yem’ kılınmıştı. ‘Kemah yakınında olan Şebinkarahisar’a gelinceye kadar ol uğursuzları bu yolda kılıçtan’ geçirilmişti.
Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim Müslüman kıyımını bir adım ileri götürdü ve 1514’te İran’daki Safevi Devleti’ne karşı Çaldıran Seferi’ne giderken de dönerken de Şah İsmail’in doğal müttefiki olarak gördüğü Anadolu’nun Kızılbaş halkının kılıçtan geçirilmesini emretti. Kendini haklı çıkarmak için Şeyhülislam İbn-i Kemal ve Müftü Hamza’dan Kızılbaşların kadınları ortaklaşa kullandıkları, Kuran’ı, camileri yaktıkları şeklinde fetvalar çıkartmıştı. Bu sefer vesilesiyle Sünni Kürtlerle Osmanlı devleti arasında 500 yıl sürecek bir barışı temin eden Sünni Kürd büyüğü İdris-i Bitlisi’nin Selimname adlı eserine göre, 40 ile 70 bin arası Kızılbaş öldürülmüştü.

Yavuz, Çaldıran’ı takiben, Müslüman Türk köleler tarafından kurulan Mısır’daki Memluk Devleti’ne gazaya giderken (bu seferi meşrulaştırmak için Mısır’ın ‘Firavun ülkesi’ olduğu söylenmişti) yol üzerindeki Müslüman-Türk beyliklerinden Dulkadıroğulları’nı ve Ramazanoğulları’nı da kılıç zoruyla Osmanlı’ya tabi kılmıştı. Yavuz’un Mısır’da Müslüman ahaliye yaptıkları ise İdris-i Bitlisi’nin eleştirilerine neden olacaktı.

Osmanlı’nın Şii-Kızılbaş düşmanlığı Osmanlı-Safevi çekişmesinin bir türevi olan, köklü bir devlet politikasıydı. Nitekim Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan Süleyman ve onun oğlu II. Selim dönemlerinin Kürt kökenli Şeyhülislamı Ebussuûd Efendi’nin 30 yılda verdiği fetvalarla, Kızılbaş katliamı adeta bir rutin halini aldı. I. Ahmet döneminde Kuyucu Murat Paşa l606’da sadrazam olduktan hemen sonra bazı kaynaklara göre 100 binden fazla Kızılbaşı kazdırdığı kuyulara diri diri gömdürttü. Ondan 50 yıl sonra Köprülü Mehmet Paşa Celali ayaklanmalarını bastırmak adı altında Kızılbaşları yeniden kılıçtan geçirdi.

Safeviler ve Osmanlılar ‘İslam kardeşi’ olduklarını nedense hiç hatırlamadı ve 1548-49, 1554, 1578-1590, 1603-1618, 1623-1639, 1723-1727, 1730-1732, 1735-1736, 1742-1746, 1775-1779 ve nihayet 1821-1823 arasında kıyasıya savaştılar.

II. Abdülhamit ve Pan-İslamizm
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Batıcılık ve Osmanlıcılığın iflas etmesi üzerine aynen bugünkü gibi İslam kurtarıcı bir ideoloji olarak tekrar gündeme girmişti. 1856 Islahat Fermanı’ndan bu yana gayrimüslimlere tanınan hakların rahatsızlığını duyan Ziya Paşa, Namık Kemal gibi aydınlar, İslamcı düşünceye sıkı sıkıya sarıldı. Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam’ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları eski haline çevirmek düşüncesi II. Abdülhamit’in iç ve dış politikalarının temel motifiydi. Bu amaçla Halil İnalcık’a göre 18. yüzyılda üretilmiş bir efsane olan ‘Halifelik’ meselesi yeniden ‘keşfedildi’, tektip Kuran’lar basılıp hem ülke içinde hem de Türkistan, Hindistan ve Cava gibi uzak diyarlarda dağıtıldı, Hac yollarının güvenliği sağlandı, Arap eyaletlerine büyük yatırımlar yapıldı, Arap kökenliler önemli görevlere atandı. Abdülhamit çevresinde Arap ulemayı eksik etmedi. Bu yaklaşım bir yandan merkezin ‘Kavm-i Necip’le barışmasını sağladı, dünyanın uzak köşelerindeki Müslümanlarda heyecan uyandırdı, bir yandan da siyasal İslamcılığın ilk nüvelerinin ortaya çıkmasına yardımcı oldu.

Bu amaçla içerde devletin resmi dini olan Sünni İslam dairesinde olduğu için doğal müttefik kabul edilen Kürtler, Hamidiye Alaylarında örgütlenerek, hem imparatorluğun kadim düşmanı Rusya’ya, hem İran’a karşı bir tampon bölge oluşturuldu hem de giderek güçlenen Ermeni milliyetçiliğinin önü kesilmeye çalışıldı.

‘İslamın birleştiriciliği’ burada da hayata geçmedi. Nizamname’de din konusunda açık bir hüküm yoktu ama fiiliyatta sadece Sünniliğin Şafiî mezhebinden olanlar alaylara alındı. Alaylar sayesinde bölgelerinde ‘alikıran, baş kesen’ olan Sünni Kürtler bu dönemde Abdülhamit’i ‘Bavé Kurda’ (Kürtlerin Babası) olarak adlandıracak kadar sevdiler. Ama Kızılbaş Kürtler için Abdülhamit demek, Ali Şefik Paşa’nın böl-yönet politikaları ve katliamlarıydı, Neşet Paşa’nın kanlı harekâtlarıydı.

İttihatçıların İslam politikaları
Aksak gedik de olsa İslam camiasında bir heyecan yaratan Pan-İslamist politikalar II. Abdülhamit’in 1909’daki ‘31 Mart Olayı’nın ardından İttihatçılarca tahttan indirilmesiyle kesintiye uğradı. İttihatçıların Türkçü ideolojiyi hayata geçiriş biçimi, Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman unsurların imparatorluktan uzaklaşmasına neden oldu. Yine de 1911 Trablusgarp Savaşı ile birlikte, İslam ruhu bir hamle daha yaptı. Lübnanlı Dürzî lider Emir Şekip Aslan’ın çağrılarına kulak veren Irak ve Suriye’deki kabileler, Cezayirli ve Tunuslu göçmenler askere yazılmak üzere kışlaların önüne yığılmışlardı. Ama bu birlik duygusu kısa sürdü, eski gerginlikler tekrar su yüzüne çıktı ve önce Havran ve Doğu Ürdün’de yaşayan Dürzîler ayaklandı. Bunu Yemen’de Zeydî İmam Yahya ayaklanması ile Suriye’deki Bedevi ayaklanması izledi.

Osmanlı İmparatorluğu, İttihatçılar tarafından bir oldubittiyle Cihan Harbi’ne sokulduktan sonra ‘İslam’ın birleştirici gücü’ bir kez daha sınandı. Daha sonraları içinde geçmediği halde özel ve kutsal bir anlam kazandırmak için ‘Cihad-ı Ekber’ olarak anılacak bir fetva ile Padişah ve Halife V. Mehmet Reşat, dünya Müslümanlığını, İtilaf Devletleri’ne karşı savaşa çağırıyordu. Hem Sünnilere hem de Şiilere seslenen fetvada İngiltere, Fransa ve Rusya İslam düşmanı, Almanya ise Halife’nin ve İslam’ın dostu olarak gösteriliyordu.
Fetva ve ekindeki beyannameden milyonlarca adet bastırılarak Müslümanların yaşadıkları bölgelerde dağıtıldı. Ama İtilaf Devletleri çağrıya karşı Kuzey ve Batı Afrika’da birçok tarikat şeyhini, ulemayı, aşiret reislerini, müftüleri, hatta Fas Sultanı, Tunus Beyi’nin mektup yazmasını sağlayabildiler. Sonuçta Hollandalı Şarkiyatçı C. Snouck Hurgronje’un deyimiyle ‘Alman Malı Cihad’ ateşi, Britanya’nın Müslüman tebaasını ayaklandırmaya ve Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmaya yetmedi. Savaştan sonra Ortadoğu’da Müslüman Araplar 22 ulus-devlete bölündüler.

