22 Haziran 2013 Cumartesi

İslamda Kerbela Olayı ve Mezheplere ayrılma



Imam ali ile muhammedin karisinin neden savastiklarini bilenler kerbela denen olayida anlar, alevilik sunnilik catismasinin baslangicinida anlar.
Kisaca özetlersem: Islam peygamberi Muhammedin karisi ayse, muhamnedi genc ve yakisikli bir askerle aldatiyor, muhammed bunu ögrenincede kavga ediyorlar, ayse küsüp babasi ebubekirin evine gidiyor.
Bunun üzerine muhammed 40 güne yakin evden cikmiyor, hayata küsüyor. Herkes ya muhammed ayse anamiz öyle bir sey yapmaz diye yalakalik yapiyor. Fakat ali bakiyorki muhammed hayata küsmüs, hali hal degil, erimis bitmis, diyorki: ya muhammed bosa gitsin, sana karimi yok?
Bunun ardindan aysenin hasretine dayanamayan muhamned, sanki allah göndermis gibi düzmece nur suresi ile ayseyi akliyor. Allahtan sanki aysenin sucsuz olduguna kanit gösterdigi nur suresinin geldigini söylüyor ve ayseyi temizlemis oluyor. Gidip yalvar yakar ayseyi eve getiriyor.
Yalniz, alinin yamuhammed sana karimi yok? Bosa gitsin lafini unutmuyor ayse. Icinde kin olarak kaliyor aliye karsi. Muhammedin ölmesinden sonra ayse ile ali arasinda güc kavgasi basliyor. Bu güc kavgasi sonucu ayseye bagli gücler ile aliye bagli gücleri iki kez karsi karsiya getiriyor ve savasiyorlar.
Sonrasi alinin öldürülmesi. (Bu arada diger 3 halifede yine müslümanlarca öldürülüyor. Ebubekir, omer, osman. Akibetleri tipki ali gibi oluyor)
Ali öldürülünce, cenazesi henüz kaldirilmadan oglu hasan halifeligini ilan ediyor. Ama ayni zamanda sam valisi muaviye de halifeligini ilan ediyor. Böylece cift basli bir yönetim bas gösteriyor. Sonra muaviye ile hasan arasinda yapilan anlasmada belirli bir para, altin, ve muaviyenin ölümünden sonra halifeligin hasana gecmesi kardiliginda, samda din islerinden sorumlu yetkili kisi görevine getirtiliyor ve hasan bunun karsiliginda muaviyeye biat ediyor. Fakat evdeki hesap carsiya uymayip, hasan muaviyeden önce ölünce ( yani eski karisi tarafindan muaviye ile anlasmali zehirletilince) hasanin yerine kardesi hüseyin geciyor.
Muaviye bir türlü ölmüyor tabii. Son asama da cok yaslaninca bu görevi yapamayacagini, hüseyininde aralarinda bulundugu din ve devlet ileri gelenler kurulunu toplayarak, yerine o ana kadar sam valisi olan oglu yezidi getirecegini ilan eder ve herkesin yezide biat etmesini ister. Herkes kayitsiz sartsiz yezide biat eder fakat muaviyenin hasan ile anlasmasindan dolayi halifeligin abisinin ölümünden dolayi kendisine gececegini sanan ve o ana kadar halifelik bekleyen alinin oglu hüseyin yezide biat etmez. Yezid hüseyine kendisine biat etmesi icin süre verir. Hüseyin samda kendisine destek bulamayinca babasinin memleketi kufe de kendi halifeligine destek aramak icin kufeye dogru yola cikar. Bunu haber alan yezid, hüseyin kufeye varmadan kerbelada yolunu keser ve malumunuz 72 yi orda katleder ve karilarinida alir.

16 Haziran 2013 Pazar

MEHMET KOSOVALI ( ?-?-1952 / 29-7-1980 )


29 Temmuz 1980’de sivil faşist güçlerle girdiğimiz bir çatışmada hayatını kaybetti. Cesurdu, kahramandı, dürüsttü, adaletliydi. Aynı aileden gelen köylüyü aldatan, soyup soğana çeviren abisinin özelliklerini asla taşımadı, halk da onun farkını açıkça biliyordu. Hayat yolunda daima alnı açık, başı dik olarak yaşadı. Zaten abisinin yaptığı dalavereleri öğrenince dellenir, yana-yana abisini arardı.

29 Temmuz 1980 yılında bizim etrafımızı kuşatan sivil faşistlere karşı açıkça meydan okudu. Sayıca faşistlerden çok azdık, ama hiçbirimizde mücadeleden geri durmak istemedik. Mehmet Kosovalı, Halkın Kurtuluşu grubundandı, ama mücadelede aramızdaki fraksiyon ayrılığına düşmedik, ortak hareket etme yolunu tuttuk. Fraksiyon ayrılığına ileriye sürerek, birbirimize karşı cephe almadık. Belki de içinde yer aldığımız sosyalist sol hareketin git-gide zayıflaması bizi böyle davranmaya, bir arada olmaya itiyordu. Bir araya gelirkende aramızda herhangi bir protokol yapmamıştık ama günlük olaylarda-kavgalarda doğal bir biçimde hep birlikte hareket ediyorduk.

Mehmet Kosovalı’nın vurulup hayatını kaybettiği yerde 15 kişi kadar bir kitleydik, Babanın çay ocağının olduğu pasajın etrafını çeviren faşistler, 300 kişi kadar vardı. Pasajın hem ön tarafı, hem de arka tarafı kuşatılmıştı. Akşamdı, havada kararmıştı. Birileri gidip parktan yardım çağırılsın-buraya güç takviye edilsin dediler. Bunu diyenlerde gene Mehmet Kosovalı’nın grubu olan Halkın Kurtuluşu grubundandılar. O anda hemen ben öne çıktım, ‘’ben yaparım, parka gidip oradaki devrimci arkadaşlarımızı alıp getiririm’’ dedim. Zaten o yıllarda benim özelliğimdi, böyle bir şey yapılması gerektiğinde ben yaparım, ben sorumlu olurum diye ortraya çıkardım.

Hemen orada toplanan parayla, garaj taksiden bir taksi alıp harekete geçtim. O ana kadar pasajın arka tarafında ki taksi durağının tarafı henüz kuşatılmamıştı. Yanımda Gazi dediğimiz bir arkadaş da vardı, o da benimle geldi. O zamanlar murat 131 marka otomobiller son model arabalardı. Taksi durağında onlardan beyaz renkli bir tanesi sıradaydı, taksiye hemen atladık, şöföre, karşıya geçiyoruz dedim.

Karşıya geçinde önce şöförü TÖB-DER’ in önünde durdurdum ve orada beklemesini söyledim. TÖB-DER’in yanındaki merdivenleri çıkarak parka girdik Parkta üç arkadaş vardı, onlardan birisi Mehmet Kosovalı’ydı. Yanında da Devrimci yol’dan iki arkadaş vardı. Ben masaya geldiğimde Mehmet Kosovalı’nın sözünü tamamlamasını bekledim. Sözünü tamamlayınca, ‘’biz buraya yardım çağırmaya geldik, aşağıda TÖB-DER’in önünde taksi bekliyor’’ dedim. Masada oturan arkadaşların üçüde, hemen kalkıp harekete geçtiler.İki kişi yardım çağırmaya giden bizler ve oradaki üç kişiyle birlikte, beş kişi olup, babanın çay ocağının olduğu pasaja döndük.

Taksiden indiğimizde Mehmet Kosovalı, caddenin karşısında yığılmış olan sivil faşist çetelere karşı bağırarak tartışmaya girdi. Orada pasajın içinde bekleyen arkadaşlar, Kosovalı’ya ‘’polomiğe girmeyin arkadaşlar’’ dediler. Taksi bizi bıraktı ve yoluna devam etti. Ben ve beraberimdeki arkadaşlar pasajın içine girerek oradaki arkadaşlara dahil olduk.

Öyle olacakki orayı kuşatmış olan sivil faşitlerde kararlarını almışlar, saldırıya geçmeye başlamışlardı. İlk saldırı dalgası pasajın arka tarafından başladı. Saldıran faşistler Allah-allah diye bağırarak geliyorlardı. Ben pasajın arka girişine barikat olması için bir demir kafes gibi bir şey sürmüştüm. Ben barikatı koyduktan sonra, Kosovalı ve saldırı pozisyonunda olan faşistler arasında ateş başlamıştı. Benim üzerimde silah olmadığı için yere, yüzüm pasajın içine dönük olarak, dizlerimin üzerine çökmüştüm. Aslında düşmandan çok Kosovalı’nın ateşinden ve onun silahından çıkacak olan boş kovanlardan kendimi korumak istemiştim. Çünkü yan-yana onun sağında çok yakınındaydım. Bir anda silah sesleri her yeri kaplamıştı. Eğildiğim yerde başımı çevirip bir de baktım ki Kosovalı boylu boyunca uzanmış vurulmuş halde yatıyordu. Boyu da epey uzun olduğu için elleri çay ocağının kapısına kadar varmıştı. Çay ocağının içinde olan arkadaşların, onu bileklerinden içeriye doğru sürükleyerek çektiklerini gördüm.

Ben de onun içeriye çekildiği aşamada sürünerek onun üzerinden içeriye girebildim. İçeride sırt üstü yatan Kosovalı’nın sağ koltuk altından ağır yara aldığını, oradan oluk-oluk kan aktığını gördüm. Daha önceleri orta mahalleli faşistler aynı yerden, koltuk altından ağır bir şekilde bıcaklamışlardı. Aldığı kurşun yarasının aynı bölgeye isabet etmesi hayati tehlikesini arttırmıştı. Zaten yerda upuzun yatarken kendisini kaybetmiş bir vaziyetteydi. Dışarıda pasajın her iki cephesinden de durmaksızın, pasajın içine  doğru ateş açılıyordu. Caddeye bakan dondurma dolapları, vitrinlerdeki yağ tenekeleri delik deşik olmuştu.

Aradan biraz zaman geçince ateş kesildi, bir sessizlik durumu oldu. Bizler çay ocağının içine sıkışmış olan devrimciler, dışarıya çıkıp slogan atmaya başladık. Biz dışarıya çıktığımızda faşist saldırganlardan kimse kalmamıştı. Hemen ambulans çağırdık Kosovalı’nın hastaneye kaldırılmasını sağladık. Bir hafta kadar hastanede yaralı kaldıktan sonra hayatını kaybetti. Olay yerine polis geldi, incelemelerini yaptı. Topladığı delillerden ve görgü tanıklarının ifadelerinden yola çıkarak bazı sivil faşistleri gözaltına aldı. Bunlardan dördü yargılamalar sonucu cezaya çarptırıldı.

Mehmet Kosovalı, kahramanca mücadele etti, kahramanca vuruşarak hayatını kaybetti. Düşman karşısında asla eğilip bükülmedi. Daima sıcak mücadele hattının en önünde yer alarak mücadele etti.

Bizler istememize rağmen bağlı olduğu örgüt sorumluları, Kosovalı'nın katledilmesine karşılık bir misilleme eylemini yapmamızı istemedi. Halbuki o günlerde bir misilleme eylemi yapabilecek durumumuz vardı. Böyle bir müdahalenin olması bizi belli bir müddet beklemeye itti. Aradan biraz zaman geçince, bizlerde, genel devrimci mücadelenin ihtiyaçları çerçevesinde bir cezalandırma eylemi yapmayı gündemimize almaya başlamıştık ama yakın bir zamanda 12 Eylül askeri faşist darbesi gerçekleşti ve başlayan operasyonlarla olayların seyri tamamen  değişti. 

Mehmet Kosovalı’nın onuru onurumuzdur, mücadelesi mücadelemizdir. Anısı daima bizimle olacak.

Her devrim kanla yazılan bir manifestodur, ve önce şehitlerimizi saygıyla selamlıyoruz, onurları devrimde yaşayacak, onların ışığıyla aydınlanan yolumuzda, onlarla yürüyoruz...

KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU


  İÇİNDEKİLE

  YAYINLAYANIN NOTU

  Ekim 1968

  Manifest'i Yedinci Baskıya Verirken

  MARX VE ENGELS'İN ÖNSÖZLERİ

  1872 tarihli Almanca Baskıya Önsöz

  1882 tarihli Rusça Baskıya Önsöz

  1883 tarihli Almanca Baskıya Önsöz

  1888 tarihli İngilizce Baskıya Önsöz

  1890 tarihli Almanca Baskıya Önsöz

  1892 tarihli Polonya Dilindeki Baskıya Önsöz

  1893 tarihli İtalyanca Baskıya Önsöz

  KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU

  1. Burjuvalar ve Proleterler

  2. Proleterler ve Komünistler

  3. Sosyalist ve Komünist Yazın

  1. GERİCİ SOSYALİZM

  a. Feodal sosyalizm

  b. Küçük Burjuva Sosyalizmi

  c. Alman Sosyalizmi ya da Gerçek Sosyalizm

  2. TUTUCU SOSYALİZM YA DA BURJUVA-SOSYALİZMİ

  3. ELEŞTİREL-ÜTOPİK SOSYALİZM VE KOMÜNİZM

  4. Komünistlerin Bugünkü Çeşitli Muhalefet Partileri
Karşısındaki Durumu

  YAYINLAYANIN NOTU EKİM 1968

  BİLİMSEL sosyalizmin kurucuları Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist
Partisi Manifestosunu, 1848'in eşiğinde, Avrupa'yı bir baştan bir başa
devrimlere götüren kırbaçlayıcı olayların içinde yazdılar. 1848 Şubat'ında,
devrimci dalganın en yüksek noktasına ulaştığı bir sırada yayınlanan bu
eserde genç Marx ve Engels, teorilerinin ve o güne kadarki deneyimlerinin
tümünün bir sentezini verdiler. Marksizmin program ve inançlarının en kısa
ve düşmanlarının bile çok iyi anladıkları en açık bir beyanı olarak bu
belge, şimdi elimizde sosyalist literatürün temel klasiklerinden biridir.

  İlan ettiği ilkelerin türlü ideolojik ve politik akımlar
arasında tartışmalara ve savaşımlara konu olması nedeniyle hep sözü
edilegelmiş, bilim ve düşünce alanındaki sayısız çalışmada başlıca bir
kaynak olarak kullanılmış, dolayısıyla fikir ve politika yaşamını, şu ya da
bu yönde, derinden etkilemiş bir eserdir bu.

  Manifesto'nun bizde de oldukça yaygın bir ünü vardır. Gerçi, kendi
dilimizdeki eski baskıları tükenmiş, bugüne kadar da yeni bir baskısı
yapılmamış olduğu için, eseri uzun yıllardır yalnızca yabancı dil bilenler
okuma olanağını bulabilmişlerdir. Bununla birlikte, bazı sözleri ve
içerdiği bazı fikirler, basında ve politika arenasında zaman zaman
eleştirilere konu olduğundan, çoğu kimsenin yabancısı değildir.

  Türk okuyucusu, sayısız sol ve sağ kitapta Manifestodan yapılan
alıntılarla karşılaşmış, bunlar üzerinde değişik dünya görüşleri ve sınıf
çıkarları açısından yürütülen fikirleri izlemiştir. Eserin, ünlü bütün ülkelerin
işçileri, birleşiniz! sloganı bile bugün günlük politikada alelade
tartışılan bir konu haline gelmiş, örneğin sosyalist bir partinin genel
başkanı bu sloganın yanlış olduğunu ileri sürerek birtakım sözler
söylemiştir. Yani, kitap ortada yoktur, ama tezleri etrafında yapılan ileri-geri
türlü eleştiriler yoluyla fikir ve politika dünyamıza girmiştir. O kadar ki,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin tartışmalı bir oturumunda da konu olmuş,
bazı kısımları, bir iktidar grubu sözcüsü tarafından kürsüden okunarak,
Meclis zabıtlarına geçmiştir.

  Bu eser, gerek yazıldığı dönemin toplumsal savaşımı
içinde, gerekse dünya devrimci hareketinin ve genel olarak son yüz yirmi
yılın toplumsal savaşımlarının tarihinde çok önemli yeri olan tarihsel bir
belgedir; çağdaş bilim ve düşüncenin oluşumunda ve fikir akımlarının
biçimlenmesinde derin izleri olan, dolayısıyla çağımızı ve dünyanın gidişini
kavramamıza ışık tutan kültür kaynaklarından biridir. Kuşkusuz bu bakımdan,
bilimsel sosyalizmin kurucularının bu ünlü eserinin, bu tarihsel belgenin
uzun süredir yayın dünyamızda eksikliği büyük bir boşluk olarak duruyordu.

  Eser, bilimsel bir eserdir; ve bugün tüm dünyayı, şu
ya da bu açıdan, yakından ilgilendiren bir akımın temel
teorik bilgisini içinde taşımaktadır. Komünizme karşı olmak ya da ondan yana
olmak biçiminde, genel olarak iki kutuplu büyük bir savaşımın sürüp gittiği
bir dünyada, kuşkusuz bu savaşımın tam bilincine varmanın, neyin komünizm
olduğunu ya da olmadığını öğrenerek çağımızın bu savaşımını doğru olarak
kavramanın gereği ortadadır.

  Bu yüzdendir ki, komünist teorinin temel bilgisini veren
bu eser, bütün uygar ülkelerde çok sayıda basılmakta, sosyalist klasikler
arasında en geniş ilgiyi görmektedir.

  Yine bu yüzdendir ki, Komünist Partisi Manifestosu
Türkiye için özel bir önem taşımaktadır. Çünkü gerçekten, Türkiye'de çok
değişik, bir komünizm anlayışı yürürlüktedir. Yakın tarihimiz, komünist
teorinin gerektirdiği eylemle hiçbir ilgisi olmayan nicelerine komünist
dendiğinin örnekleriyle doludur. Toplumsal savaşımın her dalında, hoşa
gitmeyen pek çok şeye bir küfür gibi bu sıfat yüklenmiştir. Her ileri fikir
ve hareket, milli menfaatler vb. kılıfına girerek karşısına dikilen
gericinin dilinde, komünistlikten başka bir ad almamıştır. Gene de, bu
karmakarışık durum, her günkü birsürü yeni örneğiyle sürüp
gitmektedir. Gazete fıkralarında ve meydan nutuklarında tanımını bulan
birtakım komünizm anlayışı fikir ve politika dünyamızı adamakıllı
bulandırmıştır. Kimine göre komünistlik, işçilerin, köylülerin silahlanarak
sömürücülere karşı ayaklanmasıdır; yani, -burjuvazinin baskısı ve
zorlamasıyla ve çok belirli tarihsel koşullar altında kaçınılmaz olarak
kendini gösteren- böyle bir savaşımdan ayrı bir savaşım biçimi tanımayan, her
durumda ve her zaman hiçbir yasal savaşım biçimi tanımayan hesapsız-kitapsız
bir delioğlan işidir; kimine göre de, çağdaş burjuvazinin piyasaya sürdüğü
sosyal adalet terimi bile ve buna ilişkin her şey komünistliktir.

  Türk Ceza Yasası'nın 141. ve 142. maddelerinin uygulaması da bu yolda
zengin örnekler vermiştir. Gerçi bu maddelerde komünizmin adı geçmez; ama,
yasakladığı eylemlerin komünistlik olduğu ya da bu maddelerin komünizmi
yasakladığı gibi bir anlayış yürürlüktedir. Böyle subjektif bir yasa anlayışından
hareket eden birkısım profesör bilirkişiler, savcılara ve mahkemelere hayli
ilginç raporlar düzenlemişlerdir. Bunlar akla-hayale sığmaz bir biçimde
birçok şeyi komünistlik olarak göstermişler, adı geçen maddelerde yasaklanan
eylemlerin somut öğelerini taşıyıp taşımadığına bakmaksızın, kendilerinin
komünizm dedikleri şeyin bu eylemleri kendiliğinden içine aldığını ve
komünizmden bu eylemlerin anlaşılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu gibi
bilirkişi raporları ve bu raporlara dayandırılan savcı iddiaları,
mahkemelere ve Yargıtay'ın yargıçları önünde tekrar tekrar yüzgeri olmakla
birlikte, uzun yıllar olduğu gibi, şimdi de birtakım haksız durumlar
yaratmaktadır. İşin asıl tuhaf bir yanı da, Anayasa Mahkemesi yargıçlarının
içten ve yorucu bir çalışmayla, komünizmin ne olduğunu, ne olmadığını
ayırdetme konusu üzerinde aylarını harcadığı bir ülkede, karşı oldukları
şeyin ne olduğunu bilmeyen birtakım grupların, komünizmle mücadele adı
altında, önlerine gelen her şeye saldırmalarıdır. Bütün bu karmakarışık
durum, komünist teorinin ilkelerini ve temel bilgisini veren bu eserin,
kültür yaşamımız için önemini bir kat daha artırmaktadır.

