İÇİNDEKİLE
YAYINLAYANIN NOTU
Ekim 1968
Manifest'i Yedinci
Baskıya Verirken
MARX VE ENGELS'İN
ÖNSÖZLERİ
1872 tarihli Almanca
Baskıya Önsöz
1882 tarihli Rusça
Baskıya Önsöz
1883 tarihli Almanca
Baskıya Önsöz
1888 tarihli
İngilizce Baskıya Önsöz
1890 tarihli Almanca
Baskıya Önsöz
1892 tarihli Polonya
Dilindeki Baskıya Önsöz
1893 tarihli
İtalyanca Baskıya Önsöz
KOMÜNİST PARTİSİ
MANİFESTOSU
1. Burjuvalar ve
Proleterler
2. Proleterler ve Komünistler
3. Sosyalist ve
Komünist Yazın
1. GERİCİ SOSYALİZM
a. Feodal sosyalizm
b. Küçük Burjuva
Sosyalizmi
c. Alman Sosyalizmi
ya da Gerçek Sosyalizm
2. TUTUCU SOSYALİZM
YA DA BURJUVA-SOSYALİZMİ
3. ELEŞTİREL-ÜTOPİK
SOSYALİZM VE KOMÜNİZM
4. Komünistlerin
Bugünkü Çeşitli Muhalefet Partileri
Karşısındaki Durumu
YAYINLAYANIN NOTU
EKİM 1968
BİLİMSEL sosyalizmin
kurucuları Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist
Partisi Manifestosunu, 1848'in eşiğinde, Avrupa'yı bir
baştan bir başa
devrimlere götüren kırbaçlayıcı olayların içinde yazdılar.
1848 Şubat'ında,
devrimci dalganın en yüksek noktasına ulaştığı bir sırada
yayınlanan bu
eserde genç Marx ve Engels, teorilerinin ve o güne kadarki
deneyimlerinin
tümünün bir sentezini verdiler. Marksizmin program ve
inançlarının en kısa
ve düşmanlarının bile çok iyi anladıkları en açık bir beyanı
olarak bu
belge, şimdi elimizde sosyalist literatürün temel
klasiklerinden biridir.
İlan ettiği
ilkelerin türlü ideolojik ve politik akımlar
arasında tartışmalara ve savaşımlara konu olması nedeniyle
hep sözü
edilegelmiş, bilim ve düşünce alanındaki sayısız çalışmada
başlıca bir
kaynak olarak kullanılmış, dolayısıyla fikir ve politika
yaşamını, şu ya da
bu yönde, derinden etkilemiş bir eserdir bu.
Manifesto'nun bizde
de oldukça yaygın bir ünü vardır. Gerçi, kendi
dilimizdeki eski baskıları tükenmiş, bugüne kadar da yeni
bir baskısı
yapılmamış olduğu için, eseri uzun yıllardır yalnızca
yabancı dil bilenler
okuma olanağını bulabilmişlerdir. Bununla birlikte, bazı
sözleri ve
içerdiği bazı fikirler, basında ve politika arenasında zaman
zaman
eleştirilere konu olduğundan, çoğu kimsenin yabancısı
değildir.
Türk okuyucusu,
sayısız sol ve sağ kitapta Manifestodan yapılan
alıntılarla karşılaşmış, bunlar üzerinde değişik dünya
görüşleri ve sınıf
çıkarları açısından yürütülen fikirleri izlemiştir. Eserin,
ünlü bütün ülkelerin
işçileri, birleşiniz! sloganı bile bugün günlük politikada
alelade
tartışılan bir konu haline gelmiş, örneğin sosyalist bir
partinin genel
başkanı bu sloganın yanlış olduğunu ileri sürerek birtakım
sözler
söylemiştir. Yani, kitap ortada yoktur, ama tezleri
etrafında yapılan ileri-geri
türlü eleştiriler yoluyla fikir ve politika dünyamıza
girmiştir. O kadar ki,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin tartışmalı bir oturumunda
da konu olmuş,
bazı kısımları, bir iktidar grubu sözcüsü tarafından
kürsüden okunarak,
Meclis zabıtlarına geçmiştir.
Bu eser, gerek
yazıldığı dönemin toplumsal savaşımı
içinde, gerekse dünya devrimci hareketinin ve genel olarak
son yüz yirmi
yılın toplumsal savaşımlarının tarihinde çok önemli yeri
olan tarihsel bir
belgedir; çağdaş bilim ve düşüncenin oluşumunda ve fikir
akımlarının
biçimlenmesinde derin izleri olan, dolayısıyla çağımızı ve
dünyanın gidişini
kavramamıza ışık tutan kültür kaynaklarından biridir.
Kuşkusuz bu bakımdan,
bilimsel sosyalizmin kurucularının bu ünlü eserinin, bu
tarihsel belgenin
uzun süredir yayın dünyamızda eksikliği büyük bir boşluk
olarak duruyordu.
Eser, bilimsel bir
eserdir; ve bugün tüm dünyayı, şu
ya da bu açıdan, yakından ilgilendiren bir akımın temel
teorik bilgisini içinde taşımaktadır. Komünizme karşı olmak
ya da ondan yana
olmak biçiminde, genel olarak iki kutuplu büyük bir
savaşımın sürüp gittiği
bir dünyada, kuşkusuz bu savaşımın tam bilincine varmanın,
neyin komünizm
olduğunu ya da olmadığını öğrenerek çağımızın bu savaşımını
doğru olarak
kavramanın gereği ortadadır.
Bu yüzdendir ki,
komünist teorinin temel bilgisini veren
bu eser, bütün uygar ülkelerde çok sayıda basılmakta, sosyalist
klasikler
arasında en geniş ilgiyi görmektedir.
Yine bu yüzdendir
ki, Komünist Partisi Manifestosu
Türkiye için özel bir önem taşımaktadır. Çünkü gerçekten,
Türkiye'de çok
değişik, bir komünizm anlayışı yürürlüktedir. Yakın
tarihimiz, komünist
teorinin gerektirdiği eylemle hiçbir ilgisi olmayan
nicelerine komünist
dendiğinin örnekleriyle doludur. Toplumsal savaşımın her
dalında, hoşa
gitmeyen pek çok şeye bir küfür gibi bu sıfat yüklenmiştir.
Her ileri fikir
ve hareket, milli menfaatler vb. kılıfına girerek karşısına
dikilen
gericinin dilinde, komünistlikten başka bir ad almamıştır.
Gene de, bu
karmakarışık durum, her günkü birsürü yeni örneğiyle sürüp
gitmektedir. Gazete fıkralarında ve meydan nutuklarında
tanımını bulan
birtakım komünizm anlayışı fikir ve politika dünyamızı
adamakıllı
bulandırmıştır. Kimine göre komünistlik, işçilerin,
köylülerin silahlanarak
sömürücülere karşı ayaklanmasıdır; yani, -burjuvazinin
baskısı ve
zorlamasıyla ve çok belirli tarihsel koşullar altında
kaçınılmaz olarak
kendini gösteren- böyle bir savaşımdan ayrı bir savaşım
biçimi tanımayan, her
durumda ve her zaman hiçbir yasal savaşım biçimi tanımayan
hesapsız-kitapsız
bir delioğlan işidir; kimine göre de, çağdaş burjuvazinin
piyasaya sürdüğü
sosyal adalet terimi bile ve buna ilişkin her şey
komünistliktir.
Türk Ceza Yasası'nın
141. ve 142. maddelerinin uygulaması da bu yolda
zengin örnekler vermiştir. Gerçi bu maddelerde komünizmin
adı geçmez; ama,
yasakladığı eylemlerin komünistlik olduğu ya da bu
maddelerin komünizmi
yasakladığı gibi bir anlayış yürürlüktedir. Böyle subjektif
bir yasa anlayışından
hareket eden birkısım profesör bilirkişiler, savcılara ve
mahkemelere hayli
ilginç raporlar düzenlemişlerdir. Bunlar akla-hayale sığmaz
bir biçimde
birçok şeyi komünistlik olarak göstermişler, adı geçen
maddelerde yasaklanan
eylemlerin somut öğelerini taşıyıp taşımadığına bakmaksızın,
kendilerinin
komünizm dedikleri şeyin bu eylemleri kendiliğinden içine
aldığını ve
komünizmden bu eylemlerin anlaşılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Bu gibi
bilirkişi raporları ve bu raporlara dayandırılan savcı
iddiaları,
mahkemelere ve Yargıtay'ın yargıçları önünde tekrar tekrar
yüzgeri olmakla
birlikte, uzun yıllar olduğu gibi, şimdi de birtakım haksız
durumlar
yaratmaktadır. İşin asıl tuhaf bir yanı da, Anayasa
Mahkemesi yargıçlarının
içten ve yorucu bir çalışmayla, komünizmin ne olduğunu, ne
olmadığını
ayırdetme konusu üzerinde aylarını harcadığı bir ülkede,
karşı oldukları
şeyin ne olduğunu bilmeyen birtakım grupların, komünizmle
mücadele adı
altında, önlerine gelen her şeye saldırmalarıdır. Bütün bu
karmakarışık
durum, komünist teorinin ilkelerini ve temel bilgisini veren
bu eserin,
kültür yaşamımız için önemini bir kat daha artırmaktadır.
Hiç kuşkusuz, bu
tarihsel belgede öngörülen savaşım biçiminin Türkiye'nin
içinde bulunduğu gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Marx ve
Engels emperyalizm
çağında yaşamadılar. Onlar, Manifestoyu 19. Yüzyılın
ortasında, milli
burjuva sınıflarının egemen olduğu Avrupa'nın ileri sanayi
ülkelerinde
proletarya ile burjuvazi arasındaki egemen çelişmeye dayanan
savaşım
koşulları içinde yazdılar. Bugün Türkiye'de durum böyle
değildir. Ulusumuzun
sınıfsal yapısını ve sınıflararası ilişkilerini belirleyen
objektif koşullar yönünden olsun, tarihimizin bugün ünümüze
koyduğu dava
yönünden olsun, bu en kesin gerçektir.
Türkiye,
emperyalizmin denetiminde, işbirlikçi sermayenin ve yarı-feodal
ilişkilerin egemen olduğu bir ülkedir. Ne gelişmiş bir milli
sanayimiz,
dolayısıyla ne de güçlü bir milli burjuvazimiz var. Halkımız
emperyalist
sömürünün ve ağalığın çifte egemenliği altındadır. Yani,
bizdeki egemen
çelişme, proletarya ile milli burjuvazi arasındaki çelişme
değil,
emperyalizm-işbirlikçi sermaye ilişkileri ve yarı-feodal
ilişkiler ile
halkımızın tümünün çıkarları arasındaki çelişmedir.
Bu yüzden, bizim
savaşımımız, proletaryanın milli burjuvaziye karşı
yürüttüğü antikapitalist-sosyalist devrim savaşımı değil,
emperyalizme ve
feodalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi savaşımıdır. Yani,
ülkemizi
emperyalizmin ve işbirlikçilerinin sömürüsünden ve
baskısından kurtararak
tam bağımsız, ağalığın sömürüsünden, baskısından ve her
türlü feodal
ilişkilerden kurtararak tam demokratik bir ülke yapma
savaşımıdır.