Yakın tarihlerden iki örnekle yazıyı bitirelim. 1980-1988 yılları arasında yaşanan Irak-İran Savaşı, tek başına mezhep savaşı değilse de, ‘İslam kardeşliği’ iki taraftan 1 milyon kişinin öldürülmesine ve iki ülkenin maddi, manevi büyük yıkıma gitmesine engel olamadı. 2003’te ABD’nin tasalluduna maruz kalan Irak’ta, o günden bu yana 1 milyona yakın Iraklının hayatını kaybettiği sanılıyor. Bu ölümlerin büyük bir bölümü, ABD askerlerine karşı savaşta değil, Sünni-Şii çatışması sırasında vuku buldu. Halen taraflar intihar saldırıları ile kitlesel kırımlara devam ediyorlar.

Bu tarihçeye bakınca, Kürt meselesi başta olmak üzere pek çok mühim meselemizi ‘İslam’ın birleştirici gücü’ ile aşacağımızı düşünmek en iyimser yorumla romantizm.


Özet Kaynakça: W. Bartold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çeviren: M. Fuat Koprülü, Diyanet İşleri Yayınları, 1977; Ferec Ali Fuda, ‘İslam’da Kayıp Gerçek”, http://gelawej.net/indir/islamda-kayip-gercek-farac-el-fuda.pdf; Selahattin Döğüş, “Osmanlılarda Gazâ İdeolojisinin Tarihi ve Kültürel Kaynakları”, Belleten C.LXXII, 52, Sayı 265, Aralık 2008, s. 817-888; Erdoğan Aydın, Fatih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, Kırmızı Yayınları, 2008; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Selim Deringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji, YKB Yayınları, 2007; Kadir Kon, “Jihad Made in Germany”, Kültür, Bahar 2008, S. 10, Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı, s. 122-131.


13 Nisan 2013 Cumartesi

DERSİM KATLİAM YERLERİ

1- Sorpyan (Yolkonak)
2-Lolan Taner (Hozat Çaytaşı)
3- Areye Ali Begu (Dinar)

4-Tağar (Aliboğazı)
5-Dereye Areye Ziya Çe Derguli (Pülümür)
6-Axpar (Hozat Türktaner)
7-Deşt Geyiksuyu)
8-Sin (Merkez)
9-Dere Kalmem (Nzimiye)
10-Pule Fate (Sinan Marçik)
11-Dere Laç (Merkez)
12-Kemere Phani (Kilise Hozat)
13-Dere Meyitan (Kilise Hozat)
14-Cala Hero (Uzun Tarla)
15-Gola Lerji (Ovacık Buzlutepe)
16-Dere Zuğuri(Merkez Teşnik)
17-Masumu Pak Dewa Quresu (Nazimiye)
18-Tojinge Dere Xor (Pülümür)
19-Hopıqe-Zımek (Merkez)
20-Koe Sur (Kırmızı Dağ Demanan)
21-Gola Ceto (Dersim Merkez)
22-Kemere Çile (Pax Köprüsü)
23-Hineye Dızdu (Merkez Pınar)
24-Xotare Çe Abaş (Merkez)
25-Hopik (Merkez Batman)
26-Gavur Bağı (Mazgirt)
27-Kemere Arey (Halvori)
28-Kemere Klancoku(Elmal Merkez)
29-Qurcu (Merkez Harçik)
30-Dere İn (Hozat)
31-Dere Harşi (Nazimiye)
32-Kür Tepesi (Haydaran)
33-Tevnasi (Alacık)
34-Mazgirt Merkez
35-Dere Qıl (Nazimiye)
36-Şorda Aktoprak Deresi(Mazgirt)
37-Saar Düzü (Marçik)
38-Merge Kesisu (Mazgirt)
39-Tümekol-Ayyıldız (Ovacık)
40-Dere Harami(Ovacık)
41-Pardi (Pülümür)
42-Soxariye (Pülümür)
43-Thojige (Pülümür)
44-Tasniye(Pülümür)
45-Xuxtaro(Pülümür)
46-Saldağ (Pülümür)
47-Cırnune Besk (Nazimiye Dereova)
48-Merge Çeqere (Ovacık)
49-Zini Gediği (Erzincan)
50- Sorpiyan (Çemişgezek)
51-Bozan Köyü (Çemişgezek)
52-Peymunut (Çemişgezek)
53-sakak (Merkez Altınyüzük)
54-Karaca Köyü (Hozat)
55-Kalecik (Çemişgezek)

3 Nisan 2013 Çarşamba

Alevilerin Gazını Alma Çabası


Önceki gün Ankara’da BDP’nin davetiyle Alevilere yönelik özel bir “sohbet toplantısı”na katıldım. BDP adına toplantıya Eş Genel Başkan Gültan Kışanak, Grup Başkan Vekili ve Bingöl Milletvekili İdris Baluken ve Eş Genel Başkan Yardımcısı Yüksel Mutlu katılırken, Alevi dünyasından ise Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Başkanı Kemal Bülbül, Alevi Kültür Dernekleri  Genel Başkanı Doğan Demir, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez, AK-EL Vakfı Başkanı İbrahim Yörük ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Genel Başkanı Turgut Öker gibi isimlerin de olduğu yaklaşık 20 kişi katıldı.

Gültan Kışanak’ın açılış konuşması hariç, basına kapalı yapılan toplantıda müzakere süreci ile ilgili bilgi verilirken, esas itibariyle Öcalan’ın Nevruz konuşmasından sonra Alevi dünyasında ortaya çıkan “eleştiriler ve kaygıları” ortadan kaldırma, “gazlarını alma” ve destek alma çabası oldukça öne çıktı. Abdullah Öcalan’ın davetiyle, İmralı’da görüşmelerin 7-8 ay önce başladığını, BDP’nin ise esas itibariyle Ocak’tan itibaren bu yana devrede olduğunu belirten Kışanak, “Oslo’dan sonra başlayan bu yeni süreç, artık tek başına hükümetin işi değildir. Bu artık bir devlet konseptidir. Yenişemeyen güçler bunu gördükleri için bir masanın etrafında konuşmaya başladılar” dedi. Alevilerin de bu sürecin aktörü olması gerektiğini belirten Kışanak, “bu süreci yalnızca devlet ve PKK’nın anlaşması olarak görürsek, yarın herkes kendi sorunuyla baş başa kalır” dedi. “Girilen süreçte değişim kaçınılmaz, önümüzdeki dönemin sorunu değişimi isteyenlerle, direnenler arasında geçecektir” diyen Kışanak “yıllarca devrime hazırlanan örgütün yeniden konumlanması kolay değil ama önderliğin çözümünü kabul edeceğiz” dedi.