  Hiç kuşkusuz, bu tarihsel belgede öngörülen savaşım biçiminin Türkiye'nin
içinde bulunduğu gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Marx ve Engels emperyalizm
çağında yaşamadılar. Onlar, Manifestoyu 19. Yüzyılın ortasında, milli
burjuva sınıflarının egemen olduğu Avrupa'nın ileri sanayi ülkelerinde
proletarya ile burjuvazi arasındaki egemen çelişmeye dayanan savaşım
koşulları içinde yazdılar. Bugün Türkiye'de durum böyle değildir. Ulusumuzun
sınıfsal yapısını ve sınıflararası ilişkilerini belirleyen
objektif koşullar yönünden olsun, tarihimizin bugün ünümüze koyduğu dava
yönünden olsun, bu en kesin gerçektir.

  Türkiye, emperyalizmin denetiminde, işbirlikçi sermayenin ve yarı-feodal
ilişkilerin egemen olduğu bir ülkedir. Ne gelişmiş bir milli sanayimiz,
dolayısıyla ne de güçlü bir milli burjuvazimiz var. Halkımız emperyalist
sömürünün ve ağalığın çifte egemenliği altındadır. Yani, bizdeki egemen
çelişme, proletarya ile milli burjuvazi arasındaki çelişme değil,
emperyalizm-işbirlikçi sermaye ilişkileri ve yarı-feodal ilişkiler ile
halkımızın tümünün çıkarları arasındaki çelişmedir.

  Bu yüzden, bizim savaşımımız, proletaryanın milli burjuvaziye karşı
yürüttüğü antikapitalist-sosyalist devrim savaşımı değil, emperyalizme ve
feodalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi savaşımıdır. Yani, ülkemizi
emperyalizmin ve işbirlikçilerinin sömürüsünden ve baskısından kurtararak
tam bağımsız, ağalığın sömürüsünden, baskısından ve her türlü feodal
ilişkilerden kurtararak tam demokratik bir ülke yapma savaşımıdır.

  Bu yüzden, bizim savaşımımız, yalnızca proletaryayı değil, bütün milli
sınıf ve öğeleriyle ulusumuzun tümünü içine almaktadır. Ama, zafer
sağlayabilmemiz ve bu zaferi kesinleştirebilmemiz, proletaryamızın öncü bir
rol oynayabilmesine bağlıdır. Çünkü, halkımızın sömürü ve baskıdan en çok
acı çeken parçası olarak proletarya, sınıf çıkarları bakımından, bu savaşımın
yakın-uzak bütün sonuçlarıyla tam bir uzlaşma halinde olan, dolayısıyla en
devrimci potansiyeli içinde taşıyan bir sınıftır; bağımsızlık ve
demokrasi savaşımımızın her aşamasında her zaman en önde yürüyebilir ve
devrimin zaferine bekçilik ederek onu derinleştirebilir. Bu yüzden, bizim savaşımımız,
yalnız proletaryanın savaşımı değil, ama proletaryanın öncülüğünde ve onun
devrimci politik örgütünün açacağı milli bayrağın etrafında, işçi-köylü
beraberliği temeline dayanan en geniş bir antiemperyalist-antifeodal cephede, milli
sınıfların tümünün ve, hangi sınıftan olursa olsun, yurtsever ve demokrat
öğelerin tümünün birleşmesini gerektirmektedir.

  Bu yüzden, tarihimizin bu aşamasında, bizim önümüzdeki devrim, sosyalist
devrim değil, bir milli demokratik devrim olacaktır. Politik iktidar,
burjuvaziye karşı sosyalist devrimi gerçekleştiren proletaryanın iktidarı
değil, emperyalizme karşı, emperyalist ve feodal ilişkilere karşı
milli demokratik devrimi gerçekleştiren sınıfların ortak iktidarı olacaktır;
savaşım içinde yığınların desteğini kazanabilmiş proletaryanın öncülüğünde ve
işçi-köylü yığınlarının yaşamsal çıkarları temeli üzerinde bütün milli
sınıfların ortak iktidarı olacaktır. Dolayısıyla, kaçınılmaz
olarak, üretim araçları üzerindeki mülkiyet düzeni de, sosyalist değil,
devrimi gerçekleştiren bütün milli sınıfların mülkiyet biçimlerini içine
alan bir düzen olacaktır. Örneğin, toprak reformu yapılarak köylümüz toprak
sahibi olacak, yani toprakta ve öteki tarım üretimi araçlarında özel
mülkiyet sahibi olacaktır. Yine örneğin, bu devrim döneminde, milli burjuvazimiz,
uluslararası tekelin ve işbirlikçi sermayenin baskısından bağımsız olarak,
fabrika ve imalathanelerini elinde bulunduracaktır.

  Ülkemiz böyle bir gelişme süreci içindedir. Ve bu yüzden, bizim savaşımımız
böyle bir süreçten, bir milli demokratik devrimden geçecektir. Ancak böyle
bir devrimle, -emperyalist ve feodal ilişkilerin zincirlerini kırarak,
halkımızın tam bağımsız, tam demokratik bir düzenden kaynağını alan devrimci
coşkusunu ve enerjisini seferber edecek böyle bir devrimle ancak- ülkemiz,
gittikçe emekçi halk yararına ağır basan mülkiyet ilişkileri temeli üzerinde
gelişmesini sürdürebilir. Ve uygarlığın en yüksek tepelerine tırmanma
yarışına koyulabilir.
Uzun süredir bazı kişilerin, bilerek ya da bilmeyerek bütün bu gerçekleri
birbirine karıştırdıklarını görüyoruz.

  Örneğin, bir toprak reformu, ya da milli sanayi işletmelerinde özel
mülkiyetin varlığı, bu kişilere göre sosyalizmdir. Emekçilerin devlet
yönetimine ağırlıklarını koyarak denge sağladığı bir iktidar, onlara göre
sosyalist bir iktidardır. Bunlar, hem bir yandan milli demokratik devrim
programına ilişkin, onun ekonomik ve politik yapısını ilgilendiren bu gibi
sloganları yineleyip duruyorlar, hem de öte yandan Türkiye'de milli
demokratik devrimin tamamlanmış olduğunu ileri sürüyorlar. Böylece, hem
sosyalizmle ilgisi olmayan şeyleri sosyalizm olarak gösteriyorlar, hem de
ilan ettikleri programın gerçekleşmesi için gereken savaşımı, milli
demokratik devrim savaşımını reddediyorlar. Hale bakın ki, bu tutumun
sahipleri kendilerinin sosyalist savaşım, üstelik de sosyalist devrim
savaşımı yaptıkları savındadırlar.

  Kuşkusuz bütün bu yanılgılar ve şaşırtmacalar karşısında, bilimsel
sosyalizmin kurucularının bu ünlü eserinin, bu tarihsel belgenin yeri
Türkiye için bir kez daha önem kazanmaktadır. Çünkü gerçekten bugün
ülkemizde, gerek sosyalizm adına yapılan şeyler, gerekse baştan
beri saydığımız nedenler gösteriyor ki, neyin komünizm
olduğunun ya da olmadığının, neyin sosyalist devrim, neyin
sosyalist savaşım olduğunun ya da olmadığının bilinmesinde ve bu bakımlardan
kültür yaşamımızın evrensel ve doğru bilgilerle zenginleşmesinde büyük
yararlar vardır.

  Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi'nin komünizmin bilgisini veren eserlerin
yayınlanmasını öngören kararına uygun olarak, en önde düşünülmesi gereken
Komünist Partisi Manifestosu'nu, yalnızca üniversite kitaplıklarında,
yalnızca yabancı dil bilenlerin okuma olanakları içinde kalmaktan ve yalnızca
üniversite kitaplarının konusu olmaktan kurtarıp Türk kültürüne kazandırmakla,
önemli bir çeviri ve yayın görevini yerine getirmiş olduğumuz inancındayız.

  Süleyman Ege

  Ankara, Ekim 1968

  MANİFESTİ YEDİNCİ BASKIYA VERİRKEN

  Komünist Manifesto'nun Kasım 1968'de yayınlanan birinci baskısından buyana
yirmi altı yıl geçmiş. Bu yıllar içinde Manifest'in başına gelenlerin uzun
bir öyküsü var.

  Burada bu öykünün hiç değilse satırbaşlarına değinmeyi zorunlu görüyorum.
Kasım 1968'de birinci baskı çıktığı gün kitabın toplatılmasına karar verildi.
Toplatma emri daha yargıç kararından önce bütün valiliklere yıldırım telle
bildirildi.

  Ankara ve İstanbul'daki dağıtımcı depolarında dört bine yakın Manifest'e
el kondu. Ceza Yasası'nın 142. maddesine aykırılık savıyla açılan davada
kitap, uzun bir yargılama sonunda Ankara İkinci Ağırceza Mahkemesi'nin
oybirliği kararıyla aklandı (9 Nisan 1970).

  O sıra Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz adlı kitapla
ilgili davada tutuklu olarak yargılanıyordum; bu yüzden
Manifest'in son savunmasını hapishanede hazırlamış, son
savunma ve karar duruşmalarına hapishaneden kelepçeye
vurularak çıkarılmıştım. Aklama kararını hapishanede kutladım.
Tahliye olunca, o güne kadarki dava sürecini içeren
belgeleriyle birlikte Manifest'in ikinci baskısını yayınladım (Ekim 1970).

  Yargılama temyiz aşamasındayken 12 Mart darbesi
geldi. Faşist rejim altında Yargıtay aklama kararını bozdu,
daha önce aklama karan veren mahkeme de bu kez mahkumiyet kararı verdi ve
Manifest zoralıma çarptırıldı.

  Kornünist Manifesto Davası adlı kitapta bu gelişmeleri ana belgeleriyle
ortaya koydum. Ve, Mart 1976'da Manifest'in üçüncü baskısını yayınladım.
Arkasından, 12 Eylül faşist darbesine kadar kitabın üç baskısı daha yapıldı.
Ancak bu baskılar, yasa dışı uygulamalarla karşılaşma kaygısıyla yeni bir
baskı tarihi ve numarası konulmaksızın, takipsizlik kararı alan 1976
baskısının tıpkısı olarak yayınlandı.

  12 Eylül rejiminde Bilim ve Sosyalizm Yayınları'nın
varlığına fiilen son verilmesiyle Manifest de Türkiye'de
yeniden eski uzun uykusuna daldı. Olayın öyküsünü Kitabın Ateşle Dansı
adlı kitabımda anlattım. Bu dönemde Manifest'in yaklaşık üç bin nüshası bir
yerde korunabilmişti. Yayınevini 1989 sonunda bir daha dirilttiğim
zaman Manifest'in korunabilen bu nüshalarını da okuyucuya sundum.

  Manifest'in öyküsü bir bakıma bu yıllar içinde Türkiye'nin geçirdiği
siyasal dalgalanmaların bir göstergesi niteliğini taşımaktadır.

  Elinizdeki baskıyı, yeni bir baskı numarası konulmaksızın yapılan tıpkı
basımlarını da hesaba alarak, hakettiği gibi yedinci baskı olarak yayınlıyorum.

  Böylece, Manifest'i bir kez daha uykusundan uyandırıyorum.

  S. Ege

  Ankara, Mart 1994

  MARX VE ENGELS'İN ÖNSÖZLERİ

  1872 TARİHLİ ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZ

  O ZAMANKİ koşullar altında ancak gizli olabilen Konünist Birlik adındaki
enternasyonal bir işçi kuruluşu, Kasım 1847'de Londra'da yapılan kongresinde,
aşağıda imzaları olan bizleri, yayınlanmak üzere ayrıntılı bir teorik ve
pratik Parti programını hazırlamakla görevlendirdi. Şubat Devrimi'nden
birkaç hafta önce elyazmaları Londra'da baskıya giren bu Manifesto, böylece
meydana geldi. Önce Almancası yayınlanarak, yine aynı dilde olmak üzere;
Almanya'da, İngiltere'de ve Amerika'da en az oniki değişik baskısı çıktı.
İngilizce olarak önce 1850'de Bn. Helen Macfarlane'in çevirisiyle Londra'da
Red Republican'da ve 1871'de de en az üç ayrı çevirisiyle Amerika'da yayınlandı.
Fransızca olarak ilkin Paris'te, Haziran 1848 ayaklanmasından kısa bir süre
önce, son zamanlarda da New York'ta çıkan Le Socialiste'de yayınlandı.
Şimdi yeni bir çevirisi hazırlanmaktadır. Polonya dilinde bir çeviri, ilk
Almanca baskısından kısa bir süre sonra Londra'da yayınlandı. Ve, bir Rusça
çeviri altmışlarda Cenevre'de yayınlandı. İlk çıkışından hemen sonra Danimarka
diline de çevrildi.

  Son yirmibeş yıl içinde durum ne kadar değişmiş olursa
olsun, Manifesto'da ortaya konulan genel ilkeler ana çizgileriyle bugün de
her zamanki kadar doğrudur. Şu ya da bu ayrıntı daha iyi bir hale
getirilebilir. Manifesto'nun kendisinde de belirtildiği gibi, ilkelerin
pratikte kullanılması her yerde ve her zaman o günün tarihsel koşullarına
bağlıdır; onun için 2. Bölüm'ün sonunda ileri sürülen devrimci önlemlere
özel bir ağırlık verilmemelidir. O pasaj bugün birçok bakımlardan çok farklı
bir biçimde yazılabilirdi. Modern sanayinin son yirmibeş yıl içindeki hızlı
gelişmesi ve onunla birlikte işçi sınıfının gelişmiş ve yaygınlaşmış parti
örgütlenmesi karşısında, ilkin Şubat Devrimi'nde ve ondan daha önemlisi,
proletaryanın ilk kez politik egemenliği iki ay boyunca elinde tutmuş olduğu
Paris Komünü'nde edinilen pratik deneyimler karşısında, bu programın bazı
ayrıntıları artık eskimiştir. Komün özellikle bir şeyi, işçi sınıfının,
yalnızca hazır devlet mekanizmasını elde tutarak onu kendi amaçları için
kullanamayacağını tanıtlamıştır. (Bkz: See The Civil War in France; Address
of the General Council of the International Working Men's Association
(Fransa'da İç Savaş; Enternasyonal İşçi Birliği Genel Konseyinin Çağırısı),
London, Truelove, 1871, s. 15; burada, bu nokta daha da geliştirilmiştir.)

  Ayrıca, kendiliğinden bellidir ki, sosyalist yazının eleştirisi, ancak
1847'ye kadar olanı içine aldığı için, bugüne göre yetersizdir; aynı biçimde,
komünistlerin çeşitli muhalefet partileri karşısındaki durumuna ilişkin görüşler
(Bölüm 4), ilke olarak bugün de doğru olmakla birlikte, politik durum
tamamen değiştiği ve tarihsel gelişme o bölümde sözü edilen partilerin
çoğunu yeryüzünden silip süpürdüğü için, pratikte artık eskimiştir.

  Bununla birlikte, Manifesto, artık üzerinde değişiklik
yapmaya hiç hakkımız olmayan tarihsel bir belge haline
gelmiştir. Belki ilerde yapılacak bir baskı için 1847'den günümüze dek olan
boşluğu dolduracak bir giriş yazılabilir; elinizdeki yeni baskı beklenmedik
bir anda yapıldığından buna vakit bulamadık.

  Karl Marx, Frederick Engels

  Londra, 24 Haziran 1872

  1882 TARİHLİ RUSÇA BASKIYA ÖNSÖZ

  Komünist Partisi Manifestosu'nun, Bakunin tarafından yapılan çevirisi, ilk
Rusça baskı olarak, altmışların başında Kolokol yayınevince yayınlandı. O
sıralar Batı bunu (Manifesto'nun Rusça baskısını), yalnızca yazınsal
açıdan ilginç bir şey olarak görüyordu. Böyle bir görüş
bugün olanaksızdır.

  O sıralarda (Aralık 1847) proletarya hareketinin, henüz ne kadar sınırlı
bir alanı kapsadığını, komünistlerin çeşitli ülkelerdeki çeşitli muhalefet
partileri karşısındaki durumunu inceleyen Manifesto'nun son bölümü en açık
biçimiyle gösterir. Burada, Rusya ve Birleşik Devletler'den hiç söz edilmez.
O zaman, Birleşik Devletler Avrupa'nın proleter güç fazlasını göçler yoluyla
emerken, Rusya'nın tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü durumunda
olduğu bir zamandı. Her iki ülke de, Avrupa'ya hammadde sağlıyorlardı ve aynı
zamanda Avrupa'nın sanayi ürünlerinin satışı için pazar görevini yerine
getiriyorlardı. Bu yüzden, o sıralarda her iki ülke de, şu ya da bu
biçimde, Avrupa'da yürürlükte olan düzenin temel direği durumundaydılar.

  Oysa bugün durum ne kadar farklı! Avrupa'dan Kuzey Amerika'ya olan göç, bu
ülkede tarımın devasa bir gelişme göstermesini sağlamış, bu gelişme, rekabet
yoluyla Avrupa'daki -büyük ve küçük- toprak mülkiyetini temellerinden
sarsmıştır. Ayrıca, bu güç, Birleşik Devletler'e muazzam sanayi kaynaklarını,
kısa zamanda, Avrupa'nın ve özellikle İngiltere'nin bugüne dek sanayide
sürdürdüğü tekelini sarsacak bir ölçüde ve büyük bir enerjiyle işletmesi
olanağını da vermiştir. Bu her iki durum, doğrudan doğruya Amerika üzerinde
devrimci nitelikte bir etki yapmaktadır. Tüm politik yapının temelini
oluşturan küçük ve orta çiftçilerin toprak mülkiyeti dev tarım işletmelerinin
rekabeti karşısında adım adım çöküyor; aynı zamanda, sanayi bölgelerinde ilk
kez olarak, yığın halinde bir proletarya ve sermayenin müthiş bir
yoğunlaşması görülüyor.

  Ya Rusya! 1848-49 Devrimi sırasında, yalnızca Avrupalı prensler değil,
Avrupalı burjuvalar da, henüz uyanmakta olan proletaryadan tek kurtuluş
yolunu Rus müdahelesinde bulmuşlardı. Çar, Avrupa gericiliğinin başı ilan
edilmişti. Bugün, o, Gatchina da devrimin bir savaş tutsağıdır, ve Rusya,
Avrupa'daki devrimci eylemin öncüsüdür.

  Komünist Manifesto'nun amacı, modern burjuva mülkiyetinin yaklaşmakta olan
kaçınılmaz çöküşünü ilan etmekti. Ama Rusya'da hızla gelişen kapitalist
vurgunculuk ve henüz gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyeti karşısında,
toprağın yarısından fazlası üzerinde köylülerin ortak mülkiyetini görüyoruz.
Şimdi soru şudur: Büyük ölçüde sarsılmış olmakla birlikte yine de toprak
üzerinde ilkel ortak mülkiyetin bir biçimi olan Rus obshchina'sı, doğrudan
doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Yoksa tersine,
ilkönce Batı'nın tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecini mi
izlemek zorundadır?

  Bu soruya bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batı'da
bir proleter devriminin habercisi olur da, böylece bu iki devrim birbirlerini
tamamlarlarsa, bugünkü Rus ortak toprak mülkiyeti, komünist bir gelişmenin
başlangıç noktası olabilir.

  Karl Marx, F. Engels

  Londra, 21 Ocak 1882

  1883 TARİHLİ ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZ

  Yazık ki, bu baskının önsözünü tek başıma imzalamak
zorundayım. Marx, Avrupa ve Amerika'nın tüm işçi sınıfının kendisine başka
herhangi birine olduğundan daha çok borçlu bulunduğu bu insan, şimdi
Highgate mezarlığında yatıyor; ve mezarının üstünde ilk çimenler boy atmış
bulunuyor. Onun ölümünden sonra Manifesto'nun yeniden gözden geçirilmesi ya
da tamamlanması artık hiç düşünülemez. Onun için burada şu noktaları yeniden
açıkça belirtmeyi daha da gerekli görüyorum:

  Manifesto'nun baştan sona dokusunu oluşturan temel
düşünce -ekonomik üretimin ve, zorunlu olarak, her tarih döneminin bu
ekonomik üretimden çıkan toplumsal yapısının, o dönemin politik ve düşünsel
tarihinin temelini oluşturdukları, ve bunun sonucu olarak, (ilkel komünal
toprak mülkiyetinin ortadan kalkmasından buyana) tüm tarihin bir sınıf
savaşımları tarihi, toplumsal gelişmenin çeşitli aşamalarında sömürülen ve
sömüren arasındaki, egemenlik altında olan ve egemen olan sınıflar arasındaki
savaşımların tarihi olduğu; ama bu savaşımın şimdi ulaştığı aşamada,
sömürülen ve ezilen sınıfın (proletaryanın), aynı zamanda toplumun tümünü
sömürü, baskı ve sınıf savaşımlarından nihai olarak kurtarmaksızın, kendini
sömüren ve ezen sınıftan (burjuvaziden) kurtaramayacağı düşüncesi- bu temel
düşünce, yalnızca ve olduğu gibi Marx'a aittir.