Bu yüzden, bizim
savaşımımız, yalnızca proletaryayı değil, bütün milli
sınıf ve öğeleriyle ulusumuzun tümünü içine almaktadır. Ama,
zafer
sağlayabilmemiz ve bu zaferi kesinleştirebilmemiz,
proletaryamızın öncü bir
rol oynayabilmesine bağlıdır. Çünkü, halkımızın sömürü ve
baskıdan en çok
acı çeken parçası olarak proletarya, sınıf çıkarları
bakımından, bu savaşımın
yakın-uzak bütün sonuçlarıyla tam bir uzlaşma halinde olan,
dolayısıyla en
devrimci potansiyeli içinde taşıyan bir sınıftır;
bağımsızlık ve
demokrasi savaşımımızın her aşamasında her zaman en önde
yürüyebilir ve
devrimin zaferine bekçilik ederek onu derinleştirebilir. Bu
yüzden, bizim savaşımımız,
yalnız proletaryanın savaşımı değil, ama proletaryanın
öncülüğünde ve onun
devrimci politik örgütünün açacağı milli bayrağın etrafında,
işçi-köylü
beraberliği temeline dayanan en geniş bir
antiemperyalist-antifeodal cephede, milli
sınıfların tümünün ve, hangi sınıftan olursa olsun,
yurtsever ve demokrat
öğelerin tümünün birleşmesini gerektirmektedir.
Bu yüzden,
tarihimizin bu aşamasında, bizim önümüzdeki devrim, sosyalist
devrim değil, bir milli demokratik devrim olacaktır. Politik
iktidar,
burjuvaziye karşı sosyalist devrimi gerçekleştiren
proletaryanın iktidarı
değil, emperyalizme karşı, emperyalist ve feodal ilişkilere
karşı
milli demokratik devrimi gerçekleştiren sınıfların ortak
iktidarı olacaktır;
savaşım içinde yığınların desteğini kazanabilmiş
proletaryanın öncülüğünde ve
işçi-köylü yığınlarının yaşamsal çıkarları temeli üzerinde
bütün milli
sınıfların ortak iktidarı olacaktır. Dolayısıyla, kaçınılmaz
olarak, üretim araçları üzerindeki mülkiyet düzeni de,
sosyalist değil,
devrimi gerçekleştiren bütün milli sınıfların mülkiyet
biçimlerini içine
alan bir düzen olacaktır. Örneğin, toprak reformu yapılarak
köylümüz toprak
sahibi olacak, yani toprakta ve öteki tarım üretimi
araçlarında özel
mülkiyet sahibi olacaktır. Yine örneğin, bu devrim
döneminde, milli burjuvazimiz,
uluslararası tekelin ve işbirlikçi sermayenin baskısından
bağımsız olarak,
fabrika ve imalathanelerini elinde bulunduracaktır.
Ülkemiz böyle bir gelişme
süreci içindedir. Ve bu yüzden, bizim savaşımımız
böyle bir süreçten, bir milli demokratik devrimden
geçecektir. Ancak böyle
bir devrimle, -emperyalist ve feodal ilişkilerin
zincirlerini kırarak,
halkımızın tam bağımsız, tam demokratik bir düzenden kaynağını
alan devrimci
coşkusunu ve enerjisini seferber edecek böyle bir devrimle
ancak- ülkemiz,
gittikçe emekçi halk yararına ağır basan mülkiyet ilişkileri
temeli üzerinde
gelişmesini sürdürebilir. Ve uygarlığın en yüksek tepelerine
tırmanma
yarışına koyulabilir.
Uzun süredir bazı kişilerin, bilerek ya da bilmeyerek bütün
bu gerçekleri
birbirine karıştırdıklarını görüyoruz.
Örneğin, bir toprak
reformu, ya da milli sanayi işletmelerinde özel
mülkiyetin varlığı, bu kişilere göre sosyalizmdir. Emekçilerin
devlet
yönetimine ağırlıklarını koyarak denge sağladığı bir
iktidar, onlara göre
sosyalist bir iktidardır. Bunlar, hem bir yandan milli
demokratik devrim
programına ilişkin, onun ekonomik ve politik yapısını
ilgilendiren bu gibi
sloganları yineleyip duruyorlar, hem de öte yandan
Türkiye'de milli
demokratik devrimin tamamlanmış olduğunu ileri sürüyorlar.
Böylece, hem
sosyalizmle ilgisi olmayan şeyleri sosyalizm olarak
gösteriyorlar, hem de
ilan ettikleri programın gerçekleşmesi için gereken
savaşımı, milli
demokratik devrim savaşımını reddediyorlar. Hale bakın ki,
bu tutumun
sahipleri kendilerinin sosyalist savaşım, üstelik de
sosyalist devrim
savaşımı yaptıkları savındadırlar.
Kuşkusuz bütün bu
yanılgılar ve şaşırtmacalar karşısında, bilimsel
sosyalizmin kurucularının bu ünlü eserinin, bu tarihsel
belgenin yeri
Türkiye için bir kez daha önem kazanmaktadır. Çünkü
gerçekten bugün
ülkemizde, gerek sosyalizm adına yapılan şeyler, gerekse
baştan
beri saydığımız nedenler gösteriyor ki, neyin komünizm
olduğunun ya da olmadığının, neyin sosyalist devrim, neyin
sosyalist savaşım olduğunun ya da olmadığının bilinmesinde
ve bu bakımlardan
kültür yaşamımızın evrensel ve doğru bilgilerle
zenginleşmesinde büyük
yararlar vardır.
Bu nedenle, Anayasa
Mahkemesi'nin komünizmin bilgisini veren eserlerin
yayınlanmasını öngören kararına uygun olarak, en önde
düşünülmesi gereken
Komünist Partisi Manifestosu'nu, yalnızca üniversite
kitaplıklarında,
yalnızca yabancı dil bilenlerin okuma olanakları içinde
kalmaktan ve yalnızca
üniversite kitaplarının konusu olmaktan kurtarıp Türk
kültürüne kazandırmakla,
önemli bir çeviri ve yayın görevini yerine getirmiş
olduğumuz inancındayız.
Süleyman Ege
Ankara, Ekim 1968
MANİFESTİ YEDİNCİ
BASKIYA VERİRKEN
Komünist
Manifesto'nun Kasım 1968'de yayınlanan birinci baskısından buyana
yirmi altı yıl geçmiş. Bu yıllar içinde Manifest'in başına
gelenlerin uzun
bir öyküsü var.
Burada bu öykünün
hiç değilse satırbaşlarına değinmeyi zorunlu görüyorum.
Kasım 1968'de birinci baskı çıktığı gün kitabın
toplatılmasına karar verildi.
Toplatma emri daha yargıç kararından önce bütün valiliklere
yıldırım telle
bildirildi.
Ankara ve
İstanbul'daki dağıtımcı depolarında dört bine yakın Manifest'e
el kondu. Ceza Yasası'nın 142. maddesine aykırılık savıyla
açılan davada
kitap, uzun bir yargılama sonunda Ankara İkinci Ağırceza
Mahkemesi'nin
oybirliği kararıyla aklandı (9 Nisan 1970).
O sıra Bütün
Ülkelerin İşçileri Birleşiniz adlı kitapla
ilgili davada tutuklu olarak yargılanıyordum; bu yüzden
Manifest'in son savunmasını hapishanede hazırlamış, son
savunma ve karar duruşmalarına hapishaneden kelepçeye
vurularak çıkarılmıştım. Aklama kararını hapishanede
kutladım.
Tahliye olunca, o güne kadarki dava sürecini içeren
belgeleriyle birlikte Manifest'in ikinci baskısını
yayınladım (Ekim 1970).
Yargılama temyiz
aşamasındayken 12 Mart darbesi
geldi. Faşist rejim altında Yargıtay aklama kararını bozdu,
daha önce aklama karan veren mahkeme de bu kez mahkumiyet
kararı verdi ve
Manifest zoralıma çarptırıldı.
Kornünist Manifesto
Davası adlı kitapta bu gelişmeleri ana belgeleriyle
ortaya koydum. Ve, Mart 1976'da Manifest'in üçüncü baskısını
yayınladım.
Arkasından, 12 Eylül faşist darbesine kadar kitabın üç
baskısı daha yapıldı.
Ancak bu baskılar, yasa dışı uygulamalarla karşılaşma
kaygısıyla yeni bir
baskı tarihi ve numarası konulmaksızın, takipsizlik kararı
alan 1976
baskısının tıpkısı olarak yayınlandı.
12 Eylül rejiminde
Bilim ve Sosyalizm Yayınları'nın
varlığına fiilen son verilmesiyle Manifest de Türkiye'de
yeniden eski uzun uykusuna daldı. Olayın öyküsünü Kitabın
Ateşle Dansı
adlı kitabımda anlattım. Bu dönemde Manifest'in yaklaşık üç
bin nüshası bir
yerde korunabilmişti. Yayınevini 1989 sonunda bir daha
dirilttiğim
zaman Manifest'in korunabilen bu nüshalarını da okuyucuya
sundum.
Manifest'in öyküsü
bir bakıma bu yıllar içinde Türkiye'nin geçirdiği
siyasal dalgalanmaların bir göstergesi niteliğini
taşımaktadır.
Elinizdeki baskıyı,
yeni bir baskı numarası konulmaksızın yapılan tıpkı
basımlarını da hesaba alarak, hakettiği gibi yedinci baskı
olarak yayınlıyorum.
Böylece, Manifest'i
bir kez daha uykusundan uyandırıyorum.
S. Ege
Ankara, Mart 1994
MARX VE ENGELS'İN
ÖNSÖZLERİ
1872 TARİHLİ ALMANCA
BASKIYA ÖNSÖZ
O ZAMANKİ koşullar
altında ancak gizli olabilen Konünist Birlik adındaki
enternasyonal bir işçi kuruluşu, Kasım 1847'de Londra'da
yapılan kongresinde,
aşağıda imzaları olan bizleri, yayınlanmak üzere ayrıntılı
bir teorik ve
pratik Parti programını hazırlamakla görevlendirdi. Şubat Devrimi'nden
birkaç hafta önce elyazmaları Londra'da baskıya giren bu
Manifesto, böylece
meydana geldi. Önce Almancası yayınlanarak, yine aynı dilde
olmak üzere;
Almanya'da, İngiltere'de ve Amerika'da en az oniki değişik
baskısı çıktı.
İngilizce olarak önce 1850'de Bn. Helen Macfarlane'in
çevirisiyle Londra'da
Red Republican'da ve 1871'de de en az üç ayrı çevirisiyle
Amerika'da yayınlandı.
Fransızca olarak ilkin Paris'te, Haziran 1848
ayaklanmasından kısa bir süre
önce, son zamanlarda da New York'ta çıkan Le Socialiste'de
yayınlandı.
Şimdi yeni bir çevirisi hazırlanmaktadır. Polonya dilinde
bir çeviri, ilk
Almanca baskısından kısa bir süre sonra Londra'da
yayınlandı. Ve, bir Rusça
çeviri altmışlarda Cenevre'de yayınlandı. İlk çıkışından
hemen sonra Danimarka
diline de çevrildi.
Son yirmibeş yıl
içinde durum ne kadar değişmiş olursa
olsun, Manifesto'da ortaya konulan genel ilkeler ana
çizgileriyle bugün de
her zamanki kadar doğrudur. Şu ya da bu ayrıntı daha iyi bir
hale
getirilebilir. Manifesto'nun kendisinde de belirtildiği
gibi, ilkelerin
pratikte kullanılması her yerde ve her zaman o günün
tarihsel koşullarına
bağlıdır; onun için 2. Bölüm'ün sonunda ileri sürülen
devrimci önlemlere
özel bir ağırlık verilmemelidir. O pasaj bugün birçok
bakımlardan çok farklı
bir biçimde yazılabilirdi. Modern sanayinin son yirmibeş yıl
içindeki hızlı
gelişmesi ve onunla birlikte işçi sınıfının gelişmiş ve
yaygınlaşmış parti
örgütlenmesi karşısında, ilkin Şubat Devrimi'nde ve ondan
daha önemlisi,
proletaryanın ilk kez politik egemenliği iki ay boyunca
elinde tutmuş olduğu
Paris Komünü'nde edinilen pratik deneyimler karşısında, bu
programın bazı
ayrıntıları artık eskimiştir. Komün özellikle bir şeyi, işçi
sınıfının,
yalnızca hazır devlet mekanizmasını elde tutarak onu kendi
amaçları için
kullanamayacağını tanıtlamıştır. (Bkz: See The Civil War in
France; Address
of the General Council of the International Working Men's
Association
(Fransa'da İç Savaş; Enternasyonal İşçi Birliği Genel
Konseyinin Çağırısı),
London, Truelove, 1871, s. 15; burada, bu nokta daha da
geliştirilmiştir.)