Kışanak lafı toplantının “asıl konusuna”, yani Öcalan’ın konuşmasında Alevi vurgusunun neden olmadığına getirdiğinde, “gönül isterdi ki bu deklarasyonda Alevilerin de adı zikredilsin, bu bir eksikliktir” derken inandırıcı, ama “bu durum Alevilerin kendilerini bu deklarasyonda kendilerini özne olarak görmelerini engellemez” derken de, döne dolaşa Alevilere ne kadar önem verdiklerini anlatırken bana inandırıcı gelmedi. Hele hele Öcalan’ın “Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır. Gerçek anlamında,  bu kardeşlik hukukunda fetih, inkâr, ret, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır”  sözlerini savunmaya kalkması ise kendisini epeyce zora soktu. Nitekim, daha sonra söz alanların neredeyse tamamı asıl eleştirilerini “bin yıllık kardeşlik” ve “İslam bayrağı” vurguları üzerinden yaptılar.

***


Kışanak’ın ısrarla “biz ayrımcı olamayız, Türkiye’de de ne padişahlık sitemine ne de anti demokratik bir Anayasa’ya evet deriz” vurgusu yapsa da, mevcut durumu ve ortaya çıkacak sonucu  niyetlerle açıklamak mümkün değil.  Silahları toprağa gömmek, kanı ve gözyaşlarını durdurmak kuşkusuz her şeyden önemlidir ama mevcut durumu yalnızca niyet okumalarla veya “zamanının ruhuyla”  açıklayamayız. Unutmamamız gereken bir başka gerçek daha var: “Cehenneme giden taşlar iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.”

Türkiye, İsrail ve ABD cephesinden yansıyan, Erdoğan’ın ve Öcalan’ın konuşmalarında da hayat bulan “yeni Türkiye ve Ortadoğu haritasında” solun ve Alevilerin olmadığı kesin gözüküyor. “Yeni haritayı” oluşturmaya çalışanların “birlik ve kardeşlik” kriteri “İslam bayrağı”dır. İslam bayrağı ile kastedilen ise Sünniliktir. Bu bayrak, yalnızca Alevileri, Şiileri yok saymıyor asıl olarak laikliği de yok sayıyor. Adını bile anmaktan özenle kaçınıyor ve bütün söylemlerinden çıkarmış gözüküyor.  1990’lı yıllarda “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım” adlı kitabında Sünnilik ve Şiilik kıyaslamalarında Şiiliği  “Sünni zulmüne ve haksızlığına karşı haklılığı olan bir direnme mezhebi” olarak niteleyen Öcalan uzun süre laikliği de öne çıkarmıştı.  Son gelişmeleri görünce, anlaşılan o ki, dün dünde kalmış gibi gözüküyor!

Bu süreçte Türkiye demokrasi güçleri laik ve demokratik yeni bir Türkiye için bir “üçüncü güç” yaratamazlarsa, “İslam bayrağı” yerine, devletin bütün inançlara eşit mesafede durduğu ve “dinsizleştiği” laik bir devlet modeli öne çıkmazsa,  yeni süreç Kürt hareketinin kendi içi de dahil olmak üzere, genel olarak Alevilerin ve solun tasfiye edileceği yeni bir sürece evrilmesi sürpriz olmaz.

BDP Ankara’da Alevilerin “gazını almaya” çalışırken, aynı saatlerde eski milletvekili ve 2011 seçimlerinden sonra BDP Tunceli İl Başkanı  yapılan Şerafettin Halis’in  il başkanlığından "Dersim halkından özür dileyerek gördüğüm lüzum üzerine partimden istifa ediyorum" diyerek görevinden istifa etmesi önemli bir gelişmedir.  Halis, henüz açıklama yapmasa da BDP’ye gönderdiği istifa mektubunda asıl gerekçenin “Alevisiz bir Ortadoğu” projesine karşı çıktığı anlaşılıyor. Hatırlatmakta yarar var; Halis, iki yıl önce de “Dersim gerçeğini yalnızca Kürt gerçeği ile açıklayamayız” diyerek Alevi gerçeğine de dikkat çekmişti.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Dersim Katliamı Atatürk’ün Bilgisi ve İzniyle Yapıldı


Dersim’in Kayıp Kızları çalışmasının mimarları Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan, Star gazetesinden Fadime Özkan’a konuştular. İşte o özel röportaj
Bugün 70’li yaşlarında olan Dersim’in kayıp kızlarıyla konuşan Gündoğan çifti: Katliamdan kurtulan sağlıklı ve güzel kız çocukları Türkleştirme ve Sünnileştirme politikası gereği talimatla subaylara dağıtıldı.

1937 ve 1938’de Dersim’e yapılan askeri harekâtın niteliği, nedenleri ve sonuçları üzerine Türkiye, çok gecikmiş bir tartışmayı ürkek de olsa daha yeni yeni yapıyor. Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak Başbakan Erdoğan’ın geçen sene dilediği özrün gerisinde de kuşkusuz, devletin açtığı derin bir yaraya merhem olma niyeti var. Ama öte yanda da kaybedilen binlerce insan, parçalanan aileler, köklerinden, toprağından koparılan, öksüz yetim kalan çocuklar, çalınan çarpıtılan hayatlar… velhasıl çok acı var.

O acının insanın içine işleyen katmanlarını, katliamın boyutlarını öğrenmemizi sağlayan ise önce İki Tutam Saç adında bir belgesel, sonra “Dersim’in Kayıp Kızları / Tertele Çeneku” adında bir kitap olarak önümüze gelen sözlü tarih çalışması. Çalışmayı yapan ise Tuncelili Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan. Tek tek tanıklara ulaşıp onları konuşmaya ikna eden, anlatılanları çapraz bilgilerle pekiştiren Gündoğan çifti, kapsamlı bir hafıza oluşturmanın yanı sıra resmi tarihin Dersim anlatısını da gerçek kişilerin ah çekişleriyle tuzla buz ediyor.

Dersim’in Kayıp Kızları adlı sözlü tarih çalışmanız katliamın niteliğini ve boyutlarını ortaya çıkarması bakımından gerçekten önemli. Dersimli misiniz, ailelerinizde var mıydı köklerinden koparılan insanlar?

Kazım Gündoğan: İkimiz de Dersimliyiz. Ben Ovacıklıyım, ailemde hem çok sayıda katliamda öldürülen var, hem de ailesinden kopartılan kızlar. Böyle olduğunu da baştan bilmiyorduk, bu çalışma esnasında öğrendik halalarımızın, akrabaların, komşu çocuklarının kayıp olduğunu, meğer 10’a yakın kayıp varmış. Aile çocuğunun nereye götürüldüğünü bilemeyebilir ama kayıp olduğunu bilir?
1938’de Dersim’de öyle öyle vahşi bir katliam yapılır ki insanlar diğerlerini kurtarabilmek için çocuklarını suya atmak ya da boğmak zorunda kalırlar. Böyle bir vahşet içinde çocuklara ne olduğu bilinemeyebiliyor.

ÇOCUKLARINI SUYA ATTILAR

İnsanın kendi çocuğunu suya atması ya da boğması inanılması zor bir şey gibi geliyor kulağa?

Askerlerden kaçıp ormana ya da mağara saklanmak zorunda kalıyorlar ve küçük çocukların ağlaması o kadar insanın nerede saklandığının fark edilmesi demek. O yüzden çocuklu kadınlara “ya çocuğu suya atın ya bize verin, ya da bizden ayrılın” diyorlar. Kucağında çocuğuyla aylarca aç susuz yalınayak dolaşan kadınlar oluyor. Çocuğu vermiyor ya da gruptan ayrılmıyorsa bebeğini emzirirken büyükler çöreklenip boğuyor çocuğu. Çocuklar maalesef diğerlerinin hayatını kurtarmak için feda ediliyor. Bu da vahşetin büyüklüğünü gösteren bir şey.