  (Manifesto'nun İngilizce çevirisine yazdığım önsözde (1888) şöyle
demiştim: Kanımca, Darwin'in teorisi biyoloji için ne yapmışsa, tarih için
onu yapması kaçınılmaz olan bu önermeye, 1845'ten önce her ikimiz de yavaş
yavaş yaklaşmaktaydık. Benim tek başıma, bu önermeye doğru ne kadar ilerlemiş
olduğum en iyi olarak İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu adlı yapıtımda
görülür. Ancak, 1845 ilkbaharında, Brüksel'de Marx'la yeniden buluştuğum
zaman, o bu önermeyi çoktan oluşturmuş bulunuyordu ve hemen hemen burada
belirttiğim kadar açık bir biçimiyle önüme serdi. (Engels'in 1890 tarihli
Almanca baskıya notu.)


  Bunu daha önce birçok kez belirtmiştim, ama bunun
özellikle şimdi Manifesto'nun başında da yer alması gereklidir.

  Londra, 28 Haziran 1883

  F. Engels

  1888 TARİHLİ İNGİLİZCE BASKIYA ÖNSÖZ

  Manifesto, başlangıçta yalnızca Almanları içine alan,
daha sonra uluslararası nitelik kazanan bir işçi derneğinin 1848'den önce
Kıta Avrupa'sının politik koşulları altında kaçınılmaz olarak gizli bir örgüt
olan Komünist Birlikin platformu olarak yayınlandı. Birliğin Kasım
1847'de Londra'da yapılan bir kongresinde Marx ve Engels tam bir teorik ve
pratik parti programını yayınlamak üzere hazırlamakla görevlendirilmişlerdi.
Almanca olarak Ocak 1848'de tamamlanan elyazması 24 Şubat 1848
Fransız Devrimi'nden birkaç hafta önce Londra'da baskıya verildi. Bir
Fransızca çevirisi Haziran 1848 ayaklanmasından az önce, Paris'te yayınlandı.
Bn. Helen Macfarlane'in yaptığı ilk İngilizce çeviri, 1850'de Londra'da
Julian Harney'in Red Republican adlı dergisinde yayınlandı. Danimarka ve
Polonya dillerinde de birer baskısı yapılmıştır.

  Haziran 1848 Paris ayaklanmasının, -proletarya ile burjuvazi arasındaki
ilk büyük savaş- yenilgiye uğraması, Avrupa işçi sınıfının toplumsal ve
politik özlemlerini bir süre için tekrar arka plana itti. O zamandan buyana,
iktidar savaşımı, Şubat Devrimi'nden önce olduğu gibi, yine
yalnızca mülk sahibi sınıfın farklı kesimleri arasında oldu. İşçi sınıfı,
politik bakımdan bir soluk alabilme savaşımına ve orta sınıf radikallerinin
aşırı sol kanadı durumuna düşürüldü. Bağımsız proletarya hareketleri canlılık
belirtileri gösterdiği her yerde amansız bir biçimde bastırıldı.

  Nitekim, Prusya polisi, Komünist Birlik'in o sırada Köln'de bulunan Merkez
Komitesi'ni açığa çıkardı. Üyeleri tutuklandılar ve onsekiz ay süren bir
hapislikten sonra Ekim 1852'de yargılandılar. Bu ünlü Köln Komünist
Yargılaması 4 Ekim'den 12 Kasım'a dek sürdü; tutuklulardan yedisi, üç yılla
altı yıl arasında değişen kalebentlik cezalarına çarptırıldılar. Birlik, bu
karardan hemen sonra, geri kalan üyeleri tarafından resmen dağıtıldı.
Manifesto'ya gelince, o artık unutulmaya mahkum görünüyordu.

  Avrupa işçi sınıfı egemen sınıflara karşı yeni bir saldırı için yeterli
gücü yeniden kazandığı zaman Enternasyonal İşçi Birliği doğdu. Ancak, Avrupa
ve Amerika'nın tüm militan proletaryasını tek bir örgütte birleştirmek gibi
özel bir amaçla kurulan bu birlik, Manifesto'da ortaya
konan ilkeleri hemen ilan edemedi. Enternasyonal, İngiliz
Sendikaları'nın, Fransa, Belçika, İtalya ve İspanya'daki Proudhon
yandaşlarının ve Almanya'daki Lassalle'cilerin (Lassalle, bize her zaman
kendini bir Marx yanlısı olarak tanıttı ve bu
sıfatıyla Manifesto'ya bağlıydı. Ancak 1862-64 yılları arasında halk önünde
yaptığı konuşmalarda o, devlet kredileriyle desteklenen kooperatif
atelyelerin kurulmasını istemekten öte gitmiş değildir. (Engels'in notu)
kabul edebilecekleri kadar geniş bir program ortaya, koymak zorundaydı.

  Bu programı bütün tarafların benimseyeceği bir biçimde kaleme alan Marx, işçi sınıfının eylem birliği ve
karşılıklı tartışma sonucunda mutlaka doğacak olan düşünsel gelişmesine tam
olarak güveniyordu. Sermayeye karşı yürütülen savaşım içinde karşılaşılan
olaylar ve durumlar, hatta zaferlerden çok yenilgiler, insanlara
kafalarındaki her derde deva harcıalem düşünlerin yetersizliğini mutlaka
öğretecek ve işçi sınıfının gerçek kurtuluş koşullarının tam bir kavranışını
hazırlayacaktı. Ve Marx haklı çıktı. Enternasyonal, 1874'te dağıldığı zaman,
işçileri 1864'te olduklarından çok farklı bir bilinç düzeyinde insanlar
olarak bıraktı. Fransa'da Proudhon'culuk, Almanya'da Lassalle'cilik
ölmekteydi ve çoğu uzun zamandır Enternasyonal'le ilişkilerini kesmiş olan
tutucu İngiliz sendikaları bile, artık yavaş yavaş, geçen yıl
başkanlarının Swansea'de onlar adına, Kıta sosyalizmi bizim için
korkunçluğunu yitirmiştir diyebildiği noktaya doğru yaklaşıyorlardı.
Aslında, Manifesto'nun ilkeleri bütün ülkelerin işçileri arasında oldukça
yaygınlaşmıştı.

  Manifesto, böylece yeniden ön plana geldi. Almanca metin 1850'den buyana
İsviçre, İngiltere ve Amerika'da birkaç kez yeniden basıldı. 1872'de New
York'ta İngilizceye çevrilerek Woodhull and Claflin's Weekly'de yayınlandı.
Bu ingilizce metinden yapılan bir Fransızca çevirisi de New York'ta Le
Socialiste'te çıktı. O zamandan buyana, Amerika'da, az ya da çok kırpılmış
olarak, en az iki İngilizce çevirisi daha yayınlandı, ve bunlardan biri
İngiltere'de yeniden basıldı. Bakunin'in yaptığı ilk Rusça çeviri 1863
sıralarında Cenevre'de Hersen'in Kolokol yayınevinde, kahraman Vera
Zasulich'in (Daha sonraları Engels'in kendisi İnternationales aus dem
Volksstaat (1871-75), Berlin, 1894'te yayınlanan Rusya'da Sosyal İlişkiler
adlı yazısında, gerçek çeviricinin G. V. Plehanov olduğuna haklı olarak işaret
etmiştir.) yaptığı ikinci çeviri de 1882'de yine Cenevre'de yayınlandı.

  1885'te Kopenhag'da yapılan Danimarka dilinde yeni bir baskısı Social-democratisk
Bibüothek'te, 1886'da Paris'te yapılan yeni bir Fransızca çevirisi Le
Socialiste'te bulunabilir. Bu ikincisinden İspanyolca çevirisi hazırlandı ve
1886'da Madrit'te yayınlandı. Almanca yeni baskılarını
saymayacağım, bunlar en az oniki kadar var. Birkaç ay önce İstanbul'da
yayınlanması gereken bir Ermenice çevirisi gün ışığına çıkamadı; çünkü
duyduğuma göre, yayıncı, kitabı Marx'ın adıyla çıkarmaktan korkmuş, çevirici
de kitabın kendi yapıtı olarak yayınlanması önerisini reddetmiş.

  Ayrıca, başka dillere yapılan çevirileri duydum, ama bunları görmedim.
Böylelikle, Manifesto'nun tarihi, oldukça doğru bir biçimde, modern işçi
sınıfı hareketinin tarihini yansıtır; bugün o, hiç kuşku yok ki, tüm sosyalist
yazının en yaygın, en uluslararası ürünü, Sibirya'dan Kaliforniya'ya dek
milyonlarca işçinin benimsediği ortak platformdur.

  Ama, yazıldığı zaman biz ona bir Sosyalist Manifesto diyemezdik. 1847'de,
sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı sistemlerin savunucuları:
her ikisi de birer mezhep durumuna dönüşmüş bulunan ve giderek ölmekte olan
İngiltere'deki Owen'ciler, Fransa'daki Fourier'ciler; öte
yanda, her türlü marifetçilikle sermayeye ve kara hiçbir
zarar vermeden her türlü sosyal bozukluğu onaracaklarını ileri süren her
türden sosyal şarlatanlar; her iki durumda da işçi sınıfı hareketi dışında
olan ve eğitilmiş sınıflardan medet uman kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının,
salt politik devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan bir sosyal
değişmenin zorunluluğunu ilan etmiş olan her bir kesimi o sıra kendisine
komünist diyordu. Bu, kaba, yontulmamış, sırf sezgiye dayanan bir tür
komünizmdi; ama yine de en önemli noktaya değiniyordu ve işçi sınıfı
arasında, Fransa'da Cabet'nin, Almanya'da Weitling'in ütopyacı komünizmini
doğurmaya yetecek kadar güçlüydü.

  Böylece, 1847'de, sosyalizm bu orta sınıf hareketi, komünizm bir işçi
sınıfı hareketiydi. Sosyalizm, hiç değilse Kıta Avrupa'sında, saygındı;
komünizm tam tersi durumdaydı. Biz, ta o zamandan, işçi sınıfının kurtuluşu,
işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır anlayışında olduğumuzdan, bu iki addan
hangisini alacağımız konusunda en küçük bir duraksamamız olamazdı. O
zamandan buyana da bu adı yadsımak aklımızın ucundan geçmedi.

  Manifesto ortak ürünümüz olduğu için, kendimi, onun çekirdeğini oluşturan
temel önermenin Marx'a ait olduğunu belirtmek zorunda hissediyorum. Bu
önerme şudur: Her tarihsel dönemde, egemen olan ekonomik üretim ve
mübadele biçimi ve bunun zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan sosyal örgütlenme,
o dönemin politik ve düşünsel tarihinin üzerine kurulu olduğu temeli
oluşturur, ve o dönemin politik ve düşünsel tarihi ancak bu temele dayanılarak
açıklanabilir; bunun sonucu olarak insanlığın tüm tarihi (toprakta ortak
mülkiyete dayanan ilkel kabile toplumunun çözülmesinden buyana), bir sınıf
savaşımları tarihi, sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki
çatışmaların bir tarihi olmuştur; bu sınıf savaşımları tarihini oluşturan
evrimler dizisi günümüzde öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki, sömürülen ve
ezilen sınıf -proletarya-, aynı zamanda ve nihai olarak toplumu her türlü
sömürü, baskı, sınıf ayrımları ve sınıf savaşımlarından büyük ölçüde
kurtarmaksızın, sömüren ve ezen sınıfın -burjuvazinin- egemenliğinden
kendisini kurtaramaz.

  Kanımca, Darwin'in teorisi biyoloji için ne yapmışsa, tarih için onu
yapması kaçınılmaz olan bu önermeye, 1845'ten önce her ikimiz de yavaş yavaş
yaklaşmaktaydık. Benim tek başıma bu önermeye doğru ne kadar ilerlemiş
olduğum en iyi olarak İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu adlı yapıtımda
görülür. Ancak, 1845 ilkbaharında, Brüksel'de Marx'la yeniden buluştuğum
zaman, o bu önermeyi çoktan oluşturmuş bulunuyordu ve hemen hemen burada
belirttiğim kadar açık bir biçimiyle önüme serdi.

  1872 tarihli Almanca baskıya birlikte yazmış olduğumuz önsözden aşağıdaki
parçayı aktarıyorum:

  Son yirmibeş yıl içinde durum ne kadar değişmiş olursa olsun, Manifesto'da
ortaya konulan genel ilkeler ana çizgileriyle bugün de her zamanki kadar
doğrudur. Şu ya da bu ayrıntı daha iyi bir hale getirilebilir. Manifesto'nun
kendisinde de belirtildiği gibi, ilkelerin pratikte kullanılması her yerde ve
her zaman o günün tarihsel koşullarına bağlıdır; onun için 2. Bölüm'ün
sonunda ileri sürülen devrimci önlemlere özel bir ağırlık verilmemelidir. O
pasaj bugün birçok bakımlardan çok farklı bir biçimde yazılabilirdi.
1848'den buyana modern sanayinin dev adımlarla ilerlemesi ve buna bağlı
olarak işçi sınıfının gelişen ve büyüyen örgütlenmesi karşısında, ilkin Şubat
Devrimi'nde ve ondan daha önemlisi, proletaryanın ilk kez politik
egemenliği iki ay boyunca elinde tutmuş olduğu Paris Komünü'nde edinilen
pratik deneyimler karşısında, bu programın bazı ayrıntıları artık eskimiştir. Komün
özellikle bir şeyi, işçi sınıfının yalnızca hazır devlet mekanizmasını
elde tutarak onu kendi amaçları için kullanamayacağını tanıtlamıştır.
(Bkz: See The Civil War in France; Address
of the General Council of the International Working Men's
Association (Fransa'da İç Savaş; Enternasyonal İşçi Birliği Genel
Konseyinin Çağırısı), London, Truelove, 1871, s. 15, burada, bu nokta daha
da geliştirilmiştir.) Ayrıca, kendiliğinden bellidir ki, sosyalist yazının
eleştirisi ancak 1847'ye kadar olanı içine aldığı için, bugüne göre
yetersizdir; aynı biçimde komünistlerin çeşitli muhalefet partileri
karşısındaki durumuna ilişkin görüşler (Bölüm 4), ilke olarak bugün de doğru
olmakla birlikte, politik durum tamamen değiştiği ve tarihsel gelişme o
bölümde sözü edilen partilerin çoğunu yeryüzünden silip süpürdüğü
için, pratikte artık eskimiştir.

  Bununla birlikte, Manifesto, artık üzerinde değişiklik yapmaya hiç
hakkımız olmayan tarihsel bir belge haline gelmiştir.

  Bu çeviri, Marx'ın Kapital'inin büyük kısmının çeviricisi Bay Samuel
Moore tarafından yapılmıştır. Çeviriyi birlikte gözden geçirdik ve bazı
tarihsel ince noktaları açıklayan birkaç not ekledik.

  Friedrich Engels

  Londra, 30 Ocak 1888

  1890 TARİHLİ ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZ

  Yukarıdaki metin yazıldığından buyana, Manifesto'nun yeni bir Almanca
baskısının yapılması bir kez daha zorunlu duruma geldi, ve ayrıca
Manifesto'nun burada sözü edilmesi gereken epey şey geçti başından.
İkinci bir Rusça çeviri -Vera Zasulich'in çevirisi- Cenevre'de 1882'de
basıldı; bu baskıya önsözü Marx'la birlikte yazmıştık. Yazık ki, bunun özgün
Almanca elyazması kaybolmuştur; bu nedenle, metni Rusça'dan tabii hiçbir
biçimde değiştirmeden, çevirmek zorundayım. Metin şöyle:

  Komünist Partisi Manifestosu'nun, Bakunin tarafından yapılan çevirisi
ilk Rusça baskı olarak altmışların başında Kolokol yayınevince yayınlandı.
O sıralar Batı bunu (Manifesto'nun Rusça baskısını), yalnızca yazınsal açıdan
ilginç bir şey olarak görüyordu. Böyle bir görüş bugün olanaksızdır.

  O sıralarda (Aralık 1847) proletarya hareketinin, henüz ne kadar sınırlı
bir alanı kapsadığını, komünistlerin çeşitli ülkelerde çeşitli muhalefet
partileri karşısındaki durumunu inceleyen Manifesto'nun son bölümü en açık
biçimiyle gösterir. Burada, Rusya ve Birleşik Devletler'den
hiç söz edilmez. O zaman, Birleşik Devletler Avrupa'nın
proleter güç fazlasını göçler yoluyla emerken, Rusya'nın
tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü durumunda olduğu bir zamandı.
Her iki ülke de, Avrupa'ya hammadde sağlıyorlardı ve aynı zamanda Avrupa'nın
sanayi ürünlerinin satışı için pazar görevini yerine getiriyorlardı. Bu
yüzden, o sıralarda her iki ülke de, şu ya da bu biçimde, Avrupa'da
yürürlükte olan düzenin temel direği durumundaydılar.

  Oysa bugün durum ne kadar farklı! Avrupa'dan Kuzey Amerika'ya olan göç,
bu ülkede tarımın devasa bir gelişme göstermesini sağlamış, bu gelişme,
rekabet yoluyla Avrupa'daki -büyük ve küçük- toprak mülkiyetini temellerinden
sarsmıştır. Ayrıca, bu göç, Birleşik Devletler'e muazzam sanayi kaynaklarını,
kısa zamanda, Avrupa'nın ve özellikle İngiltere'nin bugüne dek sanayide
sürdürdüğü tekelini sarsacak bir ölçüde ve büyük bir enerjiyle işletmesi
olanağını da vermiştir. Bu her iki durum, doğrudan doğruya Amerika üzerinde
devrimci nitelikte bir etki yapmaktadır. Tüm politik yapının temelini
oluşturan küçük ve orta çiftçilerin toprak mülkiyeti dev tarım işletmelerinin
rekabeti karşısında adım adım çöküyor; aynı zamanda,
sanayi bölgelerinde ilk kez olarak, yığın halinde bir proletarya ve
sermayenin müthiş bir yoğunlaşması görülüyor.

  Ya Rusya! 1848-49 Devrimi sırasında, yalnızca Avrupalı prensler değil,
Avrupalı burjuvalar da, henüz uyanmakta olan proletaryadan tek kurtuluş
yolunu Rus müdahalesinde bulmuşlardı. Çar, Avrupa gericiliğinin başı
ilan edilmişti. Bugün, o, Gatchina'da devrimin bir savaş
tutsağıdır, ve Rusya, Avrupa'daki devrimci eylemin öncüsüdür.

  Komünist Manifesto'nun amacı, modern burjuva
mülkiyetinin yaklaşmakta olan kaçınılmaz çöküşünü ilan
etmekti. Ama Rusya'da hızla gelişen kapitalist vurgunculuk ve henüz
gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyeti karşısında, toprağın yarısından
fazlası üzerinde köylülerin ortak mülkiyetini görüyoruz. Şimdi soru
şudur: Büyük ölçüde sarsılmış olmakla birlikte yine de toprak üzerinde
ilkel ortak mülkiyetin bir biçimi olan Rus obshchina'sı, doğrudan doğruya
komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Yoksa tersine, ilkönce
Batı'nın tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecini mi izlemek
zorundadır?

  Bu soruya bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer
Rus Devrimi, Batı'da bir proleter devriminin habercisi olur
da, böylece bu iki devrim birbirlerini tamamlarlarsa, bugünkü Rus ortak
toprak mülkiyeti, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.

  Karl Marx, Frederick Engels

  Londra, 21 Ocak 1882

  Hemen hemen aynı günlerde, Cenevre'de Polonya dilinde yeni bir baskısı
yapıldı: Manifest Komünistyczny.

  Daha sonra, 1885'te, Kopenhag'da Social-demokratisk
Bibliothek'te Danimarka dilinde yeni bir çevirisi yayınlandı. Ne yazık ki,
çeviri tam değildir; çeviriciye güçlük çıkardığı anlaşılan bazı önemli
pasajlar atlanmış, ayrıca yer yer göze çarpan dikkatsizlik belirtileri daha
da can sıkıcı; öyle anlaşılıyor ki çevirici biraz kendini zorlasaymış,
çok daha iyi bir iş çıkarabilirmiş.

  Yeni bir Fransızca çevirisi 1885'te Paris'te Le Socialiste'te çıktı;
bugüne dek basılanların en iyisidir.

  Bu çeviri esas alınarak aynı yıl içinde İspanyolca'ya
yapılan bir çevirisi ilkin Madrid'de El Socialista'da çıktı,
sonra da bir broşür olarak yayınlandı: Manifesto del Partido Comunista, por
Carlos, Marx y F. Engels, Madrid, Administracion de El Socialista, Hernan
Cortes 8.

  İlgi çekici bir olay olarak da, 1887'de bir Ermenice çevirinin
elyazmalarının İstanbul'daki bir yayıncıya verilişinden söz edeyim. Ama
adamcağız Marx'ın adını taşıyan bir şeyi yayınlama cesaretine sahip değildir,
çeviriciye yazar olarak kitaba kendi adını koymasını öneriyor, çevirici de
bunu reddediyor.