Ayrıca,
kendiliğinden bellidir ki, sosyalist yazının eleştirisi, ancak
1847'ye kadar olanı içine aldığı için, bugüne göre
yetersizdir; aynı biçimde,
komünistlerin çeşitli muhalefet partileri karşısındaki
durumuna ilişkin görüşler
(Bölüm 4), ilke olarak bugün de doğru olmakla birlikte,
politik durum
tamamen değiştiği ve tarihsel gelişme o bölümde sözü edilen
partilerin
çoğunu yeryüzünden silip süpürdüğü için, pratikte artık
eskimiştir.
Bununla birlikte,
Manifesto, artık üzerinde değişiklik
yapmaya hiç hakkımız olmayan tarihsel bir belge haline
gelmiştir. Belki ilerde yapılacak bir baskı için 1847'den
günümüze dek olan
boşluğu dolduracak bir giriş yazılabilir; elinizdeki yeni
baskı beklenmedik
bir anda yapıldığından buna vakit bulamadık.
Karl Marx, Frederick
Engels
Londra, 24 Haziran
1872
1882 TARİHLİ RUSÇA
BASKIYA ÖNSÖZ
Komünist Partisi
Manifestosu'nun, Bakunin tarafından yapılan çevirisi, ilk
Rusça baskı olarak, altmışların başında Kolokol yayınevince
yayınlandı. O
sıralar Batı bunu (Manifesto'nun Rusça baskısını), yalnızca
yazınsal
açıdan ilginç bir şey olarak görüyordu. Böyle bir görüş
bugün olanaksızdır.
O sıralarda (Aralık
1847) proletarya hareketinin, henüz ne kadar sınırlı
bir alanı kapsadığını, komünistlerin çeşitli ülkelerdeki
çeşitli muhalefet
partileri karşısındaki durumunu inceleyen Manifesto'nun son
bölümü en açık
biçimiyle gösterir. Burada, Rusya ve Birleşik Devletler'den
hiç söz edilmez.
O zaman, Birleşik Devletler Avrupa'nın proleter güç
fazlasını göçler yoluyla
emerken, Rusya'nın tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedek
gücü durumunda
olduğu bir zamandı. Her iki ülke de, Avrupa'ya hammadde
sağlıyorlardı ve aynı
zamanda Avrupa'nın sanayi ürünlerinin satışı için pazar
görevini yerine
getiriyorlardı. Bu yüzden, o sıralarda her iki ülke de, şu
ya da bu
biçimde, Avrupa'da yürürlükte olan düzenin temel direği
durumundaydılar.
Oysa bugün durum ne
kadar farklı! Avrupa'dan Kuzey Amerika'ya olan göç, bu
ülkede tarımın devasa bir gelişme göstermesini sağlamış, bu
gelişme, rekabet
yoluyla Avrupa'daki -büyük ve küçük- toprak mülkiyetini
temellerinden
sarsmıştır. Ayrıca, bu güç, Birleşik Devletler'e muazzam
sanayi kaynaklarını,
kısa zamanda, Avrupa'nın ve özellikle İngiltere'nin bugüne dek
sanayide
sürdürdüğü tekelini sarsacak bir ölçüde ve büyük bir
enerjiyle işletmesi
olanağını da vermiştir. Bu her iki durum, doğrudan doğruya
Amerika üzerinde
devrimci nitelikte bir etki yapmaktadır. Tüm politik yapının
temelini
oluşturan küçük ve orta çiftçilerin toprak mülkiyeti dev
tarım işletmelerinin
rekabeti karşısında adım adım çöküyor; aynı zamanda, sanayi
bölgelerinde ilk
kez olarak, yığın halinde bir proletarya ve sermayenin
müthiş bir
yoğunlaşması görülüyor.
Ya Rusya! 1848-49
Devrimi sırasında, yalnızca Avrupalı prensler değil,
Avrupalı burjuvalar da, henüz uyanmakta olan proletaryadan
tek kurtuluş
yolunu Rus müdahelesinde bulmuşlardı. Çar, Avrupa
gericiliğinin başı ilan
edilmişti. Bugün, o, Gatchina da devrimin bir savaş
tutsağıdır, ve Rusya,
Avrupa'daki devrimci eylemin öncüsüdür.
Komünist
Manifesto'nun amacı, modern burjuva mülkiyetinin yaklaşmakta olan
kaçınılmaz çöküşünü ilan etmekti. Ama Rusya'da hızla gelişen
kapitalist
vurgunculuk ve henüz gelişmeye başlayan burjuva toprak
mülkiyeti karşısında,
toprağın yarısından fazlası üzerinde köylülerin ortak
mülkiyetini görüyoruz.
Şimdi soru şudur: Büyük ölçüde sarsılmış olmakla birlikte
yine de toprak
üzerinde ilkel ortak mülkiyetin bir biçimi olan Rus
obshchina'sı, doğrudan
doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi?
Yoksa tersine,
ilkönce Batı'nın tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme
sürecini mi
izlemek zorundadır?
Bu soruya bugün
verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batı'da
bir proleter devriminin habercisi olur da, böylece bu iki
devrim birbirlerini
tamamlarlarsa, bugünkü Rus ortak toprak mülkiyeti, komünist
bir gelişmenin
başlangıç noktası olabilir.
Karl Marx, F. Engels
Londra, 21 Ocak 1882
1883 TARİHLİ ALMANCA
BASKIYA ÖNSÖZ
Yazık ki, bu baskının
önsözünü tek başıma imzalamak
zorundayım. Marx, Avrupa ve Amerika'nın tüm işçi sınıfının
kendisine başka
herhangi birine olduğundan daha çok borçlu bulunduğu bu
insan, şimdi
Highgate mezarlığında yatıyor; ve mezarının üstünde ilk
çimenler boy atmış
bulunuyor. Onun ölümünden sonra Manifesto'nun yeniden gözden
geçirilmesi ya
da tamamlanması artık hiç düşünülemez. Onun için burada şu
noktaları yeniden
açıkça belirtmeyi daha da gerekli görüyorum:
Manifesto'nun baştan
sona dokusunu oluşturan temel
düşünce -ekonomik üretimin ve, zorunlu olarak, her tarih
döneminin bu
ekonomik üretimden çıkan toplumsal yapısının, o dönemin
politik ve düşünsel
tarihinin temelini oluşturdukları, ve bunun sonucu olarak,
(ilkel komünal
toprak mülkiyetinin ortadan kalkmasından buyana) tüm tarihin
bir sınıf
savaşımları tarihi, toplumsal gelişmenin çeşitli
aşamalarında sömürülen ve
sömüren arasındaki, egemenlik altında olan ve egemen olan
sınıflar arasındaki
savaşımların tarihi olduğu; ama bu savaşımın şimdi ulaştığı
aşamada,
sömürülen ve ezilen sınıfın (proletaryanın), aynı zamanda
toplumun tümünü
sömürü, baskı ve sınıf savaşımlarından nihai olarak
kurtarmaksızın, kendini
sömüren ve ezen sınıftan (burjuvaziden) kurtaramayacağı
düşüncesi- bu temel
düşünce, yalnızca ve olduğu gibi Marx'a aittir.
(Manifesto'nun
İngilizce çevirisine yazdığım önsözde (1888) şöyle
demiştim: Kanımca, Darwin'in teorisi biyoloji için ne
yapmışsa, tarih için
onu yapması kaçınılmaz olan bu önermeye, 1845'ten önce her
ikimiz de yavaş
yavaş yaklaşmaktaydık. Benim tek başıma, bu önermeye doğru
ne kadar ilerlemiş
olduğum en iyi olarak İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu
adlı yapıtımda
görülür. Ancak, 1845 ilkbaharında, Brüksel'de Marx'la
yeniden buluştuğum
zaman, o bu önermeyi çoktan oluşturmuş bulunuyordu ve hemen
hemen burada
belirttiğim kadar açık bir biçimiyle önüme serdi. (Engels'in
1890 tarihli
Almanca baskıya notu.)
Bunu daha önce
birçok kez belirtmiştim, ama bunun
özellikle şimdi Manifesto'nun başında da yer alması
gereklidir.
Londra, 28 Haziran
1883
F. Engels
1888 TARİHLİ
İNGİLİZCE BASKIYA ÖNSÖZ
Manifesto,
başlangıçta yalnızca Almanları içine alan,
daha sonra uluslararası nitelik kazanan bir işçi derneğinin
1848'den önce
Kıta Avrupa'sının politik koşulları altında kaçınılmaz
olarak gizli bir örgüt
olan Komünist Birlikin platformu olarak yayınlandı. Birliğin
Kasım
1847'de Londra'da yapılan bir kongresinde Marx ve Engels tam
bir teorik ve
pratik parti programını yayınlamak üzere hazırlamakla
görevlendirilmişlerdi.
Almanca olarak Ocak 1848'de tamamlanan elyazması 24 Şubat
1848
Fransız Devrimi'nden birkaç hafta önce Londra'da baskıya
verildi. Bir
Fransızca çevirisi Haziran 1848 ayaklanmasından az önce,
Paris'te yayınlandı.
Bn. Helen Macfarlane'in yaptığı ilk İngilizce çeviri,
1850'de Londra'da
Julian Harney'in Red Republican adlı dergisinde yayınlandı.
Danimarka ve
Polonya dillerinde de birer baskısı yapılmıştır.
Haziran 1848 Paris
ayaklanmasının, -proletarya ile burjuvazi arasındaki
ilk büyük savaş- yenilgiye uğraması, Avrupa işçi sınıfının
toplumsal ve
politik özlemlerini bir süre için tekrar arka plana itti. O
zamandan buyana,
iktidar savaşımı, Şubat Devrimi'nden önce olduğu gibi, yine
yalnızca mülk sahibi sınıfın farklı kesimleri arasında oldu.
İşçi sınıfı,
politik bakımdan bir soluk alabilme savaşımına ve orta sınıf
radikallerinin
aşırı sol kanadı durumuna düşürüldü. Bağımsız proletarya
hareketleri canlılık
belirtileri gösterdiği her yerde amansız bir biçimde
bastırıldı.
Nitekim, Prusya
polisi, Komünist Birlik'in o sırada Köln'de bulunan Merkez
Komitesi'ni açığa çıkardı. Üyeleri tutuklandılar ve onsekiz
ay süren bir
hapislikten sonra Ekim 1852'de yargılandılar. Bu ünlü Köln
Komünist
Yargılaması 4 Ekim'den 12 Kasım'a dek sürdü; tutuklulardan
yedisi, üç yılla
altı yıl arasında değişen kalebentlik cezalarına
çarptırıldılar. Birlik, bu
karardan hemen sonra, geri kalan üyeleri tarafından resmen
dağıtıldı.
Manifesto'ya gelince, o artık unutulmaya mahkum görünüyordu.