BİZ İSYAN ETMEDİK, DEVLET GELDİ BİZİ KIRDI

Resmi tarih “Dersim olayları” için bunun devlete karşı bir isyan olduğunu, isyanın bastırıldığını söyler, Dersim için “çıbanbaşı” der.
Nezahat Gündoğan: Ayrıca çok uzun zaman Türkiye’deki diğer siyasi literatür de, sol, Kürt, Alevi kesim de olayları isyan olarak gördü. Ama Dersimliler, biz isyan etmedik, devlet geldi bizi kırdı, diye bize sitem ederdi. Dersim sosyolojik ve siyasi olarak nasıl bir yerdir yüzyılın başında, 1930’lara gelirken?
Dersim’in Osmanlıyla ilişkisi 1500’lerde başlıyor, sonraki süreçte daha çok dini çelişkiler ve din savaşları var. Bugünün aksine millet çelişkisi daha tali durumda. Dini açıdan merkezle uyumlu olmadığı için buralara sürekli harekâtlar düzenlenir, tasfiye ve kontrol amaçlanır. Ama Osmanlı devlet örgütlenmesi sancaklar şeklinde olduğu için aynı zamanda devletle ilişkisi bir biçimde, ağalar beyler üzerinden sürer, asker verir, vergisini öder. O günkü koşullarda toplumun diğer kesimleriyle merkezi idarenin ilişkisi nasılsa Dersim’in de öyledir. 1930’larda din çelişkisinin yanında ulusal çelişki de gündeme geliyor.

KÜRTLÜK DEĞİL ALEVİLİK ÖNCELİKLİ

Kürtlerin itirazları gibi mi?

Dersimliler açısından Kürtler kadar belirgin değil çünkü hala, siz kimsiniz diye sorulduğunda ırki değil inanç kimliklerini söylerler, biz Aleviyiz derler. Türklük ya da Kürtlük onlar için ikinci plandadır. Devlet onları Türkleştirmeye, Kürtler Kürtleştirmeye çalışır. Onlar da der ki: Biz Kırmancız. Kırmancı vurgusunda esasında Alevilik vardır. Türklük, Kürtlük, Zazalık politize olunca söylenir oldu. Dersimlilerin Aleviliği de kendine özgüdür, inancı, ritüeli Anadolu Aleviliğinden farklıdır, doğayla ilişki güçlüdür. Zaten Dersim raporlarında da güneşe tapanlar, dağa tapanlar diye aşağılayan bir dille yazılmıştır.

KIZILBAŞLIK MEVZU ÖNE ÇIKTI

Cumhuriyet kuruluşun ardından kendine göre ideal olan toplumu yaratmak için bir norm-normal-model tasarladı. Buna göre muteber vatandaş Türk, Müslüman, Sünni, laik, modern olmalıydı. Bu kimliğe doğal olarak uymayan ya da kendini uyduramayanları, kendi kimliğinden vazgeçmeyenleri buna zorladı. Dindarlar üzerinde de yaptı bunu Kürtler üzerinde de ama en ağırını Dersim’de yaptı, kitlesel katliam yaptı! Sizce neden Dersim’de kitlesel katliam yaptı?

KG: Şark Islah Planı’nda İnönü ulus inşası için şöyle diyor: “Görevimiz Türk vatanı üzerinde bulunan herkesi Türk ve Türkçü yapmaktır”. 1926’dan sonra Dersim de, Kürt bölgesi de Türk ve Türkçü yapılmak üzere hareket edilince Kürtler itiraz ediyor, isyanlar başlıyor. Bu süreçte Dersimliler, Aleviler Osmanlıyla yaşadıkları sorun nedeniyle, Cumhuriyet de laiklik gibi ilkeyi hayata geçirince Cumhuriyeti benimsiyorlar, bir anlamda oraya sığınıyorlar. Atatürk, kongre için Erzurum’a gitmeden önce geldiği Hacı Bektaş’ta “Siz 500 yıldır hilafetle sorun yaşıyorsunuz. Biz hilafeti tasfiye edeceğiz, siz de eşit yurttaşlar olacaksınız”. deyince bütün Bektaşiler Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını destekliyor. Cemalettin Efendi Birinci Meclis’in başkan vekili yapılıyor. Koçgiri’de Alevi katliamı yaşanınca Dersimliler irkiliyorlar ama yine de güveniyorlar cumhuriyete, Meclise beş milletvekili gönderiyorlar. Dolayısıyla bu Türkleşme meselesi değil, Osmanlıdan devralınan Kızılbaş meselesi olarak görülüyor. Dersim’de Kızılbaşların yanısıra Ermenilerin de oluşu dolayısıyla Dersim için daha köklü bir çözüm gerekir diye düşünüyorlar.

Herhangi bir “uyarı” ya da “öneri” yapılıyor mu Dersimlilere, katliam aşamasına gelinmeden önce?

“Sizi buradan alıp Türk ve Sünni Batı illerine serpiştireceğiz, bu ilkel yaşamdan kopup medeni olacaksınız” dendiği yazılı raporlarda. Medeni olmak Türk ve Sünni olmak demek o zihniyete göre.

İSYAN ETMEDİLER, İTİRAZ ETTİLER

Dersimliler ne diyor?

Kabul etmiyorlar ama “Biz cumhuriyete karşı değiliz, bizim yerimiz yurdumuz vatanımız dinimiz kültürümüz bu” diyorlar. O önemde hazırlanan raporların yüzde 80’inde Dersimlilerin Cumhuriyete karşı olmadığı da ifade ediliyor zaten. 1930 tarihli dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın bölgeyi dolaşarak, ağaların hepsiyle, Seyit Rıza ve çocuklarıyla görüşerek yazdığı rapor en kapsamlısı. Burada şunlarla görüştüm, hepsi mutedildir, ılımlıdır, diye yazıyor. Ama öte yandan şu da var: Bunlar Kızılbaş, bunlar Ermeni, bunlar Kürt de deniyor.

NG: Uzun vadede bir tehlike olarak gördükleri için katliam, sürgün, kız çocuklarına el koymak lüzumlu ve meşru görünüyor. Diğer Kürt bölgelerini hallettikten sonra 1935’lerden sonra Dersim’le özel olarak ilgileniyorlar. Dersim’in bir Kürtlük iddiası da yok, Kürt bölgesiyle irtibatı da. Hatta 1925’lerde Dersimli aşiret liderleri davetle Ankara’ya giderler, fotoğrafları vardır. Ve o fotoğrafta olup da o vakte kadar eceliyle ölenler dışındakilerin hepsi katliamda öldürülmüştür. Ankara ile ilişkilerde sorun yoktur, bilakis Dersim’e medeniyet getirme çalışmaları vardır, yol, karakol binası, okul ve cami yapılır.

ALTI AŞİRETİN ASAYİŞ SORUNU VARDI

1938’e kadar Dersim iyi muamelerle ıslah edilmeye çalışılır ama direnç nedeniyle uzun vadede tehlike olur diye çıbanı patlatma kararı çıkar, öyle mi?
O direncin ne olduğu çok önemli, meselenin püf noktası. Çünkü Dersimlilere “sizi şuraya götüreceğiz” dendiğinde “biz burada kalmak istiyoruz” diyorlar, hatta okul, yol, karakol yapımında çalışıyorlar. İsmet İnönü’nün başbakan olarak hazırladığı Dersim Raporunda “Cumhuriyetin imar ve ıslah programı benimsemeyen, sayıları çok olmamakla birlikte altı aşiret var” diyor. Biz bu altı aşireti araştırdık, gerçekten isyan var mı diye.

Sonuç ne çıktı?