  Az ya da çok yanlışlarla dolu Amerikan çevirilerinden
birinin, hemen arkasından da bir ikincisinin İngiltere'de
art arda yayınlanmasından sonra, ensonu aslına uygun bir
çeviri 1888'de yayınlandı. Dostum Samuel Moore'un yaptığı bu çeviriyi,
baskıya gönderilmeden önce birlikte gözden geçirdik. Bu çeviri şu başlığı
taşır: Manifesto of the Communist Party, by Karl Marx and Frederick Engels.
Authorised English Translation, edited and annotated by
Frederick Engels. 1888. London, William Reeves, 185 Fleet
st., E. C.. Orada yer alan notların bazılarını elinizdeki baskıya da ekledim.

  Manifesto'nun kendine özgü bir tarihi vardır. Çıktığında, bilimsel
sosyalizmin (ilk önsözde sözü edilen çevirilerin de tanıtladığı gibi), o
sıralarda sayıca hiç de fazla olmayan öncülerince coşkuyla
karşılanmasından kısa bir süre sonra, Paris işçilerinin Haziran 1848'deki
yenilgisiyle başlayan gerici akımın etkisiyle bir köşeye itildi, ve ensonu
Kasım 1852'de Köln Komünistleri'nin mahkum edilmesiyle birlikte yasaya
uygun olarak aforoz edildi. Şubat Devrimiyle başlayan işçi harektinin
sahneden çekilmesiyle Manifesto da arka planda kaldı.

  Avrupa işçi sınıfı, egemen sınıfların iktidarına karşı
yeni bir saldırı için yeterli gücü yeniden kazandığı zaman
Enternasyonal İşçi Birliği doğdu. Birliğin amacı, Avrupa
ve Amerika'nın tüm militan işçi sınıfını tek bir dev ordu halinde
birleştirmekti. Bu yüzden, Manifesto'da ortaya konulan ilkelerden hareket
edemezdi. İngiliz işçi sendikalarına, Fransız, Belçikalı, İtalyan ve
İspanyol Proudhon'culara ve Alman Lassalle'cilere kapıyı kapamayan bir
programa sahip olmak zorundaydı. Bu program -Enternasyonal'in Tüzüğüne
giriş-, Bakunin'in ve Anarşistlerin bile kabul ettiği bir ustalıkla Marx
tarafından yazılmıştı. Manifesto'da ortaya konulan düşünlerin kazanacağı
nihai zafer için Marx; yalnızca ve yalnızca işçi sınıfının eylem birliği ve
tartışmadan doğması kaçınılmaz olan düşünsel gelişmesine tam olarak
güveniyordu. Sermayeye karşı yürütülen savaşım içinde karşılaşılan olaylar
ve iniş çıkışlar, hatta zaferlerden çok yenilgiler savaşçılara
o güne dek körü körüne güvendikleri her derde deva harcıalem düşünlerin
yetersizliğini mutlaka gösterecek ve işçi sınıfının gerçek kurtuluş
koşullarının tam bir kavranışını hazırlayacaktı.

  Ve Marx haklı çıktı. Enternasyonal'in dağıldığı 1874'teki işçi sınıfı, Enternasyonal'in kurulduğu
1864'teki işçi sınıfından tamamen farklıydı. Latin ülkelerindeki Proudhon'culuk
ve Almanya'daki kendine özgü Lassalle'cilik ölmekteydi, ve o sıra aşırı
tutucu olan İngiliz sendikaları bile, 1887'de yapılan Swansea kongresinde
başkanlarının onlar adına, -Kıta sosyalizmi bizim için korkunçluğunu
yitirmiştir- diyebildiği noktaya doğru yavaş yavaş ilerlemekteydi. Oysa
1887'de Kıta sosyalizmi hemen hemen Manifesto'da ilan edilen teoriden ibaretti.
Böylelikle, Manifesto'nun tarihi, oldukça doğru bir
biçimde, 1848'den buyana olan modern işçi sınıfı hareketinin
tarihini yansıtır. Bugün hiç kuşku yok ki, o bütün
sosyalist yazının en yaygın, en uluslararası ürünü, Sibirya'dan
Kaliforniya'ya dek bütün ülkelerin milyonlarca işçisinin ortak programıdır.

  Yine de, yazıldığı zaman biz ona bir Sosyalist Manifesto diyemezdik.
1847'de, iki tip insan sosyalist sayılıyordu. Bir yanda, çeşitli ütopyacı
sistemlerin yandaşları, özellikle o tarihte her ikisi de birer mezhep
durumuna dönüşmüş bulunan ve yavaş yavaş ölmekte olan İngiltere'deki
Owen'ciler, Fransa'daki Fourier'ciler; öte yanda, toplumsal bozuklukları,
sermayeye ve kara hiç zarar vermeden, her derde deva çeşitli ilaçlarla ve
bölük-pörçük onarımlarla gidermek isteyen her türden sosyal şarlatanlar.
Bunlar her iki durumda da, işçi hareketinin dışında yer alan ve
daha çok eğitimden geçmiş sınıfların desteğini arayan
kimselerdi. Oysa işçi sınıfının, toplumun köklü bir biçimde
yeniden kurulmasını isteyen, salt politik devrimlerin buna yeterli olmadığına
inanan kesimi, o sıra kendisine komünist diyordu. Bu, henüz yontulmamış,
yalnızca sezgiye dayanan ve çoğu zaman oldukça kaba bir komünizmdi.

  Ama gene de, iki ütopik komünizm sistemini -Fransa'da Cabet'nin İkarya
Komünizmini ve Almanya'da Weitling Komünizmini- doğuracak kadar güçlüydü.
1847'de sosyalizm bir burjuva hareketini, komünizm bir işçi sınıfı
hareketini ifade ediyordu. Sosyalizm hiç değilse Kıta Avrupa'sında oldukça
saygındı, komünizm bunun tam tersi bir durumdaydı. Biz ta o zamandan, tam
bir kesinlikle, -işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri
olmalıdır- anlayışında olduğumuzdan, bu iki addan hangisini seçeceğimiz
konusunda bir duraksamamız olamazdı. O zamandan buyana da bunu yadsımak
aklımızın ucundan geçmedi.

  -Bütün ülkelerin işçileri, bireşiniz!- Ama kırkiki yıl önce, proletaryanın
kendi öz istemleriyle ortaya çıktığı ilk Paris Devrimi'nin öngününde,
dünyaya bu sözleri ilan ettiğimiz zaman, buna pek az ses karşılık vermişti.
Ancak, 28 Eylül 1864'te, Batı Avrupa ülkelerinin çoğunun proleterleri, şanlı
anılar bırakan Enternasyonal İşçi Birliği'nde el ele verdiler. Doğrudur,
Enternasyonal ancak dokuz yıl yaşadı. Ama, onun yarattığı, bütün ülkelerin
proleterlerinin ölümsüz birliği hala canlıdır ve her zamankinden daha
güçlüdür. Bunun günümüzden daha iyi bir tanığı olamaz. Çünkü bugün ben bu
satırları yazarken, Avrupa ve Amerika proletaryası ilk kez tek bir ordu
halinde, tek bir bayrak altında ve tek bir acil hedef uğrunda
-Enternasyonal'in 1866'daki Cenevre Kongresi'nde ve ayrıca 1889'daki Paris
İşçi Kongresi'nde kabul edildiği gibi, sekiz saatlik işgününün yasal olarak
tanınması uğrunda- seferber edilmiş savaş kuvvetlerini gözden geçirmektedir.
Ve bugünün manzarası, bütün ülkelerin kapitalistlerinin ve toprak beylerinin
gözlerini, bütün ülkelerin işçilerinin bugün gerçekten birleşmiş oldukları
gerçegine açacaktır.

  Bunu kendi gözleriyle görebilmesi için, şu anda Marx yanımda olsaydı!

  Londra, 1 Mayıs 1890

  F. Engels

  1892 TARİHLİ POLONYA DİLİNDEKİ BASKIYA ÖNSÖZ

  Komünist Manifesto'nun Polonya dilinde yeni bir baskısına gereksinim
duyulması, çeşitli düşüncelere yolaçıyor.

  Her şeyden önce, Manifesto'nun Avrupa kıtasında büyük sanayinin
gelişmesinin nerdeyse bir göstergesi durumuna gelmiş olması dikkate değer.
Belirli bir ülkede büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde o ülkenin işçileri
arasında, işçi sınıfı olarak mülk sahibi sınıflar karşısındaki
durumları konusunda aydınlanma isteği de kök salmakta, bunlar arasında
sosyalist hareket yaygınlaşmakta ve Manifesto'ya olan istem artmaktadır.
Böylece, yalnızca işçi hareketinin durumu değil, aynı zamanda büyük
sanayinin gelişme derecesi de, her ülkede oldukça doğru bir biçimde, o
ülkenin dilindeki Manifesto'nun dağıtılmış nüshalarının sayısıyla
ölçülebilir.

  Bu yüzden, Polonya dilindeki yeni baskı, Polonya sanayisinde kesin bir
ilerlemeyi gösterir. Ve hiç kuşku yok ki, on yıl önce yapılmış baskısından
buyana gerçekten de böyle bir ilerleme olmuştur. Rus Polonyası, Kongre
Polonyası, Rus İmparatorluğu'nun büyük sanayi bölgesi durumuna gelmiştir.
Rusya'nın büyük sanayisi, -bir kısmı Finlandiya Körfezi çevresinde, öteki
bir kısmı merkezde (Moskova'da ve Vladimir'de), bir üçüncü kısmı Karadeniz
ve Azak denizi kıyılarında ve öteki bazı kısımları başka yerlerde olmak
üzere- dağınık bir alana yayılmış olmasına karşın, Polonya sanayisi oldukça
küçük bir alanda toplanmıştır; ve böylesine bir yoğunlaşma nedeniyle
hem üstünlükler hem de sakıncalar taşımaktadır. Rakip Rus sanayicileri,
Polonyalıları Ruslaştırma konusundaki şiddetli arzularına karşın, Polonya'ya
karşı koruyucu gümrük uygulanması isteminde bulunmakla bu üstünlükleri
kabullenmiş oldular. Sakıncalar -Polonya sanayicileri ve
Rus hükümeti açısından sakıncalar- Polonya işçileri arasında sosyalist
düşüncenin hızla yayılmasında ve Manifesto için artan istemde kendisini
göstermektedir.

  Ama, Polonya sanayisinin Rusya'nınkini geride bırakarak hızla gelişmesi,
aynı zamanda Polonya halkının tükenmek bilmez canlılığının yeni bir kanıtıdır
ve yaklaşmakta olan ulusal kurtuluşunun yeni bir güvencesidir. Ve bağımsız,
güçlü bir Polonya'nın yeniden kurulması, yalnızca Polonyalıları değil,
hepimizi ilgilendiren bir sorundur.

  Avrupa uluslarının içtenlikli bir uluslararası işbirliği, ancak bu
ulusların her birinin kendi yurdunda tam özerkliğe sahip olmasıyla
kurulabilir. Proletaryanın bayrağı altında yapıldığı halde, sonuçta proleter
savaşçılara burjuvazinin işini gördürmekten öteye gitmeyen 1848 Devrimi,
aynı zamanda onun vasiyetinin uygulayıcıları Louis Bonaparte ve Bismarck
aracılığıyla İtalya, Almanya ve Macaristan'ın bağımsızlığını sağladı; ama,
1792'den buyana devrim için bu üç ülkenin tümünün yaptığından daha çoğunu
yapmış olan Polonya, 1863'te kendisinden on kat daha büyük Rus kuvvetleri
karşısında boyun eğdiğinde kendi olanaklarıyla başbaşa bırakıldı. Soylular,
Polonya'nın bağımsızlığını ne koruyabildiler ne de yeniden kazanabildiler;
bugün burjuvazi için bu bağımsızlık, en azından, önemsizdir. Ama gene de
Avrupa uluslarının uyumlu işbirliği için bu bir zorunluluktur. Bu bağımsızlık
yalnızca genç Polonya proletaryası tarafından kazanılabilir
ve onun ellerinde güvenlik altında olabilir. Çünkü, Polonya'nın
bağımsızlığına Polonyalı işçilerin kendileri için olduğu kadar Avrupa'nın
bütün öteki ülkelerinin işçilerinin de gereksinimi vardır.

  F. Engels

  Londra, 10 Şubat 1892

  1893 TARİHLİ İTALYANCA BASKIYA ÖNSÖZ

  İTALYAN OKUYUCUYA

  Komünist Partisi Manifestosu'nun yayınlanması, denebilir ki, biri Avrupa
kıtasının, öteki Akdeniz'in merkezinde yer alan iki ulusun, bölünme ve
çatışmalar yüzünden o zamana dek yabancı boyunduruğu altına düşmüş
olan iki ulusun, silahlı ayaklanmaları olan 18 Mart 1848
Milano ve Berlin devrimleriyle aynı tarihe rastlamıştır. İtalya, Avusturya
İmparatoru'na bağımlı olduğu bir sırada, Almanya, daha dolaylı olmakla birlikte
daha az etkin olmayan Rus Çarları'nın boyunduruğu altındaydı. 18 Mart
1848'in sonuçları, İtalya'yı da, Almanya'yı da bu utanç verici durumdan
kurtardı; 1848'den 1871'e dek geçen zaman içinde bu iki büyük ulus yeniden
kurulmuş, kendi başlarına buyruk olmuşlarsa, bunun nedeni, Karl Marx'ın
söylediği gibi, 1848 Devrimini bastıranların yine de, kendi istemlerine
karşın bu devrimin vasiyetini yerine getirmiş olmalarıdır.

  Bu devrim her yerde işçi sınıfının eseriydi; barikatları
kuran ve devrimin bedelini kanıyla ödeyen işçi sınıfıydı.
Yalnızca Paris işçileri, hükümeti devirirken açık bir biçimde
burjuva rejimini devirme hedefine yönelmişlerdi. Ama
onlar her ne kadar kendi sınıflarıyla burjuvazi arasındaki amansız
karşıtlığın bilincinde olsalar da, henüz ne ülkenin ekonomik ilerlemesi ne
de Fransız işçi yığınının düşünsel gelişmesi toplumun bir yeniden-kuruluşunu
olanaklı kılacak aşamaya ulaşmıştı. Bundan ötürü, son çözümlemede,
devrimin meyvelerini kapitalist sınıf topladı. Öteki ülkelerde; İtalya'da,
Almanya'da, Avusturya'da, işçiler daha başından itibaren burjuvaziyi
iktidara getirmekten öte bir şey yapmadılar. Ama herhangi bir ülkede
burjuvazinin egemenliği, ulusal bağımsızlık olmaksızın olanaklı değildir. Bu
bakımdan, 1848 Devrimi, ardısıra, o güne dek birlik ve özerklikten yoksun
uluslara -İtalya'ya, Almanya'ya, Macaristan'a- birlik ve özerklik getirmiştir.
Sıra Polonya'ya da gelecektir.

  Böylece, 1848 Devrimi bir sosyalist devrim değilse de,
sosyalist devrim için yolu açmış, ortam hazırlamıştır. Bütün ülkelerde büyük
sanayiye verilen hızla, burjuva rejimi son kırkbeş yıl içinde her yerde,
sayıca kalabalık, yoğun ve güçlü bir proletarya yaratmıştır. Dolayısıyla o,
Manifesto'nun diliyle söylersek, kendi mezar kazıcılarını yaratmıştır. Her
bir ulusun özerkliği ve birliği sağlanmadan, proletaryanın uluslararası
birliğini ya da bu ulusların ortak hedeflere doğru barışçı ve bilinçli
işbirliğini gerçekleştirmek olanaksız olacaktır. 1848 öncesinin politik
koşulları altında, İtalyan, Macar, Alman, Polonyalı ve Rus
işçilerinin ortak uluslararası eylemini bir düşünün!

  Bundan dolayı, 1848'de verilen savaşlar boşuna değildir. O devrimci
dönemden bizi ayıran kırkbeş yıl da boşuna geçmemiştir. Meyveler olgunlaşıyor,
ve benim tüm dileğim, Manifesto'nun ilk yayınlanışı nasıl uluslararası
devrimin habercisi olduysa, bu İtalyanca çevirinin yayınlanışının da İtalyan
proletaryasının zaferinin müjdecisi olmasıdır.

  Manifesto, kapitalizmin geçmişte oynadığı devrimci rolün tam hakkını
verir. İtalya ilk kapitalist ulustu. Feodal Ortaçağın kapanışına ve modern
kapitalist çağın açılışına dev bir şahsiyet damgasını vurmuştur: Bir İtalyan,
Ortaçağ'ın son ve modern çağın ilk ozanı, Dante. Bugün, 1300'de olduğu gibi;
yeni bir tarihsel çağ yaklaşmaktadır.

  İtalya bize bu yeni çağın, proletarya çağının doğuşu anına damgasını
vuracak yeni Dante'yi verecek mi?

  Londra, 1 Şubat 1893

  Friedrich Engels

  :::::::::::::

  KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU

  AVRUPA'DA bir heyula kolgeziyor-komünizm heyulası.
Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu heyulayı defetmek için
bir kutsal bağlaşma kurdular. Papa'yla Çar, Metternich'le
Guizot, Fransız Radikalleriyle Alman polisinin casusları.

  Nerededir, iktidardaki hasımları tarafından komünistlikle
suçlanmamış muhalefet partisi? Gerici hasımlarına
karşı da, daha ilerici muhalefet partilerine karşı da komünizm damgasını
gerisin geriye vurmaya kalkmamış muhalefet nerede?

  Bu olgudan iki şey çıkıyor:

  1. Komünizm şimdiden bütün Avrupa devletleri tarafından büyük bir güç
olarak tanınmaktadır.

  2. Komünistlerin, tüm dünya önünde, görüşlerini,
amaçlarını, eğilimlerini yazılı olarak açıkça ortaya koymaları ve bu
Komünizm Heyulası çocuk masalına Parti'nin kendisinin bir Manifesto'su ile
karşılık vermeleri zamanı çoktan gelip çatmıştır.

  İşte bu amaçla, çeşitli milliyetlerden komünistler Londra'da toplanmışlar
ve aşağıdaki Manifesto'yu, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Flaman ve
Danimarka dillerinde yayınlanmak üzere kaleme almışlardır.

  -1-

  BURJUVALAR VE PROLETERLER (Burjuvazi ile kastetdiğimiz üretim araçlarının
sahipleri olan ve ücretli emekçiyi çalıştıran modern kapitalistler
sınıfıdır. Proletarya ile kastetdiğimiz, hiçbir üretim aracına sahip
olmamaları yüzünden yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan modern
ücretli emekçiler sınıfıdır. (Engels'in 1888 tarihli İngilizce baskıya notu.)

  Günümüze dek bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.

  Özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, senyör ve serf,
lonca ustası ve lonca emekçisi, tek sözcükle, ezen ve ezilen, sürekli bir
çatışma halinde, bazan gizli, bazan açıkça, her kezinde ya toplumun devrimci
bir biçim değiştirmesiyle ya da çatışan sınıfların birlikte çöküşüyle
sonuçlanan, kesintisiz bir savaşım yürütmüşlerdir.

  Tarihin daha önceki devirlerinde, hemen hemen her
yerde, toplumun değişik düzenler halinde karmaşık bir kuruluşunu, sosyal
hiyerarşinin çok basamaklı bir derecelenmesini buluyoruz. Eski Roma'da
patrisyenleri, şovalyeleri, plebleri, köleleri; Ortaçağ'da senyörleri,
vasalleri, lonca ustalarını, kalfaları, çırakları, serfleri; bu sınıfların
hemen hepsinde de ikinci derecede hiyerarşiler görüyoruz.

  Feodal toplumun yıkıntılarından fışkıran modern burjuva toplumu, sınıf
karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Yaptığı şey, yalnızca, eski
sınıfların yerine yeni sınıflar, yeni sömürü koşulları, yeni savaşım
biçimleri koymak olmuştur.

  Bununla birlikte, çağımızın, burjuvazi çağının, ayırdedici özelliği,
sınıf karşıtlıklarını yalınlaştırmış olmasıdır. Bir tüm olarak toplum,
gittikçe artan bir biçimde, iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirlerine
karşı duran iki büyük sınıfa bölünmektedir: Burjuvazi ve proletarya.

  Ortaçağ serflerinin bağrından ilk kasabaların ayrıcalıklı tüccarları
çıktı. Bu -kasabalılardan burjuvazinin ilk öğeleri gelişti.

  Amerika'nın keşfi, Ümit Burnu'nun dönülmesi, gelişmekte olan burjuvaziye
yepyeni alanlar açtı. Doğu Hindistan ve Çin pazarları, Amerika'nın
sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle olan ticaret, mübadele araçlarının ve
genel olarak metaların artması, ticarete, gemiciliğe ve sanayiye o zamana
dek görülmemiş bir itiş, ve dolayısıyla, yıkılış halinde olan feodal
toplumun içindeki devrimci öğenin gelişmesine büyük bir hız sağladı.