Avrupa işçi sınıfı
egemen sınıflara karşı yeni bir saldırı için yeterli
gücü yeniden kazandığı zaman Enternasyonal İşçi Birliği
doğdu. Ancak, Avrupa
ve Amerika'nın tüm militan proletaryasını tek bir örgütte
birleştirmek gibi
özel bir amaçla kurulan bu birlik, Manifesto'da ortaya
konan ilkeleri hemen ilan edemedi. Enternasyonal, İngiliz
Sendikaları'nın, Fransa, Belçika, İtalya ve İspanya'daki
Proudhon
yandaşlarının ve Almanya'daki Lassalle'cilerin (Lassalle,
bize her zaman
kendini bir Marx yanlısı olarak tanıttı ve bu
sıfatıyla Manifesto'ya bağlıydı. Ancak 1862-64 yılları
arasında halk önünde
yaptığı konuşmalarda o, devlet kredileriyle desteklenen
kooperatif
atelyelerin kurulmasını istemekten öte gitmiş değildir.
(Engels'in notu)
kabul edebilecekleri kadar geniş bir program ortaya, koymak
zorundaydı.
Bu programı bütün
tarafların benimseyeceği bir biçimde kaleme alan Marx, işçi sınıfının eylem
birliği ve
karşılıklı tartışma sonucunda mutlaka doğacak olan düşünsel
gelişmesine tam
olarak güveniyordu. Sermayeye karşı yürütülen savaşım içinde
karşılaşılan
olaylar ve durumlar, hatta zaferlerden çok yenilgiler,
insanlara
kafalarındaki her derde deva harcıalem düşünlerin
yetersizliğini mutlaka
öğretecek ve işçi sınıfının gerçek kurtuluş koşullarının tam
bir kavranışını
hazırlayacaktı. Ve Marx haklı çıktı. Enternasyonal, 1874'te
dağıldığı zaman,
işçileri 1864'te olduklarından çok farklı bir bilinç
düzeyinde insanlar
olarak bıraktı. Fransa'da Proudhon'culuk, Almanya'da
Lassalle'cilik
ölmekteydi ve çoğu uzun zamandır Enternasyonal'le
ilişkilerini kesmiş olan
tutucu İngiliz sendikaları bile, artık yavaş yavaş, geçen
yıl
başkanlarının Swansea'de onlar adına, Kıta sosyalizmi bizim
için
korkunçluğunu yitirmiştir diyebildiği noktaya doğru
yaklaşıyorlardı.
Aslında, Manifesto'nun ilkeleri bütün ülkelerin işçileri
arasında oldukça
yaygınlaşmıştı.
Manifesto, böylece
yeniden ön plana geldi. Almanca metin 1850'den buyana
İsviçre, İngiltere ve Amerika'da birkaç kez yeniden basıldı.
1872'de New
York'ta İngilizceye çevrilerek Woodhull and Claflin's
Weekly'de yayınlandı.
Bu ingilizce metinden yapılan bir Fransızca çevirisi de New
York'ta Le
Socialiste'te çıktı. O zamandan buyana, Amerika'da, az ya da
çok kırpılmış
olarak, en az iki İngilizce çevirisi daha yayınlandı, ve
bunlardan biri
İngiltere'de yeniden basıldı. Bakunin'in yaptığı ilk Rusça
çeviri 1863
sıralarında Cenevre'de Hersen'in Kolokol yayınevinde,
kahraman Vera
Zasulich'in (Daha sonraları Engels'in kendisi
İnternationales aus dem
Volksstaat (1871-75), Berlin, 1894'te yayınlanan Rusya'da
Sosyal İlişkiler
adlı yazısında, gerçek çeviricinin G. V. Plehanov olduğuna
haklı olarak işaret
etmiştir.) yaptığı ikinci çeviri de 1882'de yine Cenevre'de
yayınlandı.
1885'te Kopenhag'da
yapılan Danimarka dilinde yeni bir baskısı Social-democratisk
Bibüothek'te, 1886'da Paris'te yapılan yeni bir Fransızca
çevirisi Le
Socialiste'te bulunabilir. Bu ikincisinden İspanyolca
çevirisi hazırlandı ve
1886'da Madrit'te yayınlandı. Almanca yeni baskılarını
saymayacağım, bunlar en az oniki kadar var. Birkaç ay önce
İstanbul'da
yayınlanması gereken bir Ermenice çevirisi gün ışığına
çıkamadı; çünkü
duyduğuma göre, yayıncı, kitabı Marx'ın adıyla çıkarmaktan
korkmuş, çevirici
de kitabın kendi yapıtı olarak yayınlanması önerisini
reddetmiş.
Ayrıca, başka
dillere yapılan çevirileri duydum, ama bunları görmedim.
Böylelikle, Manifesto'nun tarihi, oldukça doğru bir biçimde,
modern işçi
sınıfı hareketinin tarihini yansıtır; bugün o, hiç kuşku yok
ki, tüm sosyalist
yazının en yaygın, en uluslararası ürünü, Sibirya'dan
Kaliforniya'ya dek
milyonlarca işçinin benimsediği ortak platformdur.
Ama, yazıldığı zaman
biz ona bir Sosyalist Manifesto diyemezdik. 1847'de,
sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı sistemlerin
savunucuları:
her ikisi de birer mezhep durumuna dönüşmüş bulunan ve
giderek ölmekte olan
İngiltere'deki Owen'ciler, Fransa'daki Fourier'ciler; öte
yanda, her türlü marifetçilikle sermayeye ve kara hiçbir
zarar vermeden her türlü sosyal bozukluğu onaracaklarını
ileri süren her
türden sosyal şarlatanlar; her iki durumda da işçi sınıfı
hareketi dışında
olan ve eğitilmiş sınıflardan medet uman kimseler
anlaşılıyordu. İşçi sınıfının,
salt politik devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan
bir sosyal
değişmenin zorunluluğunu ilan etmiş olan her bir kesimi o
sıra kendisine
komünist diyordu. Bu, kaba, yontulmamış, sırf sezgiye dayanan
bir tür
komünizmdi; ama yine de en önemli noktaya değiniyordu ve
işçi sınıfı
arasında, Fransa'da Cabet'nin, Almanya'da Weitling'in
ütopyacı komünizmini
doğurmaya yetecek kadar güçlüydü.
Böylece, 1847'de,
sosyalizm bu orta sınıf hareketi, komünizm bir işçi
sınıfı hareketiydi. Sosyalizm, hiç değilse Kıta
Avrupa'sında, saygındı;
komünizm tam tersi durumdaydı. Biz, ta o zamandan, işçi
sınıfının kurtuluşu,
işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır anlayışında
olduğumuzdan, bu iki addan
hangisini alacağımız konusunda en küçük bir duraksamamız
olamazdı. O
zamandan buyana da bu adı yadsımak aklımızın ucundan
geçmedi.
Manifesto ortak
ürünümüz olduğu için, kendimi, onun çekirdeğini oluşturan
temel önermenin Marx'a ait olduğunu belirtmek zorunda
hissediyorum. Bu
önerme şudur: Her tarihsel dönemde, egemen olan ekonomik
üretim ve
mübadele biçimi ve bunun zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan
sosyal örgütlenme,
o dönemin politik ve düşünsel tarihinin üzerine kurulu
olduğu temeli
oluşturur, ve o dönemin politik ve düşünsel tarihi ancak bu
temele dayanılarak
açıklanabilir; bunun sonucu olarak insanlığın tüm tarihi
(toprakta ortak
mülkiyete dayanan ilkel kabile toplumunun çözülmesinden
buyana), bir sınıf
savaşımları tarihi, sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen
sınıflar arasındaki
çatışmaların bir tarihi olmuştur; bu sınıf savaşımları
tarihini oluşturan
evrimler dizisi günümüzde öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki,
sömürülen ve
ezilen sınıf -proletarya-, aynı zamanda ve nihai olarak
toplumu her türlü
sömürü, baskı, sınıf ayrımları ve sınıf savaşımlarından
büyük ölçüde
kurtarmaksızın, sömüren ve ezen sınıfın -burjuvazinin-
egemenliğinden
kendisini kurtaramaz.
Kanımca, Darwin'in
teorisi biyoloji için ne yapmışsa, tarih için onu
yapması kaçınılmaz olan bu önermeye, 1845'ten önce her
ikimiz de yavaş yavaş
yaklaşmaktaydık. Benim tek başıma bu önermeye doğru ne kadar
ilerlemiş
olduğum en iyi olarak İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu
adlı yapıtımda
görülür. Ancak, 1845 ilkbaharında, Brüksel'de Marx'la
yeniden buluştuğum
zaman, o bu önermeyi çoktan oluşturmuş bulunuyordu ve hemen
hemen burada
belirttiğim kadar açık bir biçimiyle önüme serdi.
1872 tarihli Almanca
baskıya birlikte yazmış olduğumuz önsözden aşağıdaki
parçayı aktarıyorum:
Son yirmibeş yıl
içinde durum ne kadar değişmiş olursa olsun, Manifesto'da
ortaya konulan genel ilkeler ana çizgileriyle bugün de her
zamanki kadar
doğrudur. Şu ya da bu ayrıntı daha iyi bir hale
getirilebilir. Manifesto'nun
kendisinde de belirtildiği gibi, ilkelerin pratikte
kullanılması her yerde ve
her zaman o günün tarihsel koşullarına bağlıdır; onun için
2. Bölüm'ün
sonunda ileri sürülen devrimci önlemlere özel bir ağırlık
verilmemelidir. O
pasaj bugün birçok bakımlardan çok farklı bir biçimde
yazılabilirdi.
1848'den buyana modern sanayinin dev adımlarla ilerlemesi ve
buna bağlı
olarak işçi sınıfının gelişen ve büyüyen örgütlenmesi
karşısında, ilkin Şubat
Devrimi'nde ve ondan daha önemlisi, proletaryanın ilk kez
politik
egemenliği iki ay boyunca elinde tutmuş olduğu Paris
Komünü'nde edinilen
pratik deneyimler karşısında, bu programın bazı ayrıntıları
artık eskimiştir. Komün
özellikle bir şeyi, işçi sınıfının yalnızca hazır devlet
mekanizmasını
elde tutarak onu kendi amaçları için kullanamayacağını
tanıtlamıştır.
(Bkz: See The Civil War in France; Address
of the General Council of the International Working Men's
Association (Fransa'da İç Savaş; Enternasyonal İşçi Birliği
Genel
Konseyinin Çağırısı), London, Truelove, 1871, s. 15, burada,
bu nokta daha
da geliştirilmiştir.) Ayrıca, kendiliğinden bellidir ki,
sosyalist yazının
eleştirisi ancak 1847'ye kadar olanı içine aldığı için,
bugüne göre
yetersizdir; aynı biçimde komünistlerin çeşitli muhalefet
partileri
karşısındaki durumuna ilişkin görüşler (Bölüm 4), ilke
olarak bugün de doğru
olmakla birlikte, politik durum tamamen değiştiği ve
tarihsel gelişme o
bölümde sözü edilen partilerin çoğunu yeryüzünden silip
süpürdüğü
için, pratikte artık eskimiştir.
Bununla birlikte,
Manifesto, artık üzerinde değişiklik yapmaya hiç
hakkımız olmayan tarihsel bir belge haline gelmiştir.
Bu çeviri, Marx'ın
Kapital'inin büyük kısmının çeviricisi Bay Samuel
Moore tarafından yapılmıştır. Çeviriyi birlikte gözden
geçirdik ve bazı
tarihsel ince noktaları açıklayan birkaç not ekledik.
Friedrich Engels
Londra, 30 Ocak 1888
1890 TARİHLİ ALMANCA
BASKIYA ÖNSÖZ
Yukarıdaki metin
yazıldığından buyana, Manifesto'nun yeni bir Almanca
baskısının yapılması bir kez daha zorunlu duruma geldi, ve
ayrıca
Manifesto'nun burada sözü edilmesi gereken epey şey geçti
başından.