KG: Oranın kendine özgü, doğayla iç içe bir yaşamı var ama yoksulluk ve alt yapısızlık nedeniyle çevre illere yılda birkaç kez soyguna giden bir durum var. Evet böyle bir asayiş sorunu var ama o dönemde her yerdeki aşiretlerde silah vardır ve zaman zaman kendi aralarında kavga çatışma olur. Bu aşiretler cumhuriyetle ilişkilenmezler ve idare de bunlara sık sık ama küçük birliklerle harekât yapar ama bunlar Dersim’in geneline yönelik harekat değildir.

RESMİ RAKAM 13 BİN ÖLÜ, GERÇEK RAKAM EN AZ ÜÇ KATI

1938’te Dersim’e yapılan askeri harekatın bilançosu nedir?

Resmi belgelerde 13 bin civarında insanın öldüğü, 14 bin civarında insanın da iskan kararlarıyla batı illerine sürgüne gönderildiği yazılı. Ama biz 2005’ten beri sözlü tarih çalışıyoruz ve hemen her aşireti ve bölgeyi esas alarak görüşmeler yaptık, sayının üç dört katı kadar fazla olduğunu düşünüyoruz. Katliamda ölen, kaybolan kadınların, çocukların sayısı bilinmiyor, kayıtlı değiller. Hem nüfusa kayıtlı olmadıkları için, hem adı isyan konmuş bir harekâtta kaç kişinin öldüğü önemsenmeyip kaydı düzgün yapılmadığı için. Meclis tutanakların da somut olarak var bu. İlk dilekçeyi Demokrat Parti’den Haydar Kank 1950’de verir. Katliamda üç kız, bir erkek kardeşi ve annesi yakılarak öldürülüyor. Bunu uzunca anlatıyor dilekçesinde. 1953’te Genelkurmay dilekçeyi cevaplandırıyor. “Bu harekât onların iyiliği için, çapulculardan kurtulmaları için yapıldı” deniyor harekâtı da uzunca anlatılıyor, ailesiyle ilgili olarak da “Kayıtlarımızda böyle bir olaya rastlanmamıştır” deniyor. Yani somut bir kaybın kaydı yoktur. Biz başka tanıklardan da dinledik pek çok benzerini.

RUSLARA BAŞKA İNGİLİZLERE BAŞKA CEVAP

Katliam basında ve dünyada nasıl yankı buluyor?
Dersim harekâtı olduğunda memlekette bir matbuat var sonuçta ve dünya hiç de içe kapalı değil.

NG: Basında ancak üç ay sonra yankı buluyor. Tan gazetesi Dersim’de bir harekât olduğunu bir kere yazıyor ve gazete kapatılıyor.

KG: İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, evvelinde basına bir andıç veriyor, onun belgesi de Meclis’te var, deniyor ki orada “Dersim’de bir harekât olacak ve bu hiçbir biçimde sızmayacak”. Uluslararası kamuoyunda onların kendi özel kaynakları dolayısıyla olay bir şekilde duyuluyor ama, 1937’de beş bin insanın öldüğü yönünde, İran’dan tepki geldiği yönünde telgraflar var. İngiltere Türkiye’ye soruyor, Dersim’de ne oluyor diye. Deniyor ki “orada Rusların kışkırtması sonucu bazı hareketler var, bastırıyoruz”. Rusya soruyor ne oluyor diye, onlara da “Orada Fransızların ve İngilizlerin kışkırtması sonucu bazı feodal ayaklanmalar var, ilerici cumhuriyet bastırıyor” deniyor.

ÖNCE ISLAH, SONRA İMHA PLANI

1937’de ve 1938’de Dersim’de tam olarak ne oluyor? 

Devlet bir politika çerçevesinde karar alıyor ve uyguluyor ama bu asla 1937 ve 38’le sınırlı değil. 1926’da da bir harekât düzenleniyor, erkeklerin bir kısmı öldürülüyor, bir kısmı idam ediliyor, 83 kadın ve kız çocuğu Kayseri’ye götürülüp dağıtılıyor. Newyork Times haber yapmış, bunun Osmanlıca çevirisi yapılmış, belgeleri var. Dolayısıyla Dersim kadınlarının kızlarının “ıslahı projesi” 1926’da başlar 1950’de biter.

Peki 1937 ve 1938 ne yaşanır peki?

NG: 1935’te İsmet İnönü bir doğu gezisi yapar ve Dersim harekâtını nasıl planlayacaklarına dair çok detaylı bir Doğu raporu hazırlar. Üç yıllık bir plandır bu. Orada der ki, 1936’da silahları toplayacağız. 37’de harekâtı başlatacağız, 38, 39’da devam edecek ve bu sorundan kurtulacağız. Dolayısıyla isyana gerekçe olarak gösterilen tahta köprünün yakılmasına gerek yoktur harekâtın başlaması için. Özellikle böyle bir atmosfer yaratıyor devlet, orada da işbirlikçileri var, Seyit Rıza’nın bir yeğeni gibi. Onlar aracılığıyla bazı çatışmalar gerginlikler yapılıyor. Hatta 1932’de “imha harekâtı” planlanıyor ama Meclis raporlarına göre ekonomik sebeplerle para bulunamadığı için erteleniyor plan. Yani isyan ettikleri için harekât yapıldı tezine gerek yoktur. Ama harekâtın ve sürgünlerin gerçekleşmesi için, o yolların yapılması için zamana ihtiyaç vardır. Demir ağlarla ördük yurdu dört baştan sözünün Dersim’e düşen payı da bu harekât oluyor.

İSYAN EDECEK HALK SİLAHLARINI VERİR Mİ?

Silahlarını sorunsuz veriyor mu Dersimliler?

KG: Genelkurmayın silah toplama belgesinde şu var: Toplamda 9 bin küsur silah var ve silahları verin dendiğinde 7 bin küsur silah teslim ediliyor. Yani isyan edecek bir toplum neden silahlarını teslim etsin? Buna rağmen 1937’de Mareşal Fevzi Çakmak ve Atatürk’ün huzurunda Bakanlar Kurulu’nda alınan kararda Dersim’in ağalarına ve şeyhlerine yönelik olarak, bunları sürgüne gönderirsek bu sorunu ıslah yöntemleriyle çözeriz deniyor. Nitekim 1937 boyunca hedefteki aşiret liderleri gidip teslim oluyor, diğerleri öldürülüyor. En son Seyit Rıza Erzincan’da teslim oluyor. İnönü Meclis’te bir durum tespiti yapıyor. Diyor ki, “Dersim’e yönelik hedeflerimizin çoğu gerçekleştirildi, seyitleri şeyhleri adalete teslim ettik, 300 kişi öldü, 30’a yakın da askerimiz şehit oldu, şu kadar yaralı var”. Bundan sonra askeri harekat önermiyor İnönü, ıslah diyor.

MAĞARALARDA ORMANLARDA KATLEDİLİYORLAR

E, askeri harekat kararı nasıl alınıyor peki?

Mareşal Fevzi Çakmak ve Atatürk -bu Bayar’ın da anılarında vardır- “hayır” diyorlar, “bunlar yine aralarından ağalar şeyhler çıkaracak, Dersim konusunu kökten çözmeliyiz”. Hatta İnönü için “Kürt damarı mı tuttu ne, buna çok gönüllü değil” deniyor. İnönü’ye istifa et deniyor, o istifa ediyor ve Celal Bayar başbakan oluyor. 1938 planı böyle yapılıyor. 1937 şeyhlerin seyitlerin alınması, silahların toplanmasıyla bir ıslah harekâtıyken, 1938’de bir soykırım isteniyor. Taş üzerinde taş bırakılmıyor. Katledilenler de o altı aşirettekiler değil, diğer masumlar. Çünkü, bizim devletle sorunumuz yok diye düşünüyor ve kaçmıyorlar. Nitekim zehirli gazlar, mağaraların bombalanması, ormanlarda, evlerde, samanlıklarda, toplu biçimde çoluk çocuk katlediliyor insanlar. Bir topluluğu toplu olarak ortadan kaldırmak gibi bir amaç var. Geriye kalanların göç ettirilmesi ve yaşam alanlarının bozulması var. Genelkurmay belgelerinde “Evleri ağaçtan ve topraktandır, toprağı biraz kazıp gazı döküp tutuşturacaksınız ki bir daha orada yaşayamasınlar” deniyor.