  Sanayi üretiminin kapalı loncaların tekelinde olduğu
feodal sanayi sistemi, yeni pazarların durmadan büyüyen
istemlerini artık karşılayamıyordu. Onun yerini manüfaktür (imalat) sistemi
aldı. Lonca ustaları, imalatçı orta sınıf tarafından bir yana itildiler;
ayrı ayrı lonca birlikleri arasındaki işbölümü her bir atelye içindeki
işbölümü karşısında yokoldu.

  Bu arada, pazarlar durmadan büyüyor ve istem durmadan artıyordu. Manüfaktür
de yetersiz olmaya başladı. İşte o zaman, buhar ve makine, sanayi üretiminde
bir devrim yaptı. Dev modern sanayi manüfaktürü tahtından
indirdi; sanayici orta sınıf, sanayici milyonerlere, büyük
sanayi ordularını yönetenlere, modern burjuvalara yerlerini bıraktılar.

  Büyük sanayi Amerika'nın keşfiyle temelleri atılan dünya pazarını kurdu.
Bu pazar, ticarete, gemiciliğe, kara ulaştırmasına şaşırtıcı bir gelişme
sağladı. Bu gelişme de sanayinin yayılmasını etkiledi, ve sanayinin,
ticaretin, gemiciliğin, demiryollarının yayılmasına koşut olarak ve onlarla
aynı oranda burjuvazi de gelişti, sermayesini artırdı ve Ortaçağ'dan kalma
bütün sınıfları geri plana itti.

  Böylece, modern burjuvazinin kendisinin de uzun bir gelişmenin, üretim ve
mübadele biçimlerindeki bir dizi devrimin ürünü olduğunu görüyoruz.
Burjuvazinin gelişmesindeki her adıma, bu sınıfın, buna uygun politik bir
ilerlemesi eşlik etti. Feodal soyluluğun egemenliği altında ezilen bir sınıf,
Ortaçağ komününde (Fransa'da yeni oluşan kentlere komün denirdi.) silahlı
ve kendi kendini yöneten bir topluluk olan, bir yerde bağımsız kent
cumhuriyeti (İtalya'da ve Almanya'da olduğu gibi), bir yerde monarşinin
angaryaya tabi üçüncü kuvvet'i (Tiers Etat) olan (Fransa'da olduğu gibi),
daha sonraları manüfaktür döneminde yarı-feodal ya da mutlak monarşide
soylular sınıfına karşı bir ağırlık rolünü ve gerçekte de genel olarak büyük
monarşilerin temel taşı rolünü oynayan burjuvazi, ensonu, modern sanayinin
ve dünya pazarının kurulmasından buyana, modern temsili devlette politik
egemenliği tümüyle eline geçirdi. Modern devletin hükümetleri, tümüyle
burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey
değildir.

  Burjuvazi tarihte tam anlamıyla devrimci bir rol oynamıştır.

  İktidarı ele aldığı her yerde burjuvazi, feodal, ataerkil, duygusal ilişki
olarak her ne varsa hepsine son verdi.
İnsanı doğal efendileri'ne tutsak eden karmaşık feodal
bağları hiç acımadan kopardı ve insanla insan arasında
çıplak özçıkar ve katı peşin ödeme'den başka bir bağ
bırakmadı. Burjuvazi, dinsel inancın ateşli ve kutsal coşkusunu,
şövalyelik ruhunu, duygusallığı bencil hesabın
buzlu sularında boğdu. Burjuvazi, kişisel değeri bir mübadele değeri
haline getirdi ve binbir güçlükle elde edilmiş sayısız özgürlüklerin yerine,
o biricik ve acımasız özgür ticareti koydu. Tek sözcükle, dinsel ve politik
aldatmaların maskelediği sömürü yerine, zorba, utanmaz, doğrudan ve çıplak
sömürüyü koydu.

  Burjuvazi, o zamana dek saygınlığı olan ve kutsal bir
saygıyla karşılanan bütün mesleklerin nişanelerini koparıp attı.
Hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını kendisinin ücretli
emekçileri içerisine kattı.

  Burjuvazi, aile ilişkilerini örten duygusal peçeyi yırttı
ve aile ilişkisini sırf bir para ilişkisi durumuna indirgedi.
Burjuvazi, gericilerin o kadar göklere çıkardığı Ortaçağdaki kaba kuvvet
gösterilerinin nasıl en miskin bir tembelliği gizlediğini açığa vurdu.
İnsan faaliyetinin neler yaratabildiğini ilk gösteren o oldu. Burjuvazi,
Mısır'ın piramitlerini, Roma'nın su kemerlerini, Gotik katedrallerini kat
kat aşan şaheserler ortaya koydu; önceki bütün tarihsel göçleri ve Haçlı
Seferleri'ni gölgede bırakan seferler yönetti.

  Burjuvazi, üretim aletlerini, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve
bunlarla birlikte bütün toplum ilişkilerini devrimcileştirmeksizin yaşayamaz.
Oysa, daha önceki bütün sanayici sınıfların varlıklarının ilk koşulu eski
üretim biçiminin değişikliğe uğramadan korunmasıydı. Üretimin sürekli
altüst oluşu, tüm toplumsal yapının kesintisiz olarak sarsılışı, sonu
gelmeyen bir hareketlilik ve güvensizlik, burjuva çağını daha önceki bütün
çağlardan ayırdeder. Bütün donmuş, durağan ilişkiler, ardısıra getirdikleri
eski ve saygınlığı olan önyargılar ve düşünlerle birlikte
eriyip gidiyorlar; bütün yeni biçimlenmeler daha iyice yerleşmeden
eskiyorlar. Sağlamlığı, sürekliliği olan ne varsa
duman olup gitmiş, kutsal olan her şey murdar edilmiş,
ve insan, artık kendi yaşamının gerçek koşullarını ve öteki insanlarla olan
ilişkilerini tüm çıplaklığıyla karşılamak zorunda kalmıştır.

  Ürünleri için durmadan genişleyen bir pazar gereksinimiyle itilen
burjuvazi yeryüzünün tümünü istila ediyor.
Her yere sokulması, her yere yerleşmesi, her yerde ilişkiler kurması
gerekiyor.

  Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle bütün ülkelerin
üretim ve tüketimine kozmopolit bir karakter verdi. Gericileri derin kedere
boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durduğu ulusal temeli çekip
aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldı ya da günden güne
yıkılıyor. Bunların yerini, kurulmaları bütün uygar uluslar
için bir ölüm-kalım sorunu durumuna gelen yeni sanayiler; artık, daha çok
ülke içinde üretilen hammaddeleri değil, en uzak yerlerden getirilen
hammaddeleri işleyen sanayiler; ürünleri yalnızca ülke içinde değil,
dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler alıyor. Ülke üretimiyle
karşılanabilen eski gereksinimlerin yerini, karşılanması uzak
ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimlerin
aldığını görüyoruz. Eski yöresel ve ulusal kapalılık ve kendi kendine
yeterliliğin yerini, her yöndeki ilişkilerde ulusların evrensel bağımlılığının
aldığını görüyoruz. Ve, maddi üretimdekine benzer bir gelişmeyi düşünsel
üretimde de izliyoruz. Tek tek ulusların düşünsel yaratımları ortak servet
haline geliyor. Ulusal tekyönlülük ve darkafalılık gün geçtikçe daha da
olanaksızlaşıyor, sayısız ulusal ve yöresel yazından bir dünya yazını doğuyor.

  Üretim aletlerinin hızla gelişmesiyle ve ulaştırma araçlarının her gün
daha yüksek bir düzeye ulaşmasıyla burjuvazi; bütün ulusları, hatta en barbar
kavimleri bile uygarlığın seline katıyor. Ürünlerinin ucuzluğu, bütün Çin
setlerini döğüp yıkan ve yabancılara karşı en inatçı bir düşmanlık duyan
barbarları boyun eğmeye zorlayan ağır toplardır. Burjuvazi, bütün ulusları,
yokolma olasılığıyla karşı karşıya bırakarak, burjuva üretim biçimini
kabullenmeye zorluyor; bu uluslar direnseler de onları kendisinin uygarlık
dediği şeye ayak uydurmaya, yani burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, o
kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmaktadır.

  Burjuvazi, köyleri kentlerin yönetimine bağımlı kıldı.
Koca koca kentler yarattı, köy nüfusuna göre kent nüfusunu büyük ölçüde
artırdı ve böylelikle nüfusun oldukça önemli bir kısmını köy yaşamının
aptallaştırıcı etkisinden kurtardı. Nasıl köyü kente bağımlılaştırmışsa,
aynı biçimde, barbar ya da yarı-barbar ülkeleri de uygar ülkelere,
köylü halkları burjuva halklara, Doğu'yu Batı'ya bağımlı kıldı.

  Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin
dağınıklığını her geçen gün biraz daha ortadan kaldırmaktadır. O, nüfusu
biraraya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç
elde yoğunlaştırmıştır. Bu değişmelerin zorunlu sonucu politik merkezileşme
olmuştur. Ayrı ayrı çıkarları, yasaları, hükümetleri, vergi sistemleri olan
bağımsız ya da zayıf bağlarla birbirine bağlı eyaletler, tek bir hükümet, tek
bir yasa sistemi altında, tek bir ulusal sınıf-çıkarı olan, tek bir sınır,
tek bir gümrük duvarı ardında, tek bir ulus halinde birleştiler.

  Ancak yüzyılı bulan bir sınıf egemenliği süresince burjuvazi, bütün geçmiş
kuşakların yarattıklarının toplamından daha güçlü ve çok daha büyük üretim
güçleri yarattı.

  Doğa güçlerinin insana boyun eğmesi, makineler, kimyanın sanayiye ve
tarıma uygulanması, buharla işleyen gemiler, demiryolları, elektrikli
telgraf, koca kıtaların tarıma açılması, ırmakların ulaştırmaya açılması,
topraktan fışkırır gibi bir nüfus yoğunlaşması -bundan önceki hangi
yüzyılda sosyal emeğin bağrında böyle üretim güçlerinin
yattığı düşünülebilirdi?

  Gördüğümüz durum şudur: burjuvazinin üzerinde düzenini kurduğu temeli
oluşturan üretim ve mübadele araçları feodal toplumda yaratılmıştır. Bu
üretim ve mübadele araçlarındaki gelişmenin belirli bir aşamasında, feodal
toplumun üretim ve mübadele koşulları, tarımın ve imalatın feodal
örgütlenmesi, tek sözcükle, feodal mülkiyet ilişkileri, gelişmiş durumdaki
üretici güçlere artık uygun olmaktan çıktılar; o ölçüde de bir yığın ayakbağı
durumuna geldiler. Bu engellerin yıkılması gerekiyordu; yıkıldılar.

  Bunların yerini, kendisine uygun bir toplumsal ve politik yapı ve
burjuva sınıfın ekonomik ve politik egemenliğiyle birlikte serbest rekabet
aldı.

  Benzer bir hareket kendi gözlerimizin önünde gelişiyor. Üretim, mübadele
ve mülkiyet ilişkileriyle modern burjuva toplumu, bu kadar güçlü üretim ve
mübadele araçları yaratmış olan bu toplum, harekete getirdiği cehennem
dünyasının güçlerini denetleyemez duruma düşmüş büyücüye benzemektedir.
Onyıllardan beri, sanayi ve ticaret tarihi, modern üretici güçlerin modern
üretim koşullarına karşı, burjuvazinin ve onun egemenliğinin varlık
koşulu olan mülkiyet ilişkilerine karşı başkaldırışının tarihinden
başka bir şey değildir. Bu konuda nöbet nöbet ortaya çıkmalarıyla tüm
burjuva toplumunun varlığını her kezinde daha tehdit edici bir biçimde
sorgulayan ticari buhranları anmak yeter. Bu buhranlarda, yalnızca mevcut
ürünlerin değil, daha önceden yaratılmış olan üretici güçlerin de büyük
bir kısmı, nöbet nöbet tahrip edilir. Bu buhranlar sırasında, daha önceki
bütün çağlarda bir saçmalık olarak görülebilecek bir salgın başgösterir:
aşırı üretim salgını.

  Toplum birdenbire kendisini geçici bir barbarlık durumuna
dönmüş bulur; sanki bir kıtlık, toptan bir yoketme savaşı
bütün geçim kaynaklarının kökünü kurutmuştur; sanki sanayi ve ticaret
yokedilmiştir; peki niçin? Çünkü, haddinden fazla uygarlık, haddinden fazla
geçim aracı, haddinden fazla sanayi, haddinden fazla ticaret vardır. Toplumun
elinde bulundurduğu üretici güçler, artık bujuva mülkiyet koşullarının daha
fazla gelişmesine hizmet etme eğiminde değildir; tam tersine, kendilerini
engelleyen bu koşullar için haddinden fazla güçlenmişlerdir, dolayısıyla
üretici güçler bu engelleri yıkar yıkmaz burjuva toplumunun
tümüne karışıklık getirmekte ve burjuva mülkiyetinin varlığını tehdit
etmektedirler. Burjuva toplumunun koşulları, üretici güçlerin yaratmış
olduğu zenginliği zaptedemeyecek kadar daralmıştır. Peki burjuvazi bu
buhranların üstesinden nasıl gelmektedir? Bir yandan, üretici güçlerin
büyük bir kısmını zorla yokederek; öte yandan, yeni pazarlar ele geçirerek
ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha yaygın ve
daha yıkıcı buhranlara yolaçarak ve buhranları önleme çarelerini daha da
kısıtlayarak.

  Burjuvazinin feodalizmi devirmekte kullandığı silahlar,
şimdi burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiş bulunmaktadır.
Ama burjuvazi, yalnızca kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla
kalmamıştır; bu silahları kullanacak insanları da, yani proleterleri
-modern işçi sınıfını- da yaratmıştır.

  Burjuvazinin, yani sermayenin geliştiği ölçüde ve aynı oranlarla -ancak iş
bulabildiği sürece yaşayabilen ve ancak emeği sermayeyi çoğalttığı ölçüde iş
bulabilen bir emekçiler sınıfı olan- proletarya, yani modern işçi sınıfı
da gelişmektedir. Kendilerini dilim dilim satmak zorunda olan bu emekçiler,
bütün öteki ticaret maddeleri gibi bir metadırlar, ve dolayısıyla, rekabetin
getirdiği bütün değişikliklerin, pazarın bütün dalgalanmalarının etkisine
açıktırlar.

  Makinenin geniş ölçüde kullanılması ve işbölümü yüzünden, proleterlerin
işi tüm bireysel niteliğini, ve dolayısıyla, çalışan için tüm çekiciliğini
yitirmiştir. İşçi makinenin bir uzantısı haline gelmiştir, ondan istenen
yalnızca, en basit, en cansıkıcı, en kolayından edinilebilen bir beceridir.
Bu yüzden de, bir işçinin üretim maliyeti, hemen hemen tümüyle, yaşamını ve
neslini sürdürmesi için gereksindiği zorunlu geçim araçlarından ibarettir.
Ama bir metanın, dolayısıyla da emeğin fiyatı, kendi üretim maliyetine
eşittir. Onun için, işin çekilmezliği arttığı oranda
ücret azalır. Üstelik, makine kullanımı ve işbölümü arttıkça, aynı oranda,
ya iş saatlerinin uzamasıyla, ya belirli bir zamanda yapılan işin
artmasıyla, ya da makinenin daha da hızlandırılmasıyla vb. işin de ağırlığı
artar.

  Modern sanayi, ataerkil ustanın küçük atelyesini sanayi kapitalistinin
koca fabrikasına çevirmiştir. Fabrikaya doluşmuş emekçi yığınları askerler
gibi örgütlenmişlerdir. Sanayi ordusunun erleri olarak, mükemmel bir subaylar
ve çavuşlar hiyerarşisinin komutası altına sokulmuşlardır. Onlar, yalnızca
burjuva sınıfının, burjuva devletinin köleleri değildirler; makine tarafından,
denetçi tarafından, ve hepsinin üstünde, tek tek burjuva imalatçının kendisi
tarafından günden güne, saatten saate köleleştirilirler. Bu despotluk, hedef
ve amacının kazanç olduğunu açıkça ilan ettiği ölçüde daha aşağılık, daha
nefret uyandırıcı ve daha isyan ettirici olur.

  Kol emeğinde ustalığın ve gücün payı azaldıkça, bir
başka deyişle, modern sanayi daha da geliştikçe, o ölçüde kadın çalışması
erkek çalışmasının yerini alır. İşçi sınıfı için, yaş ve cinsiyet
ayrımlarının artık hiçbir ayırdedici toplumsal geçerliliği kalmamıştır.
Bunların hepsi, yaşına ve cinsiyetine göre, kullanılması daha çok ya da daha
az pahalı olan iş aletleridir.

  Emekçinin, imalatçı tarafından sömürülmesi, ücretini para olarak almasıyla
o an için sona erer ermez üzerine burjuvazinin öteki bölümleri, ev sahibi,
dükkancı, rehinci vb. çullanırlar.

  Orta sınıfın alt tabakaları -küçük esnaf, dükkan sahipleri ve genellikle
emekliliğe çekilmiş ticaret erbabı, zanaatçılar ve köylüler- bütün bunlar,
kısmen küçük sermayeleri modern sanayinin boyutlarına erişmediği ve büyük
kapitalistlerle rekabette yutulduğu için, kısmen de yeni
üretim yöntemleri ustalaşmış oldukları işteki becerilerini
değersiz kıldığı için, giderek proletaryanın katına düşerler. Böylelikle
proletaryanın safları halkın bütün sınıfları tarafından beslenmektedir.

  Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer. Daha
doğuşuyla birlikte burjuvaziye karşı savaşımı başlar. Savaşım, başlangıçta
kendilerini doğrudan doğruya sömüren tek tek burjuvalara karşı tek tek
emekçiler tarafından, sonra bir fabrikanın emekçileri tarafından, daha sonra
da bir meslek kolundaki, bir bölgedeki çalışanlar tarafından
yürütülür. Saldırılarını burjuva üretim koşullarına karşı
değil, doğrudan doğruya üretim araçlarına yöneltirler; kendi emekleriyle
rekabet eden ithal mallarını tahrip ederler, makineleri parçalarlar,
fabrikaları ateşe verirler, ortadan kalkmış olan Ortaçağ zanaatçısının
statüsünü zora başvurarak geri getirmeye çalışırlar.

  Bu aşamada emekçiler, henüz ülkenin her yerine yayılmış, dağınık ve
aralarındaki karşılıklı rekabetle bölünmüş bir yığın oluştururlar. Yer yer
daha derli-toplu örgütler meydana getirmek için birleşebilirlerse, bu henüz
kendi etkin birliklerinin sonucu değil, kendi politik amaçlarına ulaşmak
için tüm proletaryayı harekete getirmek zorunda olan ve daha bir süre de
bunu yapabilecek güçte olan sınıfın, burjuvazinin birliğinin sonucudur.
Onun için, bu aşamada proleterler, kendi düşmanlarına karşı değil,
düşmanlarının düşmanlarına, mutlak monarşi kalıntılarına, toprak sahiplerine,
sanayici olmayan burjuvaziye ve küçük burjuvaziye karşı bir savaşım
yürütürler. Böylece, tüm tarihsel hareket burjuvazinin ellerinde toplanmıştır;
elde edilen her zafer de burjuvazinin zaferidir.

  Ama, sanayinin gelişmesiyle, proletarya, yalnızca sayıca artmakla kalmaz;
daha büyük yığınlar halinde yoğunlaşır, gücü büyür ve bu gücü daha çok
hisseder. Makineler emekler arasındaki bütün ayrımları silerek ücretleri
hemen hemen her yerde aynı aşağı düzeye indirdikçe, proletaryanın
saflarındaki farklı çıkar ve yaşam koşulları da gitgide daha eşit bir duruma
gelir. Burjuvazi arasında durmadan artan rekabet ve bunun sonucu ortaya
çıkan ticari bunalımlar, işçilerin ücretlerini sürekli dalgalandırır.
Makinelerin durmadan gelişmesi, sürekli daha da hızlı gelişmesi, onların
durumunu gitgide daha da güvensizliğe iter; tek tek işçilerle tek tek
burjuvalar arasındaki çatışmalar, gitgide daha çok iki sınıf arasındaki
çatışmalar niteliğini alır. Bunun üzerine, işçiler burjuvalara karşı
dernekler (sendikaları kurmaya başlarlar; ücret oranını yüksek tutabilmek
için birbirlerine kenetlenirler; zaman zaman çıkan isyanlar için önceden
hazırlık yapabilmek üzere, sürekliliği olan örgütler kurarlar. Yer yer
çatışmalar ayaklanmaya dek varır.

  Arasıra işçiler zafer kazanırlar, ama ancak bir süre için.
Savaşımlarının gerçek meyvesi, hemen o anda elde edilen
sonuçta değil, işçilerin durmadan genişleyen birliğindedir.
Modern sanayinin yarattığı ve ayrı ayrı yerlerdeki işçileri
birbirleriyle bağlantılı duruma getiren ileri haberleşme araçları
bu birliğe hizmet eder. Hepsi de aynı nitelikteki sayısız yöresel
savaşımları, ulus ölçüsünde tek bir sınıf savaşımında merkezileştirmek için
gerekli olan da bu bağlantıdır işte. Ama her sınıf savaşımı politik bir
savaşımdır.