İkinci bir Rusça çeviri -Vera Zasulich'in çevirisi-
Cenevre'de 1882'de
basıldı; bu baskıya önsözü Marx'la birlikte yazmıştık. Yazık
ki, bunun özgün
Almanca elyazması kaybolmuştur; bu nedenle, metni Rusça'dan
tabii hiçbir
biçimde değiştirmeden, çevirmek zorundayım. Metin şöyle:
Komünist Partisi
Manifestosu'nun, Bakunin tarafından yapılan çevirisi
ilk Rusça baskı olarak altmışların başında Kolokol
yayınevince yayınlandı.
O sıralar Batı bunu (Manifesto'nun Rusça baskısını),
yalnızca yazınsal açıdan
ilginç bir şey olarak görüyordu. Böyle bir görüş bugün
olanaksızdır.
O sıralarda (Aralık
1847) proletarya hareketinin, henüz ne kadar sınırlı
bir alanı kapsadığını, komünistlerin çeşitli ülkelerde
çeşitli muhalefet
partileri karşısındaki durumunu inceleyen Manifesto'nun son
bölümü en açık
biçimiyle gösterir. Burada, Rusya ve Birleşik Devletler'den
hiç söz edilmez. O zaman, Birleşik Devletler Avrupa'nın
proleter güç fazlasını göçler yoluyla emerken, Rusya'nın
tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü durumunda olduğu
bir zamandı.
Her iki ülke de, Avrupa'ya hammadde sağlıyorlardı ve aynı
zamanda Avrupa'nın
sanayi ürünlerinin satışı için pazar görevini yerine
getiriyorlardı. Bu
yüzden, o sıralarda her iki ülke de, şu ya da bu biçimde,
Avrupa'da
yürürlükte olan düzenin temel direği durumundaydılar.
Oysa bugün durum ne
kadar farklı! Avrupa'dan Kuzey Amerika'ya olan göç,
bu ülkede tarımın devasa bir gelişme göstermesini sağlamış,
bu gelişme,
rekabet yoluyla Avrupa'daki -büyük ve küçük- toprak
mülkiyetini temellerinden
sarsmıştır. Ayrıca, bu göç, Birleşik Devletler'e muazzam
sanayi kaynaklarını,
kısa zamanda, Avrupa'nın ve özellikle İngiltere'nin bugüne
dek sanayide
sürdürdüğü tekelini sarsacak bir ölçüde ve büyük bir
enerjiyle işletmesi
olanağını da vermiştir. Bu her iki durum, doğrudan doğruya
Amerika üzerinde
devrimci nitelikte bir etki yapmaktadır. Tüm politik yapının
temelini
oluşturan küçük ve orta çiftçilerin toprak mülkiyeti dev
tarım işletmelerinin
rekabeti karşısında adım adım çöküyor; aynı zamanda,
sanayi bölgelerinde ilk kez olarak, yığın halinde bir
proletarya ve
sermayenin müthiş bir yoğunlaşması görülüyor.
Ya Rusya! 1848-49
Devrimi sırasında, yalnızca Avrupalı prensler değil,
Avrupalı burjuvalar da, henüz uyanmakta olan proletaryadan
tek kurtuluş
yolunu Rus müdahalesinde bulmuşlardı. Çar, Avrupa
gericiliğinin başı
ilan edilmişti. Bugün, o, Gatchina'da devrimin bir savaş
tutsağıdır, ve Rusya, Avrupa'daki devrimci eylemin
öncüsüdür.
Komünist
Manifesto'nun amacı, modern burjuva
mülkiyetinin yaklaşmakta olan kaçınılmaz çöküşünü ilan
etmekti. Ama Rusya'da hızla gelişen kapitalist vurgunculuk
ve henüz
gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyeti karşısında,
toprağın yarısından
fazlası üzerinde köylülerin ortak mülkiyetini görüyoruz.
Şimdi soru
şudur: Büyük ölçüde sarsılmış olmakla birlikte yine de
toprak üzerinde
ilkel ortak mülkiyetin bir biçimi olan Rus obshchina'sı,
doğrudan doğruya
komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Yoksa
tersine, ilkönce
Batı'nın tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecini
mi izlemek
zorundadır?
Bu soruya bugün
verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer
Rus Devrimi, Batı'da bir proleter devriminin habercisi olur
da, böylece bu iki devrim birbirlerini tamamlarlarsa,
bugünkü Rus ortak
toprak mülkiyeti, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası
olabilir.
Karl Marx, Frederick
Engels
Londra, 21 Ocak 1882
Hemen hemen aynı
günlerde, Cenevre'de Polonya dilinde yeni bir baskısı
yapıldı: Manifest Komünistyczny.
Daha sonra, 1885'te,
Kopenhag'da Social-demokratisk
Bibliothek'te Danimarka dilinde yeni bir çevirisi
yayınlandı. Ne yazık ki,
çeviri tam değildir; çeviriciye güçlük çıkardığı anlaşılan
bazı önemli
pasajlar atlanmış, ayrıca yer yer göze çarpan dikkatsizlik
belirtileri daha
da can sıkıcı; öyle anlaşılıyor ki çevirici biraz kendini
zorlasaymış,
çok daha iyi bir iş çıkarabilirmiş.
Yeni bir Fransızca
çevirisi 1885'te Paris'te Le Socialiste'te çıktı;
bugüne dek basılanların en iyisidir.
Bu çeviri esas
alınarak aynı yıl içinde İspanyolca'ya
yapılan bir çevirisi ilkin Madrid'de El Socialista'da çıktı,
sonra da bir broşür olarak yayınlandı: Manifesto del Partido
Comunista, por
Carlos, Marx y F. Engels, Madrid, Administracion de El
Socialista, Hernan
Cortes 8.
İlgi çekici bir olay
olarak da, 1887'de bir Ermenice çevirinin
elyazmalarının İstanbul'daki bir yayıncıya verilişinden söz
edeyim. Ama
adamcağız Marx'ın adını taşıyan bir şeyi yayınlama
cesaretine sahip değildir,
çeviriciye yazar olarak kitaba kendi adını koymasını
öneriyor, çevirici de
bunu reddediyor.
Az ya da çok
yanlışlarla dolu Amerikan çevirilerinden
birinin, hemen arkasından da bir ikincisinin İngiltere'de
art arda yayınlanmasından sonra, ensonu aslına uygun bir
çeviri 1888'de yayınlandı. Dostum Samuel Moore'un yaptığı bu
çeviriyi,
baskıya gönderilmeden önce birlikte gözden geçirdik. Bu
çeviri şu başlığı
taşır: Manifesto of the Communist Party, by Karl Marx and
Frederick Engels.
Authorised English Translation, edited and annotated by
Frederick Engels. 1888. London, William Reeves, 185 Fleet
st., E. C.. Orada yer alan notların bazılarını elinizdeki
baskıya da ekledim.
Manifesto'nun
kendine özgü bir tarihi vardır. Çıktığında, bilimsel
sosyalizmin (ilk önsözde sözü edilen çevirilerin de
tanıtladığı gibi), o
sıralarda sayıca hiç de fazla olmayan öncülerince coşkuyla
karşılanmasından kısa bir süre sonra, Paris işçilerinin
Haziran 1848'deki
yenilgisiyle başlayan gerici akımın etkisiyle bir köşeye
itildi, ve ensonu
Kasım 1852'de Köln Komünistleri'nin mahkum edilmesiyle
birlikte yasaya
uygun olarak aforoz edildi. Şubat Devrimiyle başlayan işçi
harektinin
sahneden çekilmesiyle Manifesto da arka planda kaldı.
Avrupa işçi sınıfı,
egemen sınıfların iktidarına karşı
yeni bir saldırı için yeterli gücü yeniden kazandığı zaman
Enternasyonal İşçi Birliği doğdu. Birliğin amacı, Avrupa
ve Amerika'nın tüm militan işçi sınıfını tek bir dev ordu
halinde
birleştirmekti. Bu yüzden, Manifesto'da ortaya konulan
ilkelerden hareket
edemezdi. İngiliz işçi sendikalarına, Fransız, Belçikalı,
İtalyan ve
İspanyol Proudhon'culara ve Alman Lassalle'cilere kapıyı
kapamayan bir
programa sahip olmak zorundaydı. Bu program
-Enternasyonal'in Tüzüğüne
giriş-, Bakunin'in ve Anarşistlerin bile kabul ettiği bir
ustalıkla Marx
tarafından yazılmıştı. Manifesto'da ortaya konulan
düşünlerin kazanacağı
nihai zafer için Marx; yalnızca ve yalnızca işçi sınıfının
eylem birliği ve
tartışmadan doğması kaçınılmaz olan düşünsel gelişmesine tam
olarak
güveniyordu. Sermayeye karşı yürütülen savaşım içinde
karşılaşılan olaylar
ve iniş çıkışlar, hatta zaferlerden çok yenilgiler
savaşçılara
o güne dek körü körüne güvendikleri her derde deva harcıalem
düşünlerin
yetersizliğini mutlaka gösterecek ve işçi sınıfının gerçek
kurtuluş
koşullarının tam bir kavranışını hazırlayacaktı.
Ve Marx haklı çıktı.
Enternasyonal'in dağıldığı 1874'teki işçi sınıfı, Enternasyonal'in kurulduğu
1864'teki işçi sınıfından tamamen farklıydı. Latin
ülkelerindeki Proudhon'culuk
ve Almanya'daki kendine özgü Lassalle'cilik ölmekteydi, ve o
sıra aşırı
tutucu olan İngiliz sendikaları bile, 1887'de yapılan
Swansea kongresinde
başkanlarının onlar adına, -Kıta sosyalizmi bizim için
korkunçluğunu
yitirmiştir- diyebildiği noktaya doğru yavaş yavaş
ilerlemekteydi. Oysa
1887'de Kıta sosyalizmi hemen hemen Manifesto'da ilan edilen
teoriden ibaretti.
Böylelikle, Manifesto'nun tarihi, oldukça doğru bir
biçimde, 1848'den buyana olan modern işçi sınıfı hareketinin
tarihini yansıtır. Bugün hiç kuşku yok ki, o bütün
sosyalist yazının en yaygın, en uluslararası ürünü,
Sibirya'dan
Kaliforniya'ya dek bütün ülkelerin milyonlarca işçisinin
ortak programıdır.
Yine de, yazıldığı
zaman biz ona bir Sosyalist Manifesto diyemezdik.
1847'de, iki tip insan sosyalist sayılıyordu. Bir yanda,
çeşitli ütopyacı
sistemlerin yandaşları, özellikle o tarihte her ikisi de
birer mezhep
durumuna dönüşmüş bulunan ve yavaş yavaş ölmekte olan
İngiltere'deki
Owen'ciler, Fransa'daki Fourier'ciler; öte yanda, toplumsal
bozuklukları,
sermayeye ve kara hiç zarar vermeden, her derde deva çeşitli
ilaçlarla ve
bölük-pörçük onarımlarla gidermek isteyen her türden sosyal
şarlatanlar.
Bunlar her iki durumda da, işçi hareketinin dışında yer alan
ve
daha çok eğitimden geçmiş sınıfların desteğini arayan
kimselerdi. Oysa işçi sınıfının, toplumun köklü bir biçimde
yeniden kurulmasını isteyen, salt politik devrimlerin buna
yeterli olmadığına
inanan kesimi, o sıra kendisine komünist diyordu. Bu, henüz
yontulmamış,
yalnızca sezgiye dayanan ve çoğu zaman oldukça kaba bir
komünizmdi.