DERSİMLİ KIZLARI SUBAYLARA PAY ETTİLER

Geriye kalanlara ilişkin politika nasıl?

Kız çocuklarını yine bir politika dahilinde rütbeli askerlere pay ediliyor. Bu, devletin belgelerinde bu şekilde açık net değil ama aslında bunu söyleyen şekilde yazılı. 1925 Şark Islahat Planında, özellikle kızların ve kadınların Türkleştirilmesi için şunların yapılması, kızların yatılı okula kaydedilerek Türk kültürüne kazandırılması gerekiyor, deniyor. Kızların Türklerle evlendirilmesi isteniyor. Şükrü Kaya “Biz ulusumuzu aileden yaratacağız. Ailede kadın ne öğrenirse sonraki kuşağa onu öğretecek ve ulus birliğimiz böylece oturacak” diyor.

HERŞEY ATATÜRK’ÜN BİLGİSİ VE İZNİYLE YAPILDI

Resmi tarih Dersim’i zaten bambaşka anlatır ama Atatürk’ü de itina ile bu işlerin dışında tutar. Siz dönemi incelerken ne gördünüz, Atatürk bu işin neresinde?
N.G: Tarihsel meseleleri kişiler üzerinden tartışmak hata olur, bu, bütün dönem boyunca uygulanmış bir devlet politikası ama Atatürk’ün izni, imzası, bilgisi olmadan bir şey yapmanın da mümkün olmadığı bir dönem bu. Atatürk evet 1938’de hastaydı ama Dersimle ilgili planlar çok daha erken dönemlerde konuşulmuş kararlaştırılmıştı. 1935’te hem Bakanlar Kurulunda hem Mecliste planlandığı için Atatürk’ün haberi olmadığı düşünülemez.

ÇOCUKLARI ANNELERİNİN KUCAĞINDAN ALDILAR

Kayıp kızlara geçelim. “Subaylara pay edilen” bu kız çocukları gerçekten annesi babası ölmüş, sahipsiz çocuklar mıdır? İnsanların Ermeni tehcirindeki gibi bu çocukları merhametinden alma ihtimali çok mu zayıftır?

Başta biz de öyle zannettik çünkü isyan yok, planlı soykırım var –ki Dersimliler kendi dilleriyle soykırım anlamında tertele derler. Ermeni ve Yunan tehcirinde biraz doğaçlama gelişiyor olaylar ama Dersimde merkezi ve planlı. Katliamdan sonra geriye kalan çocukların nasıl Türkleştirileceğiyle ilgili Şükrü Kaya da dahil devlet yöneticileri ortak bir akıl yürütüyorlar.

1) Elazığ kız yatılıya gönderilecek. (bu işin yasal yanı)
2) Katliama katılan subaylar bir iki çocuğu evine götürecek.

SUBAYLARA TALİMAT VERİLDİ: KIZLARI ALIN

Bu subaylar açısından rızaya bağlı bir durum mu, bir görev talimatı mı?
Kesin talimat. Çünkü subayların bazılarının eşleri istemiyor. Ama anne babalarının kucağından zorla sökülüp alınıyor çocuklar. Bu çocukların büyük kısmının anne babası da yakın zamana kadar yaşıyordu. Çok az çocuk gerçekten kimsesiz kalmış. Zaten anne baba ölmüş olsa bile yakın akrabaları var sahip çıkabilecek olan. Katliamdan sonra da arıyorlar zaten, o dönemde sürgün yerlerinden çıkmaları yasak olmasına, yakalandıklarında cezalandırılmalarına rağmen kızları aramak için çıkıp başka illere gidiyorlar.

SAĞLIKLI VE GÜZEL ÇOCUKLAR SEÇİLDİ

Çocuklar hangi özelliklerine göre seçiliyor toplanırken?

KG: Katliamdan sonra Elazığ’da ve Tunceli’de iki toplama kampında toplanıyorlar çocuklar. Kızlarla erkekleri ayırıyorlar. 5 ila 10 yaş arasındaki sağlıklı ve güzel kız çocuklarını seçip subaylara pay ediyorlar. Güzel ve sağlıklı olmayanları ise kara vagonlara doldurup her istasyonda oradaki eşrafa, esnafa bir iki kız çocuğu bırakıyorlar.

Subayların hepsi Türk ve Sünni mi?

Evet, ama ailelerin bu çocuklara ihtiyacı yok, kendi çocukları ve emir erleri var. Bu çocuklar birinci derecede iş yaptırtmak için de alınmıyor, amaç onları Türkleştirmek ve Sünnileştirmek.

EVLATLIK DEĞİL BESLEME

Çocuklar evlatlık hukuku içinde mi teslim ediliyorlar subaylara yoksa Kemalettin Tuğcu kitaplarında olduğu gibi “besleme” statüsünde mi?

Tamamen besleme. Evlatlık hukuku işlemiyor, çocuklar nüfusa geçirilmiyor, mirastan yararlanmıyor, öteki her zaman. Haddini bilecek biçimde sınırlı bir medeniyet sunuluyor onlara, evdeki çocuklarla asla eşit değiller.

Okutulmuyorlar mı?

Görüştüğümüz tanıkların yüzde 99’u okutulmamış.

Ama o dönem için bile medenileşmenin yolu okuldan geçmiyor muydu?

Okumak yerine ev içi eğitimle yetiniliyor. Sıdıka Avar müdireliğini yaptığı Elazığ’daki kız yatılı okulunu anlattığı Dağ Çiçeklerim adlı kitabında anlatır bunu. Biçki dikişi, Türk kültürünü, güzel Türkçe konuşmayı, çocuk bakımını öğrenecek, bu kadar. Ki köylerine medeniyet götüren küçük birer misyoner olabilsinler.

BİZ OLMASAYDIK SEN DE ÖLECEKTİN!

İnönü’nün torunu CHP milletvekili Gülsüm Bilgehan tam da buna benzer şeyler söylemişti, geçen yılki tartışmada; Dersim operasyonu olmasaydı bu kızlar ortaçağda kalacaktı, demişti?

Operasyonun yapıldığı günkü mantığa uyumlu sözler bunlar. Sıdıka Avar’ın da öyledir. Yanlış ama içselleştirilmiş bir durum bu, bir utku. Kendini Türk misyoneri olarak tanımlıyor zaten. Fedakarlık yapar, kendi kızını bırakıp o günün koşullarında kamyonla, at eşek sırtında dağ taş dolaşarak toplar Dersim kızlarını. İyilik yaptıklarını düşünürler. Zaten  kızları yanına alan aileler de sürekli bunu kakar kızların başına: Biz olmasaydık sen yaşamıyor olacaktın, biz olmasaydık kötü yola düşecektin…

Kızlar ne düşünür hisseder peki? Bilirler mi bu evin babası, aslında kendi ailesini öldüren kişidir?