  Ve, Ortaçağ kentlilerinin ulaşmaları için kötü karayollarıyla yüzyılları
gerektirmiş olan bu birliği modern proleterler, demiryolları sayesinde
birkaç yılda gerçekleştirirler.

  Proleterlerin bir sınıf olarak ve bunun sonucu bir politik parti olarak bu
örgütlenmeleri yine kendi aralarındaki rekabet yüzünden durmadan altüst olur.
Ama, her kezinde daha güçlü, daha sağlam ve daha görkemli olarak yeniden
doğar. Burjuvazinin kendi arasındaki bölünmelerden yararlanarak işçilerin
belirli çıkarlarının yasal olarak tanınmasını zorlar. İngiltere'deki on
saatlik işgünü yasası böyle çıkarılmıştır.

  Bir tüm olarak ele alındığında, eski toplumun sınıfları arasındaki
çatışmalar, proletaryanın gelişmesini birçok yönden hızlandırır. Burjuvazi
kendisini bitmek tükenmek bilmez bir savaşın içinde bulur; başlangıçta
aristokrasiyle; daha sonraları kendi içinde, çıkarları sanayinin ilerlemesine
ters düşen burjuvazinin kesimleriyle; her zaman da, yabancı ülkelerin
burjuvazisiyle. Burjuvazi bütün bu savaşlarda kendisini proletaryaya
başvurmak, onun yardımını istemek ve böylelikle onu politika alanına çekmek
zorunda görür. Bunun içindir ki, burjuvazi, proletaryaya politik ve genel
eğitiminin öğelerini bizzat kendisi sağlar; bir başka deyişle, kendisine
karşı savaşımda kullanacağı silahları proletaryanın eline bizzat kendi
eliyle verir.

  Ayrıca, daha önce gördüğümüz gibi, sanayinin ilerlemesiyle, egemen
sınıfların bütün bölümleri proletaryaya doğru itilirler, ya da en azından
bunların varlık koşulları tehlikeye girer. Bunlar aynı zamanda proletaryaya
yeni aydınlanma ve ilerleme öğeleri sağlar.

  Ensonu, sınıf savaşımının belirleyici anının yaklaştığı
sıralarda, egemen sınıfın içinde, gerçekte eski toplumun
tümünde işleyen çözülme süreci öylesine zorlu, çarpıcı bir
niteliğe bürünür ki, egemen sınıfın küçük bir bölümü kendini bu
sınıftan koparır ve devrimci sınıfa, geleceği elinde tutan sınıfa
katılır. Onun için tıpkı daha önceki bir çağda, soyluların bir bölümünün
burjuvazinin safına geçmesi gibi, şimdi de burjuvazinin bir bölümü,
özellikle burjuva ideologların kendini tarihin akışını teoriyle bir tüm
olarak kavrama düzeyine yükseltmiş bir bölümü, proletaryanın safına geçer.

  Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflar içinde yalnızca
proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır.
Öteki sınıflar modern sanayi karşısında çürür ve en sonunda da ortadan
kaybolurlar; modern sanayinin özel ve asıl ürünü proletaryadır.

  Orta sınıfın alt tabakaları, küçük imalatçı, dükkancı,
zanaatçı, köylü, bütün bunlar, burjuvaziye karşı, orta sınıfın birer
parçası olarak varlıklarını yok olmaktan kurtarmak için savaşım yürütürler.
Onun için, bunlar devrimci değil, tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü
tarihin tekerleğini gerisin geriye döndürmeye çalışırlar. Devrimciliği
göze alırlarsa, bu ancak kendilerinin proletaryaya katılmak üzere olmaları
yüzündendir; onlar böylece, o andaki değil, gelecekteki çıkarlarını
savunurlar, kendilerini proletaryanın bakış açısına yerleştirmek için kendi
bakış açılarını terkederler.

  Toplumun tortusundan başka bir şey olmayan ayaktakımı (lumpen proletarya), eski toplumun
en alt tabakalarının içlerinden çıkarıp attığı o kendi kendine çürüyen yığın,
yer yer bir proletarya devrimiyle harekete sürüklenebilir; ne var ki, yaşama
koşulları onu gerici entrikaların bir aleti olmaya çok daha fazla hazırlar.
Proletaryanın koşulları içinde, eski toplumun koşulları zaten büyük ölçüde
fiilen batıp gitmiştir. Proleterin mülkiyeti yoktur; karısı ve çocuklarıyla
ilişkisinin burjuva aile ilişkileriyle ortak bir yanı kalmamıştır;
İngiltere'de Fransa'dakinin, Amerika'da Almanya'dakinin aynı
olan modern sanayi çalışması ve modern sermaye uyrukluğu, onda ulusal
karakterin bütün izlerini silmiştir. Proleterin gözünde, hukuk, ahlak, din,
gerisinde kaynaşan bir o kadar burjuva çıkarı gizlenmiş burjuva önyargılarıdır.

  Bugüne dek toplumda üste çıkan bütün sınıflar, ele geçirdiği üstün
durumlarını, toplumu büyük ölçüde kendi mülk edinme koşullarına bağımlı
duruma getirerek sağlamlaştırmaya çalışmışlardır. Proleterler ise, daha
önceki kendi mülk edinme biçimlerini ortadan kaldırmadan,
dolayısıyla daha önceki bütün mülk edinme biçimlerini de
ortadan kaldırmadan, toplumun üretici güçlerine egemen
olamazlar. Onların güven altına alacak ve sağlamlaştıracak
hiçbir şeyleri yoktur; onlara düşen, bireysel mülkiyetin önceki bütün
güvenlik ve güvencelerini ortadan kaldırmaktır.

  Daha önceki bütün tarihsel hareketler, azınlık hareketleri ya da
azınlıkların çıkarları uğruna hareketlerdi. Proleter hareket, büyük
çoğunluğun, büyük çoğunluk yararına, bilinçlice, bağımsız hareketidir.
Şimdiki toplumumuzun en alt tabakası olan proletarya, resmi toplumu
oluşturan bütün tabakalar üstyapısını havaya uçurmadan belini doğrultamaz.

  Özde değilse bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziye karşı
savaşımı, başlangıçta ulus ölçüsünde bir savaşımdır. Her ülkenin
proletaryası, elbette her şeyden önce, kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak
zorundadır.

  Proletaryanın gelişmesinin en genel aşamalarını anlatırken, şimdiki
toplumun içinde az çok üstü örtülü biçimde sürüp giden iç savaşı, savaşın
açıkça devrime döküldüğü ve burjuvazinin zora başvurularak devrilmesinin
proletaryanın egemenliğinin temelini attığı noktaya dek izledik.

  Bugüne dek her toplum biçimi, daha önce de gördüğümüz gibi, ezen ve
ezilen sınıfların karşıtlığına dayanmıştır. Ama bir sınıfı ezebilmek
için, ona hiç değilse kölece varlığını sürdürebilmesine elverecek belirli
koşullar sağlanmalıdır. Serflik döneminde serf kendisini komün üyeliğine
yükseltmiştir; nasıl ki feodal mutlakiyetin boyunduruğu altında küçük burjuva
da gelişerek bir burjuva olmayı becerebilmişse. Modern emekçi ise, tersine,
sanayinin gelişmesiyle, yükseleceği yerde, kendi sınıfının varlık
koşullarının gitgide daha altına batmaktadır. Emekçi yoksullaşmakta ve
yoksulluk nüfustan ve servetten daha hızlı gelişmektedir. Ve işte,
burjuvazinin toplumda artık egemen sınıflığa layık olmadığı ve kendi varlık
koşullarını en üstün yasa olarak topluma kabul ettirme yeteneğine sahip
olmadığı bundan açıkça anlaşılmaktadır. Burjuvazi hükmetmeye layık değildir,
çünkü kölesine, köleliği içinde bir yaşantı sağlayamamaktadır; çünkü, kölesi
tarafından kendisi besleneceğine, onu kendisinin beslemesi gerektiği bir
duruma düşmüştür ve buna engel olamamaktadır.

  Toplum, artık bu burjuvazinin egemenliği altında yaşayamaz, bir başka
deyişle, burjuvazinin varlığı artık toplumla bağdaşmamaktadır.
Burjuva sınıfının varlığı ve egemenliği için temel koşul, zenginliğin özel
kişiler elinde birikmesi, sermayenin meydana gelmesi ve artmasıdır;
sermayenin varlık koşulu da ücretli çalışmadır. Ücretli çalışma, doğrudan
doğruya emekçiler arasındaki rekabete dayanır. Burjuvazinin
zorunlu olarak harekete getirdiği sanayinin ilerlemesi,
emekçilerin rekabetten kaynaklanan yalıtılmışlıklarının yerine, örgütlenmeden
kaynaklanan devrimci birleşmelerini geçirir. Onun içindir ki, modern
sanayinin gelişmesi, üzerinde burjuvazinin üretim yaptığı ve ürünleri mülk
edindiği temelin kendisini onun ayağının altından çeker alır.

  Bu yüzdendir ki, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce,
kendi mezar kazıcılarıdır. Onun devrilmesi ve proletaryanın
zafer kazanması da aynı derecede kaçınılmazdır.

  -2-

  PROLETERLER VE KOMÜNİSTLER

  Komünistler, bir tüm olarak proleterlerle nasıl bir ilişki
içindedirler?

  Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı duran ayrı
bir parti oluşturmazlar.

  Onlar, bir tüm olarak proletaryanın çıkarları dışında
ve ayrı çıkarlara sahip değildirler.

  Onlar, proletarya hareketini biçimlendirecek ve bir kalıba sokacak
kendilerine özgü hiçbir sekter ilke ileri sürmezler.

  Komünistler öteki işçi sınıfı partilerinden ancak şöyle
ayrılırlar: 1) Ayrı ayrı ülkelerin proleterlerinin ulus ölçüsündeki
savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın
ortak çıkarlarını gösterir ve öne çıkarırlar. 2) İşçi sınıfının burjuvaziye
karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında her
zaman ve her yerde, bir tüm olarak hareketin çıkarlarını
temsil ederler.

  Onun için, komünistler, hem pratikte her ülkenin işçi
sınıfı partilerinin en ileri ve en kararlı bölümü, bütün ötekileri ileriye
iten bölümüdürler; hem de büyük proletarya yığını üstünde, proletarya
hareketinin yürüyüş çizgisini, koşullarını, ve en sonunda ulaşacağı genel
sonuçları, teorik olarak açıkça anlamada üstünlüğe sahiptirler.

  Komünistlerin hemen ulaşmak istedikleri hedef, bütün öteki proletarya
partilerininkinin aynıdır: Proletaryanın bir sınıf olarak örgütlenmesi,
burjuva egemenliğinin devrilmesi, politik iktidarın proletarya tarafından
ele geçirilmesi.

  Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu ya da bu sözde
evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşünlere ya da
ilkelere dayandırılmamıştır.

  Bu teorik sonuçlar, yalnızca, gözlerimizin önünde sürüp giden tarihsel bir
hareketin, mevcut bir sınıf savaşımının ortaya çıkardığı gerçek ilişkilerin
genel terimlerle anlatımıdır. Kurulu mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması,
komünizmin hiç de ayırdedici bir özelliği değildir.

  Geçmişteki bütün mülkiyet ilişkileri, tarihsel koşulların değişmesiyle
durmadan tarihsel bir değişikliğe uğramışlardır.

  Örneğin, Fransız Devrimi, yerine burjuva mülkiyetini geçirmek için feodal
mülkiyeti ortadan kaldırmıştır.

  Komünizmin ayırdedici özelliği, genel olarak mülkiyetin ortadan
kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır. Ama modern
burjuva özel mülkiyeti, sınıf karşıtlıklarına, çoğunluğun azınlıkça sömürülmesine
dayanan, ürünleri üretme ve mülk edinme sisteminin en son ve eksiksiz
ifadesidir.

  Bu anlamda, komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel
mülkiyetin ortadan kaldırılması.

  Biz komünistler, her türlü kişisel özgürlüğün, faaliyetin ve bağımsızlığın
temeli olduğu ileri sürülen mülkiyeti; bir insanın kendi emeğinin meyvesi
olarak kişisel mülk edinme hakkını ortadan kaldırmak istemekle kınanmışızdır.

  Zor kazanılmış, kendi alın teriyle edinilmiş, bizzat hak
edilmiş mülkiyet! Küçük zanaatçının ve küçük köylünün
mülkiyetinden, burjuva biçiminden önceki bir mülkiyet
biçiminden mi söz ediyorsunuz? Onu ortadan kaldırmaya gerek yoktur;
sanayinin gelişmesi onu zaten büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır ve günden
güne de ortadan kaldırmaktadır.

  Yoksa modern burjuva özel mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz?

  Ama, ücretli emek, emekçi için herhangi bir mülkiyet
yaratır mı? Zerrece yaratmaz. Ücretli emek, sermaye yaratır; yani ücretli
emeği sömüren ve yeni sömürü için yeni bir ücretli emek arzı doğuran
koşullar dışında çoğalamayacak türden bir mülkiyet yaratır. Şimdiki biçimiyle
mülkiyet, sermaye ile ücretli emek arasındaki karşıtlığa dayanmaktadır. Bu
karşıtlığın iki yanını inceleyelim.

  Kapitalist olmak, üretimde, salt kişisel değil, ayrıca toplumsal bir
statüye de sahip olmak demektir. Sermaye ortaklaşa bir üründür ve ancak
birçok üyenin birleşik emeğiyle, hayır, son çözümlemede, ancak toplumun bütün
üyelerinin birleşik eylemiyle harekete geçirilebilir.

  Bunun için, sermaye, kişisel değil, toplumsal bir güçtür.

  Bundan dolayıdır ki, sermaye ortak mülkiyete, toplumun bütün üyelerinin
mülkiyetine dönüştürülmekle, kişisel mülkiyet toplumsal mülkiyete dönüşmüş
olmaz. Değişen yalnızca mülkiyetin toplumsal karakteridir. Mülkiyet sınıf
karakterini yitirir.

  Şimdi de ücretli emeği ele alalım.

  Ücretli emeğin ortalama fiyatı, asgari ücrettir, yani
emekçiyi bir emekçi olarak ancak ayakta tutabilmek için
zorunlu olan geçim araçlarının tutarıdır. Onun içindir ki,
ücretli emekçinin kendi emeğiyle edindiği şeyler, ancak kıtkanaat varlığını
sürdürebilmesine ve yeniden üremesine yetecek kadardır: Biz kesinlikle, emek
ürünleri üzerindeki bu kişisel mülk edinmeyi, ancak insan yaşamının ve
neslinin sürmesini sağlayan ve başkalarının emeğine egemen olacak hiçbir
artık bırakmayan bu mülk edinmeyi ortadan kaldırmak niyetinde değiliz.
Ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, emekçinin yalnızca sermayeyi
artırmak için yaşamasına olanak tanıyan ve ancak egemen sınıf çıkarının
gerektirdiği bir dereceye kadar yaşamasına izin veren bu mülk edinmenin
sefil karakteridir.

  Burjuva toplumda canlı emek, yalnızca birikmiş emeği artırmanın bir
aracıdır. Komünist toplumda ise, birikmiş emek, emekçinin varlığını daha
kapsamlı kılma, zenginleştirme, ilerletme aracından başka bir şey değildir.
Onun için burjuva toplumda, geçmiş şimdi yaşanılan
zamana egemendir; komünist toplumda ise, şimdi yaşanılan zaman geçmişe
egemendir. Burjuva toplumda, sermaye bağımsız ve bireyseldir, yaşayan kişi
ise bağımlı ve bireylikten yoksundur.

  Ve işte, bu durumun ortadan kaldırılmasına, burjuvazi, bireyliğin ve
özgürlüğün ortadan kaldırılması diyor!
Doğru da söylüyor. Hiç kuşku yok ki, hedef, burjuva biseyliğinin, burjuva
bağımsızlığının ve burjuva özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır.

  Şimdiki burjuva üretim koşulları altında özgürlükten kastedilen, özgür
ticaret, özgür alım-satımdır.

  Ama, alım-satım ortadan kalkarsa, özgür alım-satım
da ortadan kalkar. Özgür alım-satım üzerine bu sözler ve burjuvazimizin
genellikle özgürlük konusundaki bütün öteki cesur sözcükleri, ancak
Ortaçağ'ın kısıtlı alım-satımı ve eli-kolu bağlı tüccarları karşısında belki
bir anlam taşıyabilir, ama alım-satımın, burjuva üretim koşullarının
ve burjuvazinin kendisinin komünistçe ortadan kaldırılması karşısında hiçbir
anlam taşımaz.

  Bizim, özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimizden
dehşete düşüyorsunuz. Ama sizin bugünkü toplumunuzda özel mülkiyet, nüfusun
onda-dokuzu için zaten ortadan kaldırılmıştır; bir avuç kişi için varoluşu
da düpedüz o onda-dokuzun elinde olmayışı yüzündendir. Demek ki,
siz bizi, varlığı toplumun büyük çoğunluğunda hiç mülkiyet bulunmaması
zorunlu koşuluna bağlı olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaya
niyetlenmekle suçluyorsunuz.

  Tek sözcükle, siz bizi, sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle
suçluyorsunuz. Kesinlikle öyle; niyetimiz tam da budur.

  Emeğin sermayeye, paraya ya da ranta, tekelleştirilebilen bir toplumsal
güce artık çevrilemeyeceği andan itibaren, yani bireysel mülkiyetin artık
burjuva mülkiyetine, sermayeye döndürülemeyeceği andan itibaren, o andan
itibaren, bireylik ortadan kalkar, diyorsunuz.

  Onun için, itiraf etmelisiniz ki, siz birey dediğiniz
zaman, burjuvadan ve orta sınıf mülkiyet sahibinden başkasını
kastetmiyorsunuz. Bu kişi gerçekten süpürülüp atılmalı ve olanaksız
kılınmalıdır.

  Komünizm hiç kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun
bırakmaz; tüm yaptığı, onu böyle bir mülk edinme aracılığıyla başkalarının
emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.

  İtiraz olarak, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla
her işin duracağı ve bizi genel bir tembelliğin saracağı öne
sürülmüştür.

  Buna göre, burjuva toplumu, aylaklık yüzünden çoktan yıkılmış olmalıydı;
çünkü bu toplumun çalışan üyeleri hiçbir şey edinemezler, bir şeyler
edinenler ise çalışmayanlardır. Bu itiraz bütünüyle, sermaye olmayınca ücretli
emeğin de olamayacağı açık gerçeğinin gereksiz bir yinelenmesinden başka bir
şey değildir.

  Maddi ürünlerin komünistçe üretimine ve mülk edinilme biçimine karşı ileri
sürülen bütün itirazlar, yine aynı yoldan, düşünsel ürünlerin komünistçe
üretimine ve mülk edinilme biçimine karşı da yöneltilmiştir. Burjuva için,
sınıf mülkiyetinin yok olması, nasıl üretimin kendisinin yok olması demekse,
aynı biçimde, sınıf kültürünün yok olması da, onun gözünde tüm kültürün yok
olması demektir.

  Kaybı onu yaslara boğan o kültür, muazzam çoğunluk için, bir makine gibi
hareket edecek biçimde eğitilmesinden başka bir şey değildir.

  Ama, bizim, burjuva mülkiyetini ortadan kaldırma niyetimizi, kendi burjuva
özgürlük, kültür, hukuk vb. anlayışınızın ölçütüne vurduğunuz sürece, bizimle
dalaşmayın. Sizin bütün düşünleriniz burjuva üretim ve burjuva
mülkiyet koşullarınızın sonucundan başka bir şey değildir, tıpkı hukukunuzun
da, sınıfınızın herkes için bir yasa durumuna getirilmiş iradesinden, temel
niteliği ve yönü sınıfınızın ekonomik varlık koşullarınca belirlenmiş bir
iradesinden başka bir şey olmadığı gibi.

  Sizi, bugünkü üretim biçiminizden ve mülkiyet biçiminizden doğan toplumsal
biçimleri -üretimin ilerleyişi içinde ortaya çıkan ve kaybolan tarihsel
ilişkileri- doğanın ve aklın sonsuz yasalarına dönüştürmeye yönelten
bencilce bir yanılgıdır ki, siz bu yanılgıyı sizden önceki bütün
egemen sınıflarla paylaşıyorsunuz. Antik mülkiyette apaçık
gördüğünüz şeyi, feodal mülkiyette kabul ettiğiniz şeyi,
kendi burjuva mülkiyet biçiminiz için bir türlü kabul edemiyorsunuz.

  Ailenin ortadan kaldırılması! Komünistlerin bu utanç
verici amacı karşısında en köklü dönüşümlerden yana olanlar bile
öfkeye kapılıyorlar.