Ama gene de, iki
ütopik komünizm sistemini -Fransa'da Cabet'nin İkarya
Komünizmini ve Almanya'da Weitling Komünizmini- doğuracak
kadar güçlüydü.
1847'de sosyalizm bir burjuva hareketini, komünizm bir işçi
sınıfı
hareketini ifade ediyordu. Sosyalizm hiç değilse Kıta
Avrupa'sında oldukça
saygındı, komünizm bunun tam tersi bir durumdaydı. Biz ta o
zamandan, tam
bir kesinlikle, -işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının
kendi eseri
olmalıdır- anlayışında olduğumuzdan, bu iki addan hangisini
seçeceğimiz
konusunda bir duraksamamız olamazdı. O zamandan buyana da
bunu yadsımak
aklımızın ucundan geçmedi.
-Bütün ülkelerin
işçileri, bireşiniz!- Ama kırkiki yıl önce, proletaryanın
kendi öz istemleriyle ortaya çıktığı ilk Paris Devrimi'nin
öngününde,
dünyaya bu sözleri ilan ettiğimiz zaman, buna pek az ses
karşılık vermişti.
Ancak, 28 Eylül 1864'te, Batı Avrupa ülkelerinin çoğunun
proleterleri, şanlı
anılar bırakan Enternasyonal İşçi Birliği'nde el ele
verdiler. Doğrudur,
Enternasyonal ancak dokuz yıl yaşadı. Ama, onun yarattığı,
bütün ülkelerin
proleterlerinin ölümsüz birliği hala canlıdır ve her
zamankinden daha
güçlüdür. Bunun günümüzden daha iyi bir tanığı olamaz. Çünkü
bugün ben bu
satırları yazarken, Avrupa ve Amerika proletaryası ilk kez
tek bir ordu
halinde, tek bir bayrak altında ve tek bir acil hedef
uğrunda
-Enternasyonal'in 1866'daki Cenevre Kongresi'nde ve ayrıca
1889'daki Paris
İşçi Kongresi'nde kabul edildiği gibi, sekiz saatlik
işgününün yasal olarak
tanınması uğrunda- seferber edilmiş savaş kuvvetlerini
gözden geçirmektedir.
Ve bugünün manzarası, bütün ülkelerin kapitalistlerinin ve
toprak beylerinin
gözlerini, bütün ülkelerin işçilerinin bugün gerçekten
birleşmiş oldukları
gerçegine açacaktır.
Bunu kendi
gözleriyle görebilmesi için, şu anda Marx yanımda olsaydı!
Londra, 1 Mayıs 1890
F. Engels
1892 TARİHLİ POLONYA
DİLİNDEKİ BASKIYA ÖNSÖZ
Komünist
Manifesto'nun Polonya dilinde yeni bir baskısına gereksinim
duyulması, çeşitli düşüncelere yolaçıyor.
Her şeyden önce,
Manifesto'nun Avrupa kıtasında büyük sanayinin
gelişmesinin nerdeyse bir göstergesi durumuna gelmiş olması
dikkate değer.
Belirli bir ülkede büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde o
ülkenin işçileri
arasında, işçi sınıfı olarak mülk sahibi sınıflar
karşısındaki
durumları konusunda aydınlanma isteği de kök salmakta,
bunlar arasında
sosyalist hareket yaygınlaşmakta ve Manifesto'ya olan istem
artmaktadır.
Böylece, yalnızca işçi hareketinin durumu değil, aynı
zamanda büyük
sanayinin gelişme derecesi de, her ülkede oldukça doğru bir
biçimde, o
ülkenin dilindeki Manifesto'nun dağıtılmış nüshalarının
sayısıyla
ölçülebilir.
Bu yüzden, Polonya
dilindeki yeni baskı, Polonya sanayisinde kesin bir
ilerlemeyi gösterir. Ve hiç kuşku yok ki, on yıl önce
yapılmış baskısından
buyana gerçekten de böyle bir ilerleme olmuştur. Rus
Polonyası, Kongre
Polonyası, Rus İmparatorluğu'nun büyük sanayi bölgesi
durumuna gelmiştir.
Rusya'nın büyük sanayisi, -bir kısmı Finlandiya Körfezi
çevresinde, öteki
bir kısmı merkezde (Moskova'da ve Vladimir'de), bir üçüncü
kısmı Karadeniz
ve Azak denizi kıyılarında ve öteki bazı kısımları başka yerlerde
olmak
üzere- dağınık bir alana yayılmış olmasına karşın, Polonya
sanayisi oldukça
küçük bir alanda toplanmıştır; ve böylesine bir yoğunlaşma
nedeniyle
hem üstünlükler hem de sakıncalar taşımaktadır. Rakip Rus
sanayicileri,
Polonyalıları Ruslaştırma konusundaki şiddetli arzularına
karşın, Polonya'ya
karşı koruyucu gümrük uygulanması isteminde bulunmakla bu
üstünlükleri
kabullenmiş oldular. Sakıncalar -Polonya sanayicileri ve
Rus hükümeti açısından sakıncalar- Polonya işçileri arasında
sosyalist
düşüncenin hızla yayılmasında ve Manifesto için artan
istemde kendisini
göstermektedir.
Ama, Polonya
sanayisinin Rusya'nınkini geride bırakarak hızla gelişmesi,
aynı zamanda Polonya halkının tükenmek bilmez canlılığının
yeni bir kanıtıdır
ve yaklaşmakta olan ulusal kurtuluşunun yeni bir
güvencesidir. Ve bağımsız,
güçlü bir Polonya'nın yeniden kurulması, yalnızca
Polonyalıları değil,
hepimizi ilgilendiren bir sorundur.
Avrupa uluslarının
içtenlikli bir uluslararası işbirliği, ancak bu
ulusların her birinin kendi yurdunda tam özerkliğe sahip
olmasıyla
kurulabilir. Proletaryanın bayrağı altında yapıldığı halde,
sonuçta proleter
savaşçılara burjuvazinin işini gördürmekten öteye gitmeyen
1848 Devrimi,
aynı zamanda onun vasiyetinin uygulayıcıları Louis Bonaparte
ve Bismarck
aracılığıyla İtalya, Almanya ve Macaristan'ın bağımsızlığını
sağladı; ama,
1792'den buyana devrim için bu üç ülkenin tümünün
yaptığından daha çoğunu
yapmış olan Polonya, 1863'te kendisinden on kat daha büyük
Rus kuvvetleri
karşısında boyun eğdiğinde kendi olanaklarıyla başbaşa
bırakıldı. Soylular,
Polonya'nın bağımsızlığını ne koruyabildiler ne de yeniden
kazanabildiler;
bugün burjuvazi için bu bağımsızlık, en azından, önemsizdir.
Ama gene de
Avrupa uluslarının uyumlu işbirliği için bu bir zorunluluktur.
Bu bağımsızlık
yalnızca genç Polonya proletaryası tarafından kazanılabilir
ve onun ellerinde güvenlik altında olabilir. Çünkü,
Polonya'nın
bağımsızlığına Polonyalı işçilerin kendileri için olduğu
kadar Avrupa'nın
bütün öteki ülkelerinin işçilerinin de gereksinimi vardır.
F. Engels
Londra, 10 Şubat
1892
1893 TARİHLİ
İTALYANCA BASKIYA ÖNSÖZ
İTALYAN OKUYUCUYA
Komünist Partisi
Manifestosu'nun yayınlanması, denebilir ki, biri Avrupa
kıtasının, öteki Akdeniz'in merkezinde yer alan iki ulusun,
bölünme ve
çatışmalar yüzünden o zamana dek yabancı boyunduruğu altına
düşmüş
olan iki ulusun, silahlı ayaklanmaları olan 18 Mart 1848
Milano ve Berlin devrimleriyle aynı tarihe rastlamıştır.
İtalya, Avusturya
İmparatoru'na bağımlı olduğu bir sırada, Almanya, daha
dolaylı olmakla birlikte
daha az etkin olmayan Rus Çarları'nın boyunduruğu
altındaydı. 18 Mart
1848'in sonuçları, İtalya'yı da, Almanya'yı da bu utanç
verici durumdan
kurtardı; 1848'den 1871'e dek geçen zaman içinde bu iki
büyük ulus yeniden
kurulmuş, kendi başlarına buyruk olmuşlarsa, bunun nedeni,
Karl Marx'ın
söylediği gibi, 1848 Devrimini bastıranların yine de, kendi
istemlerine
karşın bu devrimin vasiyetini yerine getirmiş olmalarıdır.
Bu devrim her yerde
işçi sınıfının eseriydi; barikatları
kuran ve devrimin bedelini kanıyla ödeyen işçi sınıfıydı.
Yalnızca Paris işçileri, hükümeti devirirken açık bir
biçimde
burjuva rejimini devirme hedefine yönelmişlerdi. Ama
onlar her ne kadar kendi sınıflarıyla burjuvazi arasındaki
amansız
karşıtlığın bilincinde olsalar da, henüz ne ülkenin ekonomik
ilerlemesi ne
de Fransız işçi yığınının düşünsel gelişmesi toplumun bir
yeniden-kuruluşunu
olanaklı kılacak aşamaya ulaşmıştı. Bundan ötürü, son
çözümlemede,
devrimin meyvelerini kapitalist sınıf topladı. Öteki
ülkelerde; İtalya'da,
Almanya'da, Avusturya'da, işçiler daha başından itibaren
burjuvaziyi
iktidara getirmekten öte bir şey yapmadılar. Ama herhangi
bir ülkede
burjuvazinin egemenliği, ulusal bağımsızlık olmaksızın
olanaklı değildir. Bu
bakımdan, 1848 Devrimi, ardısıra, o güne dek birlik ve
özerklikten yoksun
uluslara -İtalya'ya, Almanya'ya, Macaristan'a- birlik ve
özerklik getirmiştir.
Sıra Polonya'ya da gelecektir.
Böylece, 1848
Devrimi bir sosyalist devrim değilse de,
sosyalist devrim için yolu açmış, ortam hazırlamıştır. Bütün
ülkelerde büyük
sanayiye verilen hızla, burjuva rejimi son kırkbeş yıl
içinde her yerde,
sayıca kalabalık, yoğun ve güçlü bir proletarya yaratmıştır.
Dolayısıyla o,
Manifesto'nun diliyle söylersek, kendi mezar kazıcılarını
yaratmıştır. Her
bir ulusun özerkliği ve birliği sağlanmadan, proletaryanın
uluslararası
birliğini ya da bu ulusların ortak hedeflere doğru barışçı
ve bilinçli
işbirliğini gerçekleştirmek olanaksız olacaktır. 1848
öncesinin politik
koşulları altında, İtalyan, Macar, Alman, Polonyalı ve Rus
işçilerinin ortak uluslararası eylemini bir düşünün!
Bundan dolayı,
1848'de verilen savaşlar boşuna değildir. O devrimci
dönemden bizi ayıran kırkbeş yıl da boşuna geçmemiştir.
Meyveler olgunlaşıyor,
ve benim tüm dileğim, Manifesto'nun ilk yayınlanışı nasıl
uluslararası
devrimin habercisi olduysa, bu İtalyanca çevirinin
yayınlanışının da İtalyan
proletaryasının zaferinin müjdecisi olmasıdır.
Manifesto,
kapitalizmin geçmişte oynadığı devrimci rolün tam hakkını
verir. İtalya ilk kapitalist ulustu. Feodal Ortaçağın
kapanışına ve modern
kapitalist çağın açılışına dev bir şahsiyet damgasını
vurmuştur: Bir İtalyan,
Ortaçağ'ın son ve modern çağın ilk ozanı, Dante. Bugün,
1300'de olduğu gibi;
yeni bir tarihsel çağ yaklaşmaktadır.