Biliyorlar ama öyle bir içselleştirmişler ki farklı anlatıyorlar. Mesela bir tanık şunu dedi: “Beni annemin kucağından aldılar, annemi babamı kardeşlerimi bir çukura doldurup hepsini taradılar”. O subaylardan biri çocuğu alıp Konya’ya götürüyor, çocuk ona baba diyor. Ama sorunca “O olmasaydı ben yaşayamazdım, namusum ne olacaktı” diyor.

KÖTÜ MUAMELE DE VAR TACİZ TECAVÜZ VAKASI DA
Yaşanan travmayla baş edebilmenin, yaşamaya devam edebilmenin başka bir yolu yoktu belki de…

Ben de bir savunma mekanizması olduğunu düşünüyorum yoksa hayatı devam ettirmek mümkün olmayabilirdi. Çoğu olayların üzerine sünger çekmiş. Onun için başta konuşmak istemediler, sustular. Bir buçuk yıl beklediğimiz tanıklar oldu. Ne olacak konuşup da, ben kapattım o konuyu, siz de kapatın dediler. Çünkü gerçekten büyük bir yara. Konuştuktan sonra kendisi, sonraki kuşak, ciddi bir sancı yaşıyor. Bir geçmişte kalan gerçek kimlik var, bir yaşadıkları var, bir de şimdi ki kimliği. O yüzden biz de sorumlu hissettik kendimizi. Onları bekledik, onları incitmemeye dikkat ettik, travmayı derinleştirecek sorulardan kaçındık. Onu alan sıhhiye memurunun tacizine ya da tecavüzüne uğramış biri vardı
mesela. Konuşmak istemiyordu, o kişinin adını hatırlamıyordu. Ama olayın izini taşıyordu, kulak memesinde yırtık vardı. Kadın kadına kaldığımızda ifade eder gibi oluyordu ama odada çocukları, başkaları varken hemen kaş göz işareti
yapıyordu.

EŞKIYANIN ÇOCUKLARI DİYE HOR GÖRÜLDÜLER

Peki devlet bu çocukları subaylara pay etmiş, her istasyonda eşrafa verilmek üzere çocuk bırakmış da başlarına kötü bir şey gelebilir, taciz tecavüz olabilir diye dönüp hiç bakmamış mı? Ya da çocukları teslim ederken sakın ha diye şart koşmuş mu, tembihlemiş mi?

Devlet o çocuklara “eşkıyaların çocukları” diye bakıyor, müstahak diye düşünüyor, alın kullanın diyor. Öldürülmemeleri lütuf olarak görülüyor, gerisi de haliyle teferruat oluyor. Mesela çocuklardan biri çok hasta, zayıf… Ne olacak, katliamdan kurtulmuşlar, dağda bayırda aç dolaşıyorlar, ölmemek için çiğ at eti yemişler. Amasya’da istasyonda bırakılan bir çocuk bu, hastanede kalıyor, aşağılar şekilde adını “çöp bacak” koyuyorlar.

DERSİMLİ OLMAK HEP BAŞLARINA KAKILDI

Dersimli oldukları unutturulmuş mu yoksa bilakis öcüleştirilmiş mi Dersim?

KG: Dersimli olmak Demokles’in kılıcı onlar için. Dersim evlatlığı olduğu öğrenilince kocaları “pis Kızılbaş” diye başlarına kakmış. Evlendirilirken sınırlar konulmuş. Diyelim ki çok güzel bir kız, talipleri de ona göre. Ama Dersim kızı olduğu öğrenilince ya o aile vazgeçiyor ya da yanında olduğu aile ona, haddini bil, sen oraya değil bir köylüye, kapıcıya layıksın” diyor.

ÖNCE SAÇLAR KAZINIYOR SONRA LENGERLİ ŞAPKA

Bu çocukların verildikleri evlerde nasıl bir hayatları oluyor?

Önce saçlarını kazıyor, banyoya sokup yıkıyorlar. Katliamdan kurtulan, sürgüne gönderilen bütün kadın ve erkeklerin saçları aşağılamak için kazınıyor. Saç Anadolu’da değerlidir, mahremdir, dokunulmaz ama erkeklerin de bıyık ve sakallarına ustura vuruluyor, utançla yüzlerine mendil takıyorlar kendilerini çıplak hissettikleri için. Kızların saçlarını kesmelerinin nedeni de bir nevi köklerinden koparmanın metaforu. Kimliğinden kişiliğinden tamamen arındırmak istiyorlar. Kıyafetlerini değiştiriyorlar. Medenileştirmenin sembolü olarak kısa etek ve lengerli şapka giydirirler. Birkaç tane insani davranan iyi örnek var ama kesinlikle bu çocuklar eşit değil.

SUBAY AİLELERİ DE TRAVMA YAŞIYOR

Dersim kızlarını yanına ailelerde ne yaşanıyor? Subaylar aileleriyle görüştünüz herhalde, ne buldunuz?

Bu hikâyelerin bir kısmının bize ulaşmasını çocukları alan ailelerin sonraki kuşakları sağladı zaten. Ama o ailelerde de travma yaşanmış. Bir yılın ardından konuşmayı kabul eden bir asker çocuğu “Sanmayın ki o travmayı sadece Dersimliler yaşadı, biz de yaşadık” dedi. Dedi ki “Babam ölene dek Dersim vakasını anlattı, annemin ruh sağlığının  bozulmasının nedeni buydu çünkü babam yaşadığı travmayı bize yansıttı, evimizde Dersim harekâtından fotoğrafların olduğu bir albüm vardı, annemin sinir krizi geçirdiği bir gün “hem bunları yaptınız bir de fotoğraflarını saklıyorsunuz” deyip albümü yaktığını hatırlıyorum”.
Dersimli erkek çocuklarına ne oluyor?

Katliamdan onlar da payını alıyor, hayatta ve öksüz kalmış çocukları yurtlara yerleştiriyorlar ama ev içinde ıslah yöntemi erkekler için öngörülmüyor.

KENAN EVREN’İN KARISI DA DERSİMLİYDİ

Kamuoyunun tanıdığı kimler var, Dersim kızı olan ya da bunu yaşayan?

Gazeteci Yavuz Semerci’nin babası var, ama onu alan aile sıradan bir aile, çocukları olmadığı için evlatlık alıyor ve kendi soyadlarına geçiriyorlar. Kenan Evren’in eşi Sekine Evren var, şimdi hayatta değil. Onunla ilgili birkaç tanıkla görüştük. Tan gazetesinin anlatımı var. Harekat olduğunda Sekine Evren’in yaşı küçük değildir, 13-14 yaşlarındadır. Bize bunu Yavuz Semerci’nin de amcası olan Hayri Koç anlattı. Çemişgezek tarafındaki Aliboğaz denilen bölge vardır. Harekât sürecinde orada mağarada saklanırlar. Kadın çoluk çocuk kalabalıktırlar. Mağara askerler tarafından tespit edilince bir kısmı çıkıyor, bir kısmı kalmayı tercih ediyor. Çıkanlardan daha çok kişi kurtuluyor. Mağarada sağ kalanları toplayıp kurşuna diziyorlar. Sağ kalanlar askerler çekildikten sonra gidip yakınlarını arıyor, kimlerin öldüğünü görüyor, toplu mezara gömüyorlar. Sekine Evren’in gerçek adı da Sekine, Sekine Kankotan. Onun mağarada olduğu, dışarı çıkmadığı ama öldürülenler arasında da olmadığını tespit ediyorlar.