  Bugünkü aile, burjuva aile hangi temele dayanmaktadır? Sermayeye, özel
kazanca. Bu aile, tam gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi arasında
vardır. Ama, bunun öte yüzünü proleterler arasında ailenin fiilen yokluğu ve
yaygın fuhuş oluşturur.

  Öte yüzü yok olunca, tabii burjuva aile de yok olacaktır, ve sermayenin
yok olmasıyla her ikisi birden yok olacaktır.

  Bizi çocukların ana-babaları tarafından sömürülmesini ortadan kaldırmak
istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçu kabul ediyoruz.

  Ama, aile eğitiminin yerine toplumsal eğitimi geçirmekle ilişkilerin en
kutsalını yıktığımızı söyleyeceksiniz.

  Ya sizin eğitiminiz! O da toplumsal değil mi, o da içinde
eğitim yaptırdığınız toplumsal koşullarla, toplumun doğrudan ya da dolaylı
müdahalesiyle, okullar vb. aracılığıyla belirlenmiyor mu? Eğitime toplumun
müdahalesini komünistler icat etmedi; onların yapmaya çalıştığı, yalnızca
bu müdahalenin niteliğini değiştirmek ve eğitimi egemen sınıfın etkisinden
kurtarmaktır.

  Aile ve eğitim üzerine, çocuk ve ana-baba arasındaki
kutsal ilişki üzerine burjuva safsataları, modern sanayinin etkisiyle,
proleterler arasındaki bütün aile bağları parçalandıkça, ve onların çocukları
basit ticaret nesneleri ve basit iş aletleri durumuna geldikçe, daha çok
tiksindirici olmaktadır.

  Ama, siz komünistler kadında ortaklaşalığı getireceksiniz diye, tüm
burjuvazi bir ağızdan yaygara koparıyor.

  Burjuva, karısını salt bir üretim aracı olarak görür.
Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duymuştur ya,
doğal olarak bundan, aynı biçimde, kadınların da ortaklaşalığa
tabi tutulacağından başka bir sonuca varamaz.

  Sözkonusu olan şeyin, kadınların basit birer üretim aracı olmaları
durumuna son vermek olduğu aklından bile geçmez.

  Zaten, kendilerinin komünistler tarafından açıkça ve
resmen yerleştirileceğini ileri sürdükleri kadında ortaklaşalığın
burjuvalarımızda uyandırdığı o yüksek ahlaki öfkeden daha gülünç bir şey
olamaz. Komünistlerin kadında ortaklaşalığı getirmelerine gerek yoktur; bu,
ezelden beri zaten var.

  Proleterlerinin karılarını, kızlarını el altında bulundurmakla yetinmeyen
burjuvalarımız, resmi fuhuş kurumunun sözünü etmezsek, birbirlerinin
karılarını ayartmaktan derin bir zevk duyarlar.

  Burjuva evliliği, gerçekte evli kadınlarda bir ortaklaşalık sistemidir; ve
dolayısıyla, komünistler olsa olsa, kadında ortaklaşalığın ikiyüzlülükle
gizlenmiş olanının yerine, açıkça yasallaştırılmış olanını getirmek istemekle
suçlanabilirler. Kaldı ki, bugünkü üretim sisteminin ortadan
kaldırılmasıyla bu sistemden doğan kadında ortaklaşalığın, yani resmi ve
gayri resmi fuhşun da ortadan kalkacağı apaçıktır.

  Komünistler ayrıca, vatanı ve milliyeti de ortadan kaldırmak istemekle
suçlanıyorlar.

  İşçilerin vatanı yoktur. Kendilerinde olmayan şeyi onlardan alamayız.
Proletarya, her şeyden önce, politik iktidarı ele geçirmek, ulusun önder
sınıfı durumuna yükselmek, kendisi ulus olmak zorunda olduğuna göre, o bu
ölçüde zaten ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.

  Ulusal ayrılıklar ve halklar arasındaki düşmanlıklar,
burjuvazinin gelişmesinden, ticaret özgürlüğünden, dünya pazarından, üretim
biçimindeki ve ona karşılık düşen yaşam koşullarındaki tek biçimlilikten
ötürü, günden güne daha çok kaybolmaktadır.

  Proletaryanın egemenliği, bunların daha da büyük bir
hızla yok olmasını sağlayacaktır. Hiç değilse bellibaşlı uygar ülkelerin
eylem birliği proletaryanın kurtuluşu için ilk koşullardan biridir.

  İnsanın insan tarafından sömürülmesine son verildiği
ölçüde, bir ulusun bir başka ulus tarafından sömürülmesine
de son verilmiş olacaktır. Ulus içindeki sınıfların birbiriyle karşıtlığı
ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da
ortadan kalkacaktır.

  Komünizme karşı dinsel, felsefi ve genellikle ideolojik bir görüş açısından
yöneltilen suçlamalar ciddi bir sınavdan geçirilmeye değmez.

  İnsanın düşüncelerinin, görüşlerinin ve kavramlarının,
tek sözcükle, insanın bilincinin, onun maddi varlık koşullarındaki,
toplumsal ilişkilerindeki ve toplumsal yaşamındaki her değişmeyle birlikte
değişikliğe uğradığını kavramak derin bir sezgi gerektirir mi?

  Düşünler tarihi, düşünsel üretimin, maddi üretimin değişmesiyle birlikte
nitelik değiştirmesinden başka neyi tanıtlar ki? Her çağın egemen düşünleri,
her zaman o çağın egemen sınıflarının düşünleri olmuştur.

  İnsanlar toplumu devrimcileştiren düşünlerden söz
ederlerken, eski toplumun içinde yeni toplum öğelerinin
yaratılmış olduğu ve eski düşünlerdeki çözülmenin eski varlık
koşullarının çözülmesine ayak uydurduğu olgusundan
başka bir şey söylemiş olmazlar.

  Antik dünya can çekişirken, hıristiyanlık antik dinleri
bastırmıştı. 18. Yüzyılda hıristiyan düşünler akılcı düşünlere
yenilirken, feodal toplum, o zamanki devrimci burjuvaziye karşı ölümünden
önceki son savaşımını veriyordu. Din özgürlüğü ve vicdan özgürlüğü
düşünleri, yalnızca serbest rekabetin bilgi alanındaki egemenliğini anlatır.

  Denecektir ki, dinsel, ahlaki, felsefi ve hukuksal düşünler tarihsel
gelişmenin akışı boyunca kuşkusuz değişmişlerdir. Ama din, ahlak, felsefe,
politika bilimi ve hukuk bu değişmede değişmez olarak kalmışlardır.

  Üstelik, özgürlük, adalet vb. gibi toplumun bütün durumlarında geçerli
olan sonsuz gerçekler vardır. Ama komünizm, sonsuz gerçekleri ortadan
kaldırmaktadır, yeni bir temel üstünde onları yeniden kurmak yerine, her
türlü dini, her türlü ahlakı ortadan kaldırmaktadır; ve böylelikle, tüm
geçmiş tarihsel deneyimle çelişmeye düşmektedir.

  Bu suçlama, ne anlama gelmektedir? Tüm geçmiş toplum tarihi, sınıf
karşıtlıklarının, ayrı ayrı çağlarda başka başka biçimler almış
karşıtlıkların gelişiminden başka bir şey değildir.

  Ama bu karşıtlıkların aldıkları biçim nasıl olursa olsun, toplumun bir
bölümünün bir başka bölümü tarafından sömürülmesi, bütün geçmiş çağların
ortak bir olgusudur. Onun için, bütün geçmiş çağların toplumsal bilincinin,
bütün çeşitliliğine ve farklılığına karşın, sınıf karşıtlıkları tümüyle yok
olmadıkça tamamıyla ortadan kalkmaları olanaksız olan belirli ortak biçimlere
ya da genel düşünlere bürünmesinin şaşılacak bir yanı yoktur.

  Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en
kökten bir bağ koparıştır; onun içindir ki, gelişmesinin geleneksel
düşünlerle en kökten bir bağ koparışı içermesine şaşmamak gerekir.

  Ama, komünizme yöneltilen burjuva itirazlarını artık bırakalım.

  Yukarıda gördük ki, işçi sınıfının devrimdeki ilk adımı, proletaryayı
egemen sınıf durumuna yükseltmek ve demokrasi savaşımını kazanmaktır.

  Proletarya, politik üstünlüğünü, tüm sermayeyi burjuvaziden dilim dilim
koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak
örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve olabildiğince hızla üretici
güçlerin miktarını artırmak için kullanacaktır.

  Hiç kuşkusuz, başlangıçta, mülkiyet haklarına ve burjuva üretim koşullarına
karşı despotça saldırılara girişmeden; dolayısıyla, ekonomik bakımdan
yetersiz ve savunulamaz gibi görünen, ama hareketin ilerleyişi içinde
kendilerini üstün duruma geçiren, eski toplum düzenine daha
fazla saldırıları zorunlu kılan ve üretim biçimini tamamıyla
devrimcileştirmenin bir aracı olarak kaçınılmaz olan önlemler alınmadan, bu
amaç sağlanamaz.

  Bu önlemler kuşkusuz ayrı ayrı ülkelerde başka başka olacaktır.

  Bununla birlikte, en ileri ülkeler için aşağıdakiler genel olarak oldukça
uygundur.

  1. Toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılması ve bütün
toprak rantlarının kamu yararına kullanılması.

  2. Ağır bir müterakki ya da kademen gelir vergisi.

  3. Her türlü miras hakkının kaldırılması.

  4. Bütün göç edenlerin ve isyancıların (yeni düzenden kaçanların ve ona
karşı gelenlerin) mülklerine el konulması.

  5. Devlet sermayesiyle işletilen ve mutlak bir tekel uygulayan
ulusal bir banka aracılığıyla kredilerin devletin
elinde merkezileştirilmesi.

  6. Haberleşme ve ulaşım araçlarının devletin elinde
merkezileştirilmesi.

  7. Devletin sahip olduğu fabrikaların ve üretim araçlarının çoğaltılması;
işlenmemiş toprakların tarıma açılması ve toprağın ülke kapsamında ortak bir
plan gereğince iyileştirilmesi.

  8. Herkes için eşit çalışma yükümlülüğü. Özellikle tarımda sanayi
ordularının kurulması.

  9. Tarımın imalat sanayileriyle bağlantılı duruma getirilmesi; tüm ülke
nüfusunun daha dengeli bir dağılımıyla kent-köy ayrımının yavaş yavaş
ortadan kaldırılması.

  10. Bütün çocuklar için kamu okullarında parasız eğitim. Şimdiki biçimiyle
çocukların fabrikalarda çalışmalarına son verilmesi. Eğitimin sanayi
üretimiyle bağlantılı duruma getirilmesi, vb., vb..

  Gelişmenin akışı içinde sınıf ayrımları ortadan kalkınca
ve üretim ulusun tümünü içine alan geniş bir kuruluşun
elinde toplanınca, kamu gücü politik niteliğini yitirecektir. Adı üstünde,
politik iktidar bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş
gücünden başka bir şey değildir.

  Proletarya, burjuvaziye karşı savaşımında, koşulların zorlamasıyla,
kendisini bir sınıf olarak örgütler de bir devrim yoluyla kendisi egemen
sınıf durumuna gelir ve egemen sınıf olarak eski üretim koşullarını zorla
süpürüp atarsa, o zaman bu koşullarla birlikte sınıf karşıtlıklarının ve
genellikle sınıfların varlık koşullarını da süpürüp atmış olacak, ve
böylelikle, bir sınıf olarak kendi üstünlüğünü de ortadan kaldırmış
olacaktır.

  Sınıfların ve sınıf karşıtlıklarıyla eski burjuva toplumunun yerini, her
bireyin özgür gelişimi herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik
alacaktır.

  -3-

  SOSYALİST VE KOMÜNİST YAZIN

  1. GERİCİ SOSYALİZM

  a. Feodal Sosyalizm

  Tarihsel durumlarından ötürü, Fransa ve İngiltere'nin
aristokrasileri, modern burjuva toplumuna karşı risaleler
kaleme almayı kendilerine iş edinmişlerdi. Temmuz 1830
Fransız devriminde ve İngiltere'de reform hareketinde, bu
aristokrasiler menfur türedilere yine yenildiler. O zamandan
buyana, kendileri için ciddi bir politik savaşım tamamıyla sözkonusu
olmaktan çıktı. Geriye yalnızca yazın alanında bir savaşım olanağı kaldı.
Ama yazın alanında bile, restorasyon döneminin eski çığlıklarını atmak
artık olanaksız duruma geldi.

  Aristokrasi, sempati uyandırabilmek için, görünüşte
kendi çıkarlarından vazgeçmek ve burjuvaziye karşı yaptığı
suçlamayı yalnızca sömürülen işçi sınıfının yararına
olarak formülleştirmek zorunda kalmıştı. Böylece, aristokrasi,
yeni efendisinden, ona hicivler düzerek, kulağına da yaklaşan felakete dair
kehanetler fısıldayarak öcünü aldı.

  İşte feodal sosyalizm böyle doğdu: yarı yakınma, yarı
hiciv; yarı geçmişin yankısı, yarı geleceğin tehdidi; zaman
zaman burjuvaziyi canevinden vuran, acımasız, alaylı ve
keskin eleştirisiyle; ama modern tarihin akışını hiç kavrayamaması
yüzünden, etkisi bakımından hep gülünç düşerek.

  Aristokrasi, halkı kendi arkasına toplayabilmek için,
proleter dilenci-çanağını önde bir bayrak gibi salladı. Ama
halk, ne zaman peşlerine takılmışsa, onların kıçlarında eski
feodal hanedan dövmelerini gördü ve onları gürültülü ve
aşağılayıcı kahkahalarla terketti.

  Fransız Legitimistleri'nin ve Genç İngiltere'cilerin bir bölümünün
görünümü işte böyleydi.

  Feodaller kendi sömürü biçimlerinin burjuvazininkine benzemediğini
anlatırlarken, kendilerinin pek başka ve artık eskimiş durum ve koşullarda
sömürdüklerini unutuyorlar. Kendi egemenlikleri sırasında modern proletaryanın
hiçbir zaman var olmadığını gösterirken, modern
burjuvazinin de kendi toplum biçimlerinin zorunlu bir sonucu olduğunu
unutuyorlar.

  Zaten eleştirilerinin gerici niteliğini o kadar az saklıyorlar ki,
burjuvaziye karşı yönelttikleri başlıca suçlama, toplumun eski düzenini
yıkması kaçınılmaz olan bir sınıfın burjuva rejim altında gelişmekte olduğu
suçlamasıdır.

  Burjuvaziye yüklenmeleri, daha çok, bir proletarya yarattığı için değil,
bir devrimci proletarya yaratmış olması yüzündendir.

  Bunun için onlar politik uygulamada işçi sınıfına karşı alınan bütün baskı
önlemlerine katılıyorlar; günlük yaşamda da, yüksekten atmalarına karşın,
sanayi ağacından düşen altın elmaları toplamak, doğruluğu, sevgiyi ve onuru,
yün, pancar şekeri ve patates ispirtosu ticaretiyle trampa etmek için diz
çöküyorlar. (Bu, özellikle, malikanelerinin geniş bölümlerini kahyalar
aracılığıyla kendi hesaplarına ektirip biçtiren, üstelik pancar şekeri ve
inbikten geçmiş patates ispirtosu imalatçılığı yapan Almanya'nın toprak
aristokrasisi ve efendileri için doğrudur. Daha zengin
olan Britanya aristokrasisi, şimdilik bu düzeye inmemiş olmakla birlikte,
onlar da, azalan rantların yarattığı açığı kapatabilmek için
ünvanlarını bir hayli karanlık anonim şirketlerin kurucularına ödünç
vermek zorunda kalıyorlar. (Engels'in 1888 tarihli İngilizce baskıya notu.))

  Papaz nasıl her zaman toprak sahibiyle el ele olmuşsa, Kilise Sosyalizmi
de Feodal Sosyalizmle hep el ele olmuştur.

  Hıristiyan zahitliğine sosyalist bir renk vermekten daha kolay bir şey
yoktur. Hıristiyanlık da özel mülkiyete karşı, evliliğe karşı, devlete karşı
sesini yükseltmemiş midir? Bunların yerine sadakayı ve yoksulluğu, bekareti
ve bedensel istekleri bastırmayı, manastır yaşamını ve Ana Kilise'yi savunan
vaazlar vermemiş midir? Hıristiyan Sosyalizmi, aristokratların yanan
yüreklerine papazın serptiği kutsal sudan başka bir şey değildir.

  b. Küçük Burjuva Sosyalizmi

  Burjuvazinin yıktığı tek sınıf, varlık koşulları modern
burjuva toplumu ortamında gücünü yitiren ve yok olan
tek sınıf feodal aristokrasi değildi. Ortaçağ kentlileri ve
küçük mülk sahibi köylüler, modern burjuvazinin habercileriydiler. Bu iki
sınıf, sanayi ve ticaretin ancak pek az gelişmiş olduğu ülkelerde,
yükselen burjuvazinin yanısıra hala bitkisel bir yaşayışı sürdürmektedirler.

  Modern uygarlığın tam olarak geliştiği ülkelerde, proletarya ile burjuvazi
arasında yalpalayan ve kendini burjuva toplumun ek bir parçası olarak
durmadan yenileyen yeni bir küçük burjuva sınıfı oluşmuştur. Bununla birlikte,
bu sınıfın tek tek üyeleri, rekabet yoluyla sürekli olarak proletaryanın
içine itilmekte ve modern sanayi geliştikçe, modern toplumun bağımsız bir
bölümü olmaktan büsbütün çıkacakları, imalatta, tarımda ve ticarette yerlerini
denetçilere, kahyalara ve tezgahtarlara bırakacakları anın yaklaştığını da
görmektedirler.

  Nüfusun yarısından çok daha fazlasını köylülerin oluşturduğu Fransa gibi
ülkelerde, burjuvaziye karşı proletaryadan yana çıkan yazarların, burjuva
rejimini eleştirirken, köylünün ve küçük burjuvanın ölçütlerini kullanmaları
ve işçi sınıfını bu ara sınıfların görüş açısından savunmaları
doğaldı. Küçük Burjuva Sosyalizmi böyle doğdu. Sismondi, yalnız Fransa'da
değil, İngiltere'de de bu okulun başıydı.

  Bu sosyalizm okulu, modern üretim koşullarındaki
çelişmeleri büyük bir görüş keskinliğiyle ortaya koydu.
İktisatçıların ikiyüzlü savunularının iç yüzünü açığa çıkardı.
Makinelerin ve işbölümünün felaketli etkilerini,
sermayeyle toprağın birkaç elde toplanmasını, aşırı üretimi ve buhranları
tartışma götürmez bir biçimde kanıtladı; küçük burjuvanın ve köylünün
kaçınılmaz çöküşünü, proletaryanın yoksulluğunu, üretimdeki anarşiyi, servet
dağılımındaki korkunç eşitsizlikleri, uluslar arasındaki sınai yoketme
savaşını, eski ahlak bağlarını, eski aile ilişkilerinin ve eski
milliyetlerin çözülüşünü gözler önüne serdi.

  Bununla birlikte, sosyalizmin bu biçimi, asıl yöneldiği
hedefler bakımından, ya eski üretim ve mübadele araçlarını, onlarla
birlikte de eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmeye
özenmiş, ya da modern üretim ve mübadele araçlarını, bu araçlar tarafından
havaya uçurulan ve havaya uçurulması kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkilerinin
çerçevesi içine sıkıştırmak istemiştir. Bu sosyalizm, her iki durumda da,
hem gerici, hem ütopyacıdır.

  Onun son sözleri şudur: imalatta loncalar, tarımda ataerkil ilişkiler.

  Ensonu, inatçı tarihsel gerçekler, kendi kendini kandırmanın bütün
uyuşturucu etkilerini dağıtınca, bu sosyalizm biçimi de azaplı bir kıvranışla
son buldu.

  c. Alman Sosyalizmi ya da Gerçek Sosyalizm

  Fransa'nın iktidardaki bir burjuvazinin baskısı altında doğan ve bu
iktidara karşı girişilmiş savaşımın bir yansıması olan sosyalist ve komünist
yazını, Almanya'ya, bu ülkedeki burjuvazi henüz feodal mutlakiyete karşı
savaşımına yeni başladığı bir sırada getirildi.

  Alman filozofları, filozof bozuntuları ve modaya uyan
yazar takımı bu yazına hevesle sarıldılar, ancak bu yapıtlar Almanya'ya göç
ederken Fransa'nın toplumsal koşullarının da onlarla birlikte göç etmediğini
unutarak. Bu Fransız yazını, Almanya'nın toplumsal koşullarıyla karşılaşınca,
doğrudan pratik anlamını tümden yitirdi ve sırf edebi bir havaya büründü.
böylece, Onsekizinci Yüzyıl Alman filozofları için, birinci Fransız
Devriminin istemleri, genel olarak Pratik Akıl'ın istemlerinden daha fazla bir
şey değillerdi, devrimci Fransız burjuvazisinin iradesinin
dile getirilişi de onların gözüne Sırf İrade'nin, olmak zorunda olduğu gibi
İrade'nin, genel olarak gerçek insan İradesi'nin yasaları gibi göründü.