İtalya bize bu yeni
çağın, proletarya çağının doğuşu anına damgasını
vuracak yeni Dante'yi verecek mi?
Londra, 1 Şubat 1893
Friedrich Engels
:::::::::::::
KOMÜNİST PARTİSİ
MANİFESTOSU
AVRUPA'DA bir heyula
kolgeziyor-komünizm heyulası.
Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu heyulayı defetmek için
bir kutsal bağlaşma kurdular. Papa'yla Çar, Metternich'le
Guizot, Fransız Radikalleriyle Alman polisinin casusları.
Nerededir,
iktidardaki hasımları tarafından komünistlikle
suçlanmamış muhalefet partisi? Gerici hasımlarına
karşı da, daha ilerici muhalefet partilerine karşı da
komünizm damgasını
gerisin geriye vurmaya kalkmamış muhalefet nerede?
Bu olgudan iki şey
çıkıyor:
1. Komünizm şimdiden
bütün Avrupa devletleri tarafından büyük bir güç
olarak tanınmaktadır.
2. Komünistlerin,
tüm dünya önünde, görüşlerini,
amaçlarını, eğilimlerini yazılı olarak açıkça ortaya
koymaları ve bu
Komünizm Heyulası çocuk masalına Parti'nin kendisinin bir
Manifesto'su ile
karşılık vermeleri zamanı çoktan gelip çatmıştır.
İşte bu amaçla,
çeşitli milliyetlerden komünistler Londra'da toplanmışlar
ve aşağıdaki Manifesto'yu, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan,
Flaman ve
Danimarka dillerinde yayınlanmak üzere kaleme almışlardır.
-1-
BURJUVALAR VE
PROLETERLER (Burjuvazi ile kastetdiğimiz üretim araçlarının
sahipleri olan ve ücretli emekçiyi çalıştıran modern
kapitalistler
sınıfıdır. Proletarya ile kastetdiğimiz, hiçbir üretim
aracına sahip
olmamaları yüzünden yaşayabilmek için işgücünü satmak
zorunda olan modern
ücretli emekçiler sınıfıdır. (Engels'in 1888 tarihli
İngilizce baskıya notu.)
Günümüze dek bütün
toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.
Özgür insan ve köle,
patrisyen ve pleb, senyör ve serf,
lonca ustası ve lonca emekçisi, tek sözcükle, ezen ve
ezilen, sürekli bir
çatışma halinde, bazan gizli, bazan açıkça, her kezinde ya
toplumun devrimci
bir biçim değiştirmesiyle ya da çatışan sınıfların birlikte
çöküşüyle
sonuçlanan, kesintisiz bir savaşım yürütmüşlerdir.
Tarihin daha önceki
devirlerinde, hemen hemen her
yerde, toplumun değişik düzenler halinde karmaşık bir
kuruluşunu, sosyal
hiyerarşinin çok basamaklı bir derecelenmesini buluyoruz.
Eski Roma'da
patrisyenleri, şovalyeleri, plebleri, köleleri; Ortaçağ'da
senyörleri,
vasalleri, lonca ustalarını, kalfaları, çırakları, serfleri;
bu sınıfların
hemen hepsinde de ikinci derecede hiyerarşiler görüyoruz.
Feodal toplumun
yıkıntılarından fışkıran modern burjuva toplumu, sınıf
karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Yaptığı şey,
yalnızca, eski
sınıfların yerine yeni sınıflar, yeni sömürü koşulları, yeni
savaşım
biçimleri koymak olmuştur.
Bununla birlikte,
çağımızın, burjuvazi çağının, ayırdedici özelliği,
sınıf karşıtlıklarını yalınlaştırmış olmasıdır. Bir tüm
olarak toplum,
gittikçe artan bir biçimde, iki büyük düşman kampa, doğrudan
birbirlerine
karşı duran iki büyük sınıfa bölünmektedir: Burjuvazi ve
proletarya.
Ortaçağ serflerinin
bağrından ilk kasabaların ayrıcalıklı tüccarları
çıktı. Bu -kasabalılardan burjuvazinin ilk öğeleri gelişti.
Amerika'nın keşfi,
Ümit Burnu'nun dönülmesi, gelişmekte olan burjuvaziye
yepyeni alanlar açtı. Doğu Hindistan ve Çin pazarları,
Amerika'nın
sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle olan ticaret, mübadele
araçlarının ve
genel olarak metaların artması, ticarete, gemiciliğe ve
sanayiye o zamana
dek görülmemiş bir itiş, ve dolayısıyla, yıkılış halinde
olan feodal
toplumun içindeki devrimci öğenin gelişmesine büyük bir hız
sağladı.
Sanayi üretiminin
kapalı loncaların tekelinde olduğu
feodal sanayi sistemi, yeni pazarların durmadan büyüyen
istemlerini artık karşılayamıyordu. Onun yerini manüfaktür
(imalat) sistemi
aldı. Lonca ustaları, imalatçı orta sınıf tarafından bir
yana itildiler;
ayrı ayrı lonca birlikleri arasındaki işbölümü her bir
atelye içindeki
işbölümü karşısında yokoldu.
Bu arada, pazarlar
durmadan büyüyor ve istem durmadan artıyordu. Manüfaktür
de yetersiz olmaya başladı. İşte o zaman, buhar ve makine,
sanayi üretiminde
bir devrim yaptı. Dev modern sanayi manüfaktürü tahtından
indirdi; sanayici orta sınıf, sanayici milyonerlere, büyük
sanayi ordularını yönetenlere, modern burjuvalara yerlerini
bıraktılar.
Büyük sanayi
Amerika'nın keşfiyle temelleri atılan dünya pazarını kurdu.
Bu pazar, ticarete, gemiciliğe, kara ulaştırmasına şaşırtıcı
bir gelişme
sağladı. Bu gelişme de sanayinin yayılmasını etkiledi, ve
sanayinin,
ticaretin, gemiciliğin, demiryollarının yayılmasına koşut
olarak ve onlarla
aynı oranda burjuvazi de gelişti, sermayesini artırdı ve
Ortaçağ'dan kalma
bütün sınıfları geri plana itti.
Böylece, modern
burjuvazinin kendisinin de uzun bir gelişmenin, üretim ve
mübadele biçimlerindeki bir dizi devrimin ürünü olduğunu
görüyoruz.
Burjuvazinin gelişmesindeki her adıma, bu sınıfın, buna
uygun politik bir
ilerlemesi eşlik etti. Feodal soyluluğun egemenliği altında
ezilen bir sınıf,
Ortaçağ komününde (Fransa'da yeni oluşan kentlere komün
denirdi.) silahlı
ve kendi kendini yöneten bir topluluk olan, bir yerde
bağımsız kent
cumhuriyeti (İtalya'da ve Almanya'da olduğu gibi), bir yerde
monarşinin
angaryaya tabi üçüncü kuvvet'i (Tiers Etat) olan (Fransa'da
olduğu gibi),
daha sonraları manüfaktür döneminde yarı-feodal ya da mutlak
monarşide
soylular sınıfına karşı bir ağırlık rolünü ve gerçekte de
genel olarak büyük
monarşilerin temel taşı rolünü oynayan burjuvazi, ensonu,
modern sanayinin
ve dünya pazarının kurulmasından buyana, modern temsili
devlette politik
egemenliği tümüyle eline geçirdi. Modern devletin
hükümetleri, tümüyle
burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir komiteden başka
bir şey
değildir.
Burjuvazi tarihte
tam anlamıyla devrimci bir rol oynamıştır.
İktidarı ele aldığı
her yerde burjuvazi, feodal, ataerkil, duygusal ilişki
olarak her ne varsa hepsine son verdi.
İnsanı doğal efendileri'ne tutsak eden karmaşık feodal
bağları hiç acımadan kopardı ve insanla insan arasında
çıplak özçıkar ve katı peşin ödeme'den başka bir bağ
bırakmadı. Burjuvazi, dinsel inancın ateşli ve kutsal
coşkusunu,
şövalyelik ruhunu, duygusallığı bencil hesabın
buzlu sularında boğdu. Burjuvazi, kişisel değeri bir
mübadele değeri
haline getirdi ve binbir güçlükle elde edilmiş sayısız
özgürlüklerin yerine,
o biricik ve acımasız özgür ticareti koydu. Tek sözcükle,
dinsel ve politik
aldatmaların maskelediği sömürü yerine, zorba, utanmaz,
doğrudan ve çıplak
sömürüyü koydu.
Burjuvazi, o zamana
dek saygınlığı olan ve kutsal bir
saygıyla karşılanan bütün mesleklerin nişanelerini koparıp
attı.
Hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını kendisinin
ücretli
emekçileri içerisine kattı.
Burjuvazi, aile
ilişkilerini örten duygusal peçeyi yırttı
ve aile ilişkisini sırf bir para ilişkisi durumuna
indirgedi.
Burjuvazi, gericilerin o kadar göklere çıkardığı Ortaçağdaki
kaba kuvvet
gösterilerinin nasıl en miskin bir tembelliği gizlediğini
açığa vurdu.
İnsan faaliyetinin neler yaratabildiğini ilk gösteren o
oldu. Burjuvazi,
Mısır'ın piramitlerini, Roma'nın su kemerlerini, Gotik
katedrallerini kat
kat aşan şaheserler ortaya koydu; önceki bütün tarihsel
göçleri ve Haçlı
Seferleri'ni gölgede bırakan seferler yönetti.
Burjuvazi, üretim
aletlerini, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve
bunlarla birlikte bütün toplum ilişkilerini
devrimcileştirmeksizin yaşayamaz.
Oysa, daha önceki bütün sanayici sınıfların varlıklarının
ilk koşulu eski
üretim biçiminin değişikliğe uğramadan korunmasıydı.
Üretimin sürekli
altüst oluşu, tüm toplumsal yapının kesintisiz olarak
sarsılışı, sonu
gelmeyen bir hareketlilik ve güvensizlik, burjuva çağını
daha önceki bütün
çağlardan ayırdeder. Bütün donmuş, durağan ilişkiler,
ardısıra getirdikleri
eski ve saygınlığı olan önyargılar ve düşünlerle birlikte
eriyip gidiyorlar; bütün yeni biçimlenmeler daha iyice
yerleşmeden
eskiyorlar. Sağlamlığı, sürekliliği olan ne varsa
duman olup gitmiş, kutsal olan her şey murdar edilmiş,
ve insan, artık kendi yaşamının gerçek koşullarını ve öteki
insanlarla olan
ilişkilerini tüm çıplaklığıyla karşılamak zorunda kalmıştır.
Ürünleri için
durmadan genişleyen bir pazar gereksinimiyle itilen
burjuvazi yeryüzünün tümünü istila ediyor.
Her yere sokulması, her yere yerleşmesi, her yerde ilişkiler
kurması
gerekiyor.
Burjuvazi, dünya
pazarını sömürmekle bütün ülkelerin
üretim ve tüketimine kozmopolit bir karakter verdi.
Gericileri derin kedere
boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durduğu
ulusal temeli çekip
aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldı ya da
günden güne
yıkılıyor. Bunların yerini, kurulmaları bütün uygar uluslar
için bir ölüm-kalım sorunu durumuna gelen yeni sanayiler;
artık, daha çok
ülke içinde üretilen hammaddeleri değil, en uzak yerlerden getirilen
hammaddeleri işleyen sanayiler; ürünleri yalnızca ülke
içinde değil,
dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler alıyor. Ülke
üretimiyle
karşılanabilen eski gereksinimlerin yerini, karşılanması
uzak
ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni
gereksinimlerin
aldığını görüyoruz. Eski yöresel ve ulusal kapalılık ve
kendi kendine
yeterliliğin yerini, her yöndeki ilişkilerde ulusların
evrensel bağımlılığının
aldığını görüyoruz. Ve, maddi üretimdekine benzer bir
gelişmeyi düşünsel
üretimde de izliyoruz. Tek tek ulusların düşünsel
yaratımları ortak servet
haline geliyor. Ulusal tekyönlülük ve darkafalılık gün
geçtikçe daha da
olanaksızlaşıyor, sayısız ulusal ve yöresel yazından bir
dünya yazını doğuyor.