Hayatta kalanlardan biri, bir askerin onu gruptan ayırdığını alıp götürdüğünü söylüyor. Araştırıyorlar, 1938’de Alaşehir’de zengin bir bağcıya verildiği söyleniyor ama çok mesafe kat edemiyor bulamıyorlar. Daha sonra 80’li yıllarda –çok enteresandır, Hayri Amca da başka tanıklar da anlatır bunu Sekine Evren öldüğünde kızlarından biri bir açıklama yapar, “Benim annem de Tunceli' liydi” diye. Sekine Evren’in Tunceli' li olduğunu o kadar çok kişiden duyduk ki. 80’lerde Sekine Hanımın yeğeni bu bilgi üzerine yeniden araştırma yapıyor, Kenan Evren’le görüşme talep ediyor. Hayri Koç’un dediğine göre bir irtibat gerçekleşir ama Aziz Kankaton meseleyi kapatır. Ama nasıl oluyor ne oluyor bilemiyoruz tabi.

SEKİNE EVREN ÇANKAYA’YA ÇIKMAYI REDDEDER

13-14 yaşındaki bir çocuğun yaşadığı vahşeti unutması mümkün değil, böyle biri daha sonra bir askerle nasıl evlenir?

Aslında araştırmalarımız bizi ilginç bir Sekine Evren portresine ulaştırdı. Kenan Evren anılarında eşi için ilginç inanışları olan birisi diyor. Dindar değildir, namaz falan kılmaz diyor. Perşembe ya da Cuma günü çamaşır yıkamazdı, el ve ayak tırnaklarını aynı gün kesmezdi, bize de yaptırmazdı diyor. Bu tipik bir Alevi ritüelidir. Sekine Evren’in bir damadı, Miray’ın eşi Malatyalı Alevi bir ailenin mensubudur, TKP üyesidir. Evrenlerin MİT’çi olan kızları Şenay ve eşi, onun dosyasını Kenan Evren’in önüne koyar, aile genel olarak bu evliliğe karşı çıkar ama Sekine Evren, bu evlilik olacak der ve evlilik olur. Bir başka bilgi de şu: Sekine Evren darbe olduğunda Çankaya Köşkü’ne çıkmayı reddeder. Hayır, biz yönetime halk iradesiyle gelmedik, der. Felçli olmasına, Çankaya’ya gitse rahat edecek olmasına rağmen gitmez, son nefesini lojmanda verir.

Başka bilgi var mı Dersim kızı olup olmadığına ilişkin?

Manisa Alaşehir’de, kız kardeşi olduğunu söyleyen biri var, onunla konuştuk ama cevap alamayacağımız için Dersim bahsini doğrudan sormadık, Alevi kimliğini anlamaya çalıştık. Çocukluk fotoğraflarını görmek istedik, isteksiz davrandı, nereye koyduğumu bulamadım dedi. Kenan Evren, Sekine Hanımın ortaokula kadar, kız kardeşi liseye kadar okuduğunu söyler. Alaşehir’de o tarihte bir tane okul vardır ama orada kaydı yok. Okutulmama ihtimali de yüksek çünkü Dersim evlatlıkları zaten okutulmuyor.

RAUF  ORBAY’IN EŞİ ÇOK EZİYET ETMİŞ

Harekâta havacı subay olarak katılan, sonradan Hava Kuvvetleri Komutanı olan Muhsin Batur anılarında Dersim’deki “özel görev”ini anlatmak istemez, “Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum” der. Siz, oğlu Enis Batur ile görüştünüz mü?

KG: Çok istedik ama başaramadık. Öyle birkaç isim var, dönemin Elazığ valisi Cemal Bardakçı’nın torunu Murat Bardakçı gibi. Belki ileride farklı yaklaşabilirler ama çoğu görüşmek istemedi. Dönemin Başbakanı Celal Bayar da evine bir Dersim kızı götürüyor. Dönemin 3. Ordu Hareket Daire Başkanı, sonranın Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay da bir Dersim kızı götürüyor. Bu isimlerin Dersimli kızları evlerine götürmesi Dersimli kızların pay edilmesinin merkezden planlandığının bir göstergesi aslında.

Bu vakalarda kızların hikâyeleri nasıl?

Orbay’ın götürdüğü kızlardan biriyle kapsamlı röportaj yaptık. Orbay’ın eşi meşhur Enver Paşanın kız kardeşidir ve gelen kıza çok vahşi davranır. Seyit Rıza’nın dölleri diye hakaret ettiğini, çok dayak yediklerini ve o evden kaçtıklarını anlattı.

CELAL BAYAR’IN ALDIĞI KIZ EVDEN KAÇIYOR

Celal Bayar’ın evinde ne olmuş?

Kız 13-14 yaşındadır ve kısa süre sonra şoförle evlendirilir. İki üç sene sonra evden kaçar, gider Yozgat’ta sürgünde olan annesini bulur ve orada kendi akrabalarından biriyle rızasıyla evlenir, çocuğu olur. Annesinin hikayesini o anlattı bize. Çok etkileyicidir hikâyesi. Zaten bizim çalışmamızdan sonra Yalçın Doğan da Savrulanlar adında bir kitap yayınladı.

DERSİM KATLİAMINI YAZAN TEK İSİM NECİP FAZIL’DIR

Bu ülkenin nasıl zorlu bir geçmişi olduğunu biliyoruz ama yine de 1938 nere 2012 nere! Bu ülkede sosyologlar, siyaset bilimciler, bu meseleyle ilgilenir görünen çok kişi var ve Dersimliler de bilinçlidir üstelik. Nasıl olmuş da tanıklar henüz hayattayken kimse sözlü tarih araştırması yapmamış?

KG: 1940’lar dünyasında ve sonrasında Dersim üzerine yazma cesareti gösteren tek kişi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Enteresandır hem Kemalistlere karşıdır, hem milliyetçidir ama bu, kaba bir durum değildir, mazlumlardan yana bir hassasiyeti olduğu kesin. Çünkü mesela sadece Atatürk’ü sorumlu tutmuyor, Bayar’ı da öbürlerini de sayıyor. Normal koşullarda bir mahkeme olsa İnönü’den Bayar’a bunlar Divanı Harp’te insanlık suçu işledikleri için yargılanırlardı, diyor. Tanıkları dinliyor ve çok etkilenip yazıyor. Said-i Nursi’nin talebeleri de harekâtta subay olarak görevlendirilirler ama oraya gittiklerinde bambaşka bir manzarayla karşılaşınca vicdanen rahatsız olup Said-i Nursi’ye yazıyorlar, biri Hulusi Yahyagil’dir mesela.

NG: Resmi tezleri doğrulayan çalışmalar var daha çok. Sol çevreler de orada bir Kürt ayaklanması olduğunu söyler, Nuri Dersimli’yi referans alarak. Ama bu ülkenin aydınları akademisyenleri gazetecileri de maalesef resmi tezin memurları gibi. Bir subayın, öldürdüğü insanlarla ilgili yazdığı üç satırlık raporu belge zanneden, bunu sorgulamayıp üzerine tarih yazan insanlar bunlar. Biz bu sözlü tarih çalışmasına başladığımızda bize, belge var mı diyorlardı. Biz “en büyük belge insandır” diyerek çalıştık.

Tanıkların yaşları ilerlemiş vaziyette, bir on yıl sonra bu çalışma yapılamayacaktı belki de.

Dersim’in kızları 72 yıl sonra bu çalışmaya konuşmamış olsalardı muhtemelen bugün Dersim bu düzeyde tartışılmayacaktı. Bu çalışma sonrasında Onur Öymen bir şey söyledi, Başbakan konuştu. Köklerinden koparılan kızlar herkesin Dersim’e farklı yaklaşmasını sağladı. Bunun için minnettarız konuşan kadınlara.

Röpörtaj : Fadime Özkan / Star gazetesi