  Alman yazarlarının yaptığı, yeni Fransız düşünlerini
kendi eski felsefi bilinçleriyle uyumlu duruma getirmekten, ya da daha
doğrusu, Fransız düşünlerini, kendi felsefi bakış açılarını terketmeksizin,
kendilerine maletmekten başka bir şey değildi.

  Eski putatapıcılık döneminin klasik yapıtlarının elyazmaları üzerine
keşişlerin nasıl Katolik Azizlerinin saçmasapan yaşam öykülerini yazdıkları
pek iyi bilinir. Alman yazarları küfür niteliğindeki Fransız yazınına bu
işlemin tam tersini yaptılar. Fransızca asıllarının altına kendi felsefi
saçmalıklarını yazdılar. Örneğin, paranın ekonomik
işlevleri konusundaki Fransız eleştirilerinin altına İnsan
Doğasının Yabancılaşması diye yazdılar, ve burjuva devlet
konusundaki Fransız eleştirisinin altına Soyut Evrenselliğin
Egemenliğine Son Verilmesi diye yazdılar, vb..

  Fransız tarih eleştirilerinin arkasına karaladıkları bu
felsefi lafazanlıkları da Eylem Felsefesi, Gerçek Sosyalizm,
Alman Sosyalizm Bilimi, Sosyalizmin Felsefi Temeli vb. diye kutsayarak
sundular.

  Fransız sosyalist ve komünist yazını böylelikle tamamıyla iğdiş edilmiş
oldu. Ve, bu yazın Alman'ın elinde, bir sınıfın bir başka sınıfla
savaşımını anlatır olmaktan çıktığı için, Alman Fransız tek
yanlılığı'nı aştığını, ve gerçek gereksinimleri değil, gerçeğin
gereksinimlerini, proletaryanın çıkarlarını değil, hiçbir sınıfa ait olmayan,
gerçekliği olmayan, yalnızca felsefi fantazinin sisli dünyasında
varolan İnsan Doğası'nın, genel olarak insanın çıkarlarını temsil ettiğini sandı.

  Ögrencilik ödevini böylesine gösterişle ve ciddiyetle sunan, kötü malını
böylesine şarlatanca göklere çıkaran bu Alman Sosyalizmi, bu arada, yavaş
yavaş o bilgiççe saflığını da yitirdi.

  Feodal aristokrasiye ve mutlak monarşiye karşı Alman'ın, ve özellikle,
Prusya burjuvazisinin savaşı, bir başka deyişle, liberal hareket, daha
ciddileşti.

  Böylece, Gerçek Sosyalizme, politik hareketin karşısına sosyalist
istemlerle çıkmak, liberalizme karşı, temsili hükümete karşı, burjuva
rekabetine karşı, burjuva basın özgürlüğüne, burjuva hukukuna, burjuva
özgürlük ve eşitliğine karşı geleneksel lanetleri savurmak ve yığınlara
bu burjuva akımıyla kazanacak hiçbir şeyleri bulunmadığı, her şeylerini
kaybedecekleri yolunda nutuklar çekmek için çoktandır beklediği fırsat
verilmiş oldu. Alman Sosyalizmi, ahmakça bir yankısı olduğu Fransız
eleştirisinin, karşılık düştüğü ekonomik varlık koşulları ve buna uyarlanmış
politik yapısıyla modern burjuva toplumunun varlığına, yani Almanya'da
henüz sonuçlanmamış savaşımın esas hedefi olan şeylere dayandığını
tam da gerekli olduğu anda unuttu.

  Papazlardan, profesörlerden, taşra beylerinden ve memurlardan
izleyicileriyle birlikte mutlakiyetçi hükümetler
için, kendilerini tehdit eden burjuvaziye karşı, bu sosyalizm sevinçle
karşılanan bir korkuluk hizmetini gördü.

  Bu aynı hükümetlerin tam o sıra Alman işçi sınıfının
ayaklanmalarına karşı kullandıkları kırbaç ve kurşun biçimindeki
acı haplardan sonra, bu sosyalizm bir mutlu son olmuştu.

  Bu Gerçek Sosyalizm, böylelikle, Alman burjuvazisine karşı, hükümetler
için bir savaş silahı hizmeti görürken, bir yandan da doğrudan doğruya
gerici bir çıkarı, darkafalı Alman küçük burjuvanın çıkarını temsil ediyordu.
Almanya'da bir Onaltıncı Yüzyıl kalıntısı olan ve o zamandan buyana çeşitli
biçimler altında sürekli olarak tekrar tekrar ortaya çıkan küçük burjuva
sınıfı, bugünkü durumun gerçek toplumsal temelidir.

  Bu sınıfı korumak, Almanya'daki şimdiki durumu korumak demektir.
Burjuvazinin sınai ve politik üstünlüğü onu, bir yandan sermaye birikimi,
öte yandan devrimci bir proletaryanın ortaya çıkması sonucu kesin bir yıkımla
tehdit etmektedir. Gerçek Sosyalizm, işte bu iki kuşu bir taşla vuracak
şeymiş gibi karşılandı. Bir salgın gibi yayıldı.

  Tumturaklı söz çiçekleriyle süslenmiş, mariz duygusallığın çiğiyle
sırılsıklam, kafalardaki örümcek ağlarından oluşmuş kisve, Alman
Sosyalistleri'nin o acınası sonsuz gerçeklerinin iskeletine bürüdükleri
bu üstün kisve, böyle bir ortamda mallarının satışını alabildiğine artırmaya
yaradı.

  Ve, Alman Sosyalizmi, küçük burjuva darkafalının
tumturaklı temsilcisi olarak görevini gittikçe daha fazla benimsedi.

  Alman ulusunun örnek ulus, darkafalı Alman küçük
burjuvasının da tipik insan olduğunu ilan etti. Bu örnek
insanın tüm alçakça bayağılığına, gerçek niteliğinin tam
tersine, gizli, yüce, sosyalistçe bir anlam verdi. Komünizmin gaddarca
yıkıcı eğilimine doğrudan karşı çıkacak ve her türlü sınıf savaşımını
tepeden ve tarafsız bir küçümseyişle karşıladığını ilan edecek kadar ileri
gitti. Birkaçı dışında, şu anda (1847) Almanya'da piyasaya sürülen
bütün sözde sosyalist ve komünist yayınlar, bu bayağı, sinir bozucu yazına
girerler.

  2. TUTUCU SOSYALİZM YA DA BURJUVA SOSYALİZMİ

  Burjuvazinin bir bölümü, burjuva toplumun varlığını
sürdürmesini güven altına alabilmek için toplumsal dertleri onarmaya
isteklidir.

  İktisatçılar, iyilikseverler, insaniyetçiler, işçi sınıfının
durumunu düzeltmek için çalışanlar, yoksullara yardım
işlerini örgütleyenler, hayvanlara eziyet edilmesini önleme
derneklerinin üyeleri, ılımlılık bağnazları, kıyıda bucakta
saklı daha akla gelebilecek her türlü reformcular bu bölüme
girerler. Üstelik bu sosyalizm biçimi, işlenmiş,
eksiksiz sistemlere sahiptir.

  Bu biçime bir örnek olarak Proudhon'un Philosophie
de la Misdre (Sefaletin Felsefesi)ni anabiliriz.

  Sosyalizan burjuva, modern toplum koşullarının sağladığı bütün
üstünlüklerden, bunlardan zorunlu olarak doğan savaşım ve tehlikeler
olmaksızın yararlanmak ister.

  Onlar, devrimci ve parçalayıcı öğeleri dışında, bugünkü
toplumun sürmesinden yanadırlar. Proletaryasız bir burjuvazinin
özlemini çekerler. Burjuvazi doğal olarak, kendisinin
en üstün durumda bulunduğu dünyayı en iyi dünya
sayar; ve burjuva sosyalizmi de, bu rahatlatıcı anlayışı
geliştirerek oldukça eksiksiz çeşitli sistemlere ulaştırır. Proletaryanın
bu gibi bir sistemi uygulamasını ve böylelikle
doğruca toplumsal Yeni Kudüs'e yürümesini isterken, gerçekte o yalnızca,
proletaryanın mevcut toplumun sınırları içinde kalmasını, ama
burjuvaziyle ilgili bütün nefret dolu düşünlerini kafasından atmasını
istemektedir.

  Bu sosyalizmin ikinci ve daha pratik, ama daha az sistemli bir biçimi,
işçi sınıfına, salt politik reformun değil, ancak maddi varlık
koşullarındaki, ekonomik ilişkilerdeki bir değişikliğin bir yararı
olabileceğini göstererek, her türlü devrimci hareketi işçi sınıfının
gözünden düşürmeye çalışmıştır. Bununla birlikte, sosyalizmin bu biçimi,
maddi varlık koşullarındaki değişikliklerden, hiçbir biçimde burjuva
üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını, ancak bir devrimle
gerçekleştirilebilecek bir ortadan kaldırmayı değil, bu ilişkilerin
sürekli varlığına dayanan idari reformları, yani sermaye ile emek
arasındaki ilişkilere hiçbir bakımdan ilişmeyecek, ama olsa olsa burjuva
hükümetinin masraflarını azaltacak ve idari işleri basitleştirecek
reformları anlar.

  Burjuva sosyalizmi, ancak bir laf cambazlığına büründüğü zaman ve ancak o
zaman uygun anlatımını bulur.

  Özgür ticaret: işçi sınıfının yararına. Himayeci gümrük resimleri: işçi
sınıfının yararına. Hapishane reformu: işçi sınıfının yararına. Burjuva
sosyalizminin son sözü ve söylemek istediği tek ciddi söz işte budur.

  Hepsi şu tümceyle özetlenebilir: burjuva -işçi sınıfının yararına- burjuvadır.

  3. ELEŞTİREL-ÜTOPYACI SOSYALİZM VE KOMÜNİZM

  Burada, her büyük modern devrimde, Babeuf ve ötekilerin yazılarında
olduğu gibi, proletaryanın istemlerini her zaman dile getirmiş olan
yazının sözünü etmiyoruz.

  Proletaryanın, kendi hedeflerine ulaşmak için, feodal
toplumun yıkılmakta olduğu evrensel coşku anlarındaki
ilk doğrudan girişimleri, proletaryanın o zamanki gelişmemiş
durumundan ötürü ve aynı zamanda kurtuluşu için
ekonomik koşulların, henüz yaratılmamış ve ancak yaklaşan
burjuva çağında yaratılabilecek olan koşulların yokluğundan
ötürü, zorunlu olarak başarısızlığa uğradı. Proletaryanın bu ilk
hareketlerine eşlik eden devrimci yazın,
zorunlu olarak gerici bir nitelik taşıyordu. Bu yazın, evrensel
zahitliği (bir lokma bir hırka zihniyetini -ç.) ve en
kaba biçimiyle toplumsal eşitliği telkin ediyordu.

  St. Simon, Fourier, Owen ve ötekilerin haklı olarak
sosyalist ve komünist sistemler olarak adlandırılan sistemleri,
proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşımın, yukarıda anlatılan,
ilk, gelişmemiş döneminde ortaya çıktılar (bkz: Bölüm 1., Burjuvalar
ve Proleterler).

  Bu sistemlerin kurucuları, gerçekten, sınıf karşıtlıklarını olduğu
kadar, hüküm süren toplum biçimindeki parçalayıcı öğelerin etkisini de
görebilmişlerdir. Ama, daha çocukluk çağında olan proletarya, onlara
herhangi bir tarihsel girişimi ya da herhangi bir bağımsız politik hareketi
olmayan bir sınıf gibi görünmüştür.

  Sınıf karşıtlıklarının gelişmesi sanayinin gelişmesine
ayak uydurduğundan, içinde yaşadıkları ekonomik durum
henüz onlara proletaryanın kurtuluşunun maddi koşullarını sunmuyordu.
Bundan ötürü onlar, bu koşulları yaratacak yeni bir toplumsal bilim,
yeni toplumsal yasalar aramaya koyulmuşlardır.

  Tarihsel eylem onların yaratıcı kişisel eylemine, tarihin yarattığı
kurtuluş koşulları gerçek dışı tasarımlara ve proletaryanın adım adım,
kendiliğinden sınıf örgütlenmesi de bu mucitler tarafından özel olarak
icat edilmiş bir toplum örgütlenmesine boyun eğecektir. Onların gözünde,
geleceğin tarihi kendi toplumsal planlarının propagandasına ve pratiğe
geçirilmesine dönüşecektir.

  Planlarını biçimlendirirlerken, en çok acı çeken sınıf
olarak en çok işçi sınıfının çıkarlarını gözetmenin bilincindedirler.
Proletarya onlar için ancak en çok acı çeken sınıf olması bakımından
vardır.

  Sınıf savaşımının gelişmemiş durumu kadar içinde bulundukları ortam da,
bu tür sosyalistlerin kendilerini bütün sınıf karşıtlıklarının çok
üstünde görmelerine neden olmuştur. Onlar toplumun her üyesinin, hatta
en iyi durumda olanının da, koşullarının iyileştirilmesini isterler.
Bundan ötürü onlar hep, sınıf ayrımı yapmadan, hayır,
egemen sınıfı el üstünde tutarak, toplumun tümüne çağrıda
bulunurlar. Çünkü, insanlar bir kez sistemlerini anladıktan
sonra, olanaklı en iyi toplum için bunun olanaklı en
iyi plan olduğunu nasıl görmezlik ederler?

  Böylece, onlar her türlü politik eylemi ve özellikle her
türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçı yollarla
ulaşmak isterler, ve zorunlu olarak başarısızlığa uğramaya
mahkum küçük deneylerle ve örnek gösterme yoluyla, yeni
Toplumsal Tanrı Buyruğu'nun yolunu döşemeye çabalarlar.

  Proletaryanın henüz pek az gelişmiş olduğu ve kendi
durumunun henüz ütopik bir kavrayışına sahip bulunduğu
bir zamanda çizilen, geleceğin toplumuna ilişkin bu gerçek
dışı resimler, bu sınıfın toplumun genel bir yeniden kuruluşuna
duyduğu ilk sezgisel özlemini yansıtıyordu.

  Ama bu sosyalist ve komünist yayınlar, aynı zamanda
bir eleştiri öğesi içerirler. Mevcut toplumun bütün ilkelerine
saldırırlar. Onun için bunlar, işçi sınıfının aydınlanması için çok
değerli malzemeyle doludurlar. Bu yayınlarda önerilmiş olan, kentle
köy arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması, ailenin ortadan kaldırılması,
sanayilerin özel kişiler hesabına işletilmesine ve ücret sistemine
son verilmesi, toplumsal uyumun ilan edilmesi, devletin
işlevlerinin yalnızca üretimi denetlemekle sınırlanması gibi
pratik önlemler-bütün bu öneriler, o sıralar daha henüz
belirmeye başlamış olan ve bu yayınlarda ancak ilk belli-belirsiz
biçimleriyle ayırdına varılan sınıf karşıtlıklarının
ortadan kaldırılması gereğine işaret etmekten öte geçmezler.
Onun içindir ki, bu öneriler katıksız ütopyacı bir nitelik taşırlar.

  Eleştirel-Ütopyacı Sosyalizm ve Komünizm tarihsel gelişmeye ters orantılı
bir anlam taşır. Modern sınıf savaşımı ne kadar gelişir ve belirli
bir biçim alırsa, hayale bağlanarak
bu savaşımın dışında kalış ve ona karşı yöneltilen
hayali saldırılar da o oranda tüm pratik değerini ve
tüm teorik nedenini yitirir. Bu yüzdendir ki, bu sistemlerin
kurucuları birçok bakımlardan devrimci olmalarına
karşın, onların tilmizleri her durumda gerici tarikatlar kurmaktan
öte gitmemişlerdir. Onlar, proletaryanın ileriye
doğru tarihsel gelişimi karşısında ustalarının eski görüşlerine
sıkıca sarılırlar. Bu yüzden, onlar kararlılıkla sınıf
savaşımını küllendirme ve sınıf karşıtlıklarını uzlaştırma
yolunda çaba gösterirler. Toplumsal ütopyalarının
deneylerle gerçekleştirilmesini, dünyadan yalıtılmış phalanstere'ler oluşturulmasını,
Yurt İçi Kolonileri kurulmasını, -Yeni Kudüs'ün formaları sekize katlı
cep kitabı boyunda baskısı olan- yeni bir Küçük İcariayı düşlerler ve
bütün bu havadaki şatoları gerçekleştirmek
için de burjuvanın merhametine, burjuva yardım severlerin
keselerine seslenmek zorunda kalırlar. Ve derece derece, yukarıda
betimlenen gerici tutucu sosyalistlerin kategorisine batarlar; onlardan
tek farkları, daha sistemli bilgiçlikleri ve kendi toplum bilimlerinin
mucizevi etkilerine besledikleri bağnazca ve batıl inançlarıdır.

  Bu yüzden onlar, işçi sınfının girişeceği her tür politik
eyleme şiddetle karşı çıkarlar; onlara göre, bu tür eylem
yeni Tanrı Buyruğu'na ancak kör bir inançsızlıktan ileri
gelebilir.

  İngiltere'de Owen'ciler Chartist'lere, Fransa'da da Fourier'ciler
Reformistler'e karşıdırlar.

  -4-

  KOMÜNİSTLERİN BUGÜNKÜ ÇEŞİTLİ MUHALEFET
PARTİLERİ KARŞISINDAKİ DURUMU

  Komünistlerin İngiltere'deki Chartist'ler, Amerika'daki
tarım reformcuları gibi mevcut işçi sınıfı partileriyle ilişkileri
Bölüm 2 de açıklanmıştır.

  Komünistler işçi sınıfının en yakın hedeflerine erişilebilmesi
ve güncel çıkarlarının korunması için savaşım yürütürler; ama onlar
aynı zamanda, mevcut hareket içinde bu hareketin geleceğini temsil
ederler ve onu gözden kaçırmazlar. Komünistler Fransa'da tutucu ve
radikal burjuvaziye karşı Sosyal Demokratlarla bağlaşma kurarlar,
ama büyük Devrim'den devralınagelen geleneksel söz kalıplarına
ve aldatmacalara karşı eleştirel bir durum alma
hakkını hiçbir zaman elden bırakmazlar.

  İsviçre'de Radikalleri desteklerler, ama bu partinin birbirine karşıt
öğelerden oluştuğu, bir bölümün Fransa'daki anlamında Demokratik
Sosyalistler, bir bölümünün de radikal burjuvalar olduğu gerçeğini gözden
kaçırmazlar.

  Polonya'da, ulusal kurtuluşun baş koşulu olarak bir
tarım devriminde direten partiyi, 1846'daki Krakov ayaklanmasını başlatan
partiyi desteklerler.

  Almanya'da mutlak monarşiye, feodal-senyör tahakkümüne ve küçük
burjuvaziye karşı, devrimci bir yolda hareket ettiği sürece burjuvaziyle
birlikte savaşım yürütürler.

  Ama onlar, burjuvazinin kendi egemenliğiyle birlikte
zorunlu olarak getireceği toplumsal ve politik koşulları,
Alman işçilerinin burjuvaziye karşı bir o kadar silah olarak
anında kullanabilmeleri için, ve Almanya'da gerici sınıfların yıkılışının
ardından burjuvazinin kendisine karşı savaşa
hemen girişebilmeleri için, burjuvaziyle proletarya arasındaki düşmanca
karşıtlığın bilincini işçilerde olanaklı en açık biçimiyle uyandırmayı
hiçbir zaman savsaklamazlar.

  Komünistler dikkatlerini en çok Almanya'ya çevirirler,
çünkü bu ülke Avrupa uygarlığının daha ileri koşulları altında
ve Onyedinci Yüzyılda İngiltere'de, Onsekizinci Yüzyılda Fransa'da
olduğundan çok daha gelişmiş bir proletarya ile yapılmak durumundaki
bir burjuva devriminin eşiğindedir, ve çünkü, Almanya'daki burjuva
devrimi, hemen ardından gelecek bir proleter devrimin başlangıcı olacaktır.

  Kısacası, komünistler her yerde, mevcut toplumsal ve
politik düzene karşı, her devrimci hareketi desteklerler.
Onlar, bütün bu hareketlerde, o sıradaki gelişme derecesi
ne olursa olsun, mülkiyet sorununu hareketin temel sorunu olarak ön
plana çıkarırlar.

  Son olarak, onlar, her yerde bütün ülkelerin demokratik partilerinin
birliği ve anlaşması için çalışırlar.

  Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeyi küçüklük sayarlar. Onlar,
hedeflerine ancak, mevcut bütün toplumsal koşulların zorla devrilmesiyle
ulaşabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar bir komünist
devrimi korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları koca
bir dünya var.

  BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİNİZ!

  SON
  ::::::::::::::::::::