Üretim aletlerinin
hızla gelişmesiyle ve ulaştırma araçlarının her gün
daha yüksek bir düzeye ulaşmasıyla burjuvazi; bütün
ulusları, hatta en barbar
kavimleri bile uygarlığın seline katıyor. Ürünlerinin
ucuzluğu, bütün Çin
setlerini döğüp yıkan ve yabancılara karşı en inatçı bir
düşmanlık duyan
barbarları boyun eğmeye zorlayan ağır toplardır. Burjuvazi,
bütün ulusları,
yokolma olasılığıyla karşı karşıya bırakarak, burjuva üretim
biçimini
kabullenmeye zorluyor; bu uluslar direnseler de onları
kendisinin uygarlık
dediği şeye ayak uydurmaya, yani burjuva olmaya zorluyor.
Tek sözcükle, o
kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmaktadır.
Burjuvazi, köyleri
kentlerin yönetimine bağımlı kıldı.
Koca koca kentler yarattı, köy nüfusuna göre kent nüfusunu
büyük ölçüde
artırdı ve böylelikle nüfusun oldukça önemli bir kısmını köy
yaşamının
aptallaştırıcı etkisinden kurtardı. Nasıl köyü kente
bağımlılaştırmışsa,
aynı biçimde, barbar ya da yarı-barbar ülkeleri de uygar
ülkelere,
köylü halkları burjuva halklara, Doğu'yu Batı'ya bağımlı
kıldı.
Burjuvazi, nüfusun,
üretim araçlarının ve mülkiyetin
dağınıklığını her geçen gün biraz daha ortadan
kaldırmaktadır. O, nüfusu
biraraya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve
mülkiyeti birkaç
elde yoğunlaştırmıştır. Bu değişmelerin zorunlu sonucu
politik merkezileşme
olmuştur. Ayrı ayrı çıkarları, yasaları, hükümetleri, vergi
sistemleri olan
bağımsız ya da zayıf bağlarla birbirine bağlı eyaletler, tek
bir hükümet, tek
bir yasa sistemi altında, tek bir ulusal sınıf-çıkarı olan,
tek bir sınır,
tek bir gümrük duvarı ardında, tek bir ulus halinde
birleştiler.
Ancak yüzyılı bulan
bir sınıf egemenliği süresince burjuvazi, bütün geçmiş
kuşakların yarattıklarının toplamından daha güçlü ve çok
daha büyük üretim
güçleri yarattı.
Doğa güçlerinin
insana boyun eğmesi, makineler, kimyanın sanayiye ve
tarıma uygulanması, buharla işleyen gemiler, demiryolları,
elektrikli
telgraf, koca kıtaların tarıma açılması, ırmakların
ulaştırmaya açılması,
topraktan fışkırır gibi bir nüfus yoğunlaşması -bundan
önceki hangi
yüzyılda sosyal emeğin bağrında böyle üretim güçlerinin
yattığı düşünülebilirdi?
Gördüğümüz durum
şudur: burjuvazinin üzerinde düzenini kurduğu temeli
oluşturan üretim ve mübadele araçları feodal toplumda
yaratılmıştır. Bu
üretim ve mübadele araçlarındaki gelişmenin belirli bir
aşamasında, feodal
toplumun üretim ve mübadele koşulları, tarımın ve imalatın
feodal
örgütlenmesi, tek sözcükle, feodal mülkiyet ilişkileri,
gelişmiş durumdaki
üretici güçlere artık uygun olmaktan çıktılar; o ölçüde de
bir yığın ayakbağı
durumuna geldiler. Bu engellerin yıkılması gerekiyordu;
yıkıldılar.
Bunların yerini,
kendisine uygun bir toplumsal ve politik yapı ve
burjuva sınıfın ekonomik ve politik egemenliğiyle birlikte
serbest rekabet
aldı.
Benzer bir hareket
kendi gözlerimizin önünde gelişiyor. Üretim, mübadele
ve mülkiyet ilişkileriyle modern burjuva toplumu, bu kadar
güçlü üretim ve
mübadele araçları yaratmış olan bu toplum, harekete
getirdiği cehennem
dünyasının güçlerini denetleyemez duruma düşmüş büyücüye
benzemektedir.
Onyıllardan beri, sanayi ve ticaret tarihi, modern üretici
güçlerin modern
üretim koşullarına karşı, burjuvazinin ve onun egemenliğinin
varlık
koşulu olan mülkiyet ilişkilerine karşı başkaldırışının
tarihinden
başka bir şey değildir. Bu konuda nöbet nöbet ortaya
çıkmalarıyla tüm
burjuva toplumunun varlığını her kezinde daha tehdit edici
bir biçimde
sorgulayan ticari buhranları anmak yeter. Bu buhranlarda,
yalnızca mevcut
ürünlerin değil, daha önceden yaratılmış olan üretici
güçlerin de büyük
bir kısmı, nöbet nöbet tahrip edilir. Bu buhranlar
sırasında, daha önceki
bütün çağlarda bir saçmalık olarak görülebilecek bir salgın
başgösterir:
aşırı üretim salgını.
Toplum birdenbire
kendisini geçici bir barbarlık durumuna
dönmüş bulur; sanki bir kıtlık, toptan bir yoketme savaşı
bütün geçim kaynaklarının kökünü kurutmuştur; sanki sanayi
ve ticaret
yokedilmiştir; peki niçin? Çünkü, haddinden fazla uygarlık,
haddinden fazla
geçim aracı, haddinden fazla sanayi, haddinden fazla ticaret
vardır. Toplumun
elinde bulundurduğu üretici güçler, artık bujuva mülkiyet
koşullarının daha
fazla gelişmesine hizmet etme eğiminde değildir; tam
tersine, kendilerini
engelleyen bu koşullar için haddinden fazla güçlenmişlerdir,
dolayısıyla
üretici güçler bu engelleri yıkar yıkmaz burjuva toplumunun
tümüne karışıklık getirmekte ve burjuva mülkiyetinin
varlığını tehdit
etmektedirler. Burjuva toplumunun koşulları, üretici
güçlerin yaratmış
olduğu zenginliği zaptedemeyecek kadar daralmıştır. Peki
burjuvazi bu
buhranların üstesinden nasıl gelmektedir? Bir yandan,
üretici güçlerin
büyük bir kısmını zorla yokederek; öte yandan, yeni pazarlar
ele geçirerek
ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani,
daha yaygın ve
daha yıkıcı buhranlara yolaçarak ve buhranları önleme
çarelerini daha da
kısıtlayarak.
Burjuvazinin
feodalizmi devirmekte kullandığı silahlar,
şimdi burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiş bulunmaktadır.
Ama burjuvazi, yalnızca kendisine ölüm getiren silahları
yaratmakla
kalmamıştır; bu silahları kullanacak insanları da, yani proleterleri
-modern işçi sınıfını- da yaratmıştır.
Burjuvazinin, yani
sermayenin geliştiği ölçüde ve aynı oranlarla -ancak iş
bulabildiği sürece yaşayabilen ve ancak emeği sermayeyi
çoğalttığı ölçüde iş
bulabilen bir emekçiler sınıfı olan- proletarya, yani modern
işçi sınıfı
da gelişmektedir. Kendilerini dilim dilim satmak zorunda
olan bu emekçiler,
bütün öteki ticaret maddeleri gibi bir metadırlar, ve
dolayısıyla, rekabetin
getirdiği bütün değişikliklerin, pazarın bütün
dalgalanmalarının etkisine
açıktırlar.
Makinenin geniş
ölçüde kullanılması ve işbölümü yüzünden, proleterlerin
işi tüm bireysel niteliğini, ve dolayısıyla, çalışan için
tüm çekiciliğini
yitirmiştir. İşçi makinenin bir uzantısı haline gelmiştir,
ondan istenen
yalnızca, en basit, en cansıkıcı, en kolayından edinilebilen
bir beceridir.
Bu yüzden de, bir işçinin üretim maliyeti, hemen hemen
tümüyle, yaşamını ve
neslini sürdürmesi için gereksindiği zorunlu geçim
araçlarından ibarettir.
Ama bir metanın, dolayısıyla da emeğin fiyatı, kendi üretim
maliyetine
eşittir. Onun için, işin çekilmezliği arttığı oranda
ücret azalır. Üstelik, makine kullanımı ve işbölümü
arttıkça, aynı oranda,
ya iş saatlerinin uzamasıyla, ya belirli bir zamanda yapılan
işin
artmasıyla, ya da makinenin daha da hızlandırılmasıyla vb.
işin de ağırlığı
artar.
Modern sanayi,
ataerkil ustanın küçük atelyesini sanayi kapitalistinin
koca fabrikasına çevirmiştir. Fabrikaya doluşmuş emekçi
yığınları askerler
gibi örgütlenmişlerdir. Sanayi ordusunun erleri olarak,
mükemmel bir subaylar
ve çavuşlar hiyerarşisinin komutası altına sokulmuşlardır.
Onlar, yalnızca
burjuva sınıfının, burjuva devletinin köleleri değildirler;
makine tarafından,
denetçi tarafından, ve hepsinin üstünde, tek tek burjuva
imalatçının kendisi
tarafından günden güne, saatten saate köleleştirilirler. Bu
despotluk, hedef
ve amacının kazanç olduğunu açıkça ilan ettiği ölçüde daha
aşağılık, daha
nefret uyandırıcı ve daha isyan ettirici olur.
Kol emeğinde
ustalığın ve gücün payı azaldıkça, bir
başka deyişle, modern sanayi daha da geliştikçe, o ölçüde
kadın çalışması
erkek çalışmasının yerini alır. İşçi sınıfı için, yaş ve
cinsiyet
ayrımlarının artık hiçbir ayırdedici toplumsal geçerliliği
kalmamıştır.
Bunların hepsi, yaşına ve cinsiyetine göre, kullanılması
daha çok ya da daha
az pahalı olan iş aletleridir.
Emekçinin, imalatçı
tarafından sömürülmesi, ücretini para olarak almasıyla
o an için sona erer ermez üzerine burjuvazinin öteki
bölümleri, ev sahibi,
dükkancı, rehinci vb. çullanırlar.
Orta sınıfın alt
tabakaları -küçük esnaf, dükkan sahipleri ve genellikle
emekliliğe çekilmiş ticaret erbabı, zanaatçılar ve köylüler-
bütün bunlar,
kısmen küçük sermayeleri modern sanayinin boyutlarına
erişmediği ve büyük
kapitalistlerle rekabette yutulduğu için, kısmen de yeni
üretim yöntemleri ustalaşmış oldukları işteki becerilerini
değersiz kıldığı için, giderek proletaryanın katına
düşerler. Böylelikle
proletaryanın safları halkın bütün sınıfları tarafından
beslenmektedir.
Proletarya çeşitli
gelişme aşamalarından geçer. Daha
doğuşuyla birlikte burjuvaziye karşı savaşımı başlar.
Savaşım, başlangıçta
kendilerini doğrudan doğruya sömüren tek tek burjuvalara
karşı tek tek
emekçiler tarafından, sonra bir fabrikanın emekçileri
tarafından, daha sonra
da bir meslek kolundaki, bir bölgedeki çalışanlar tarafından
yürütülür. Saldırılarını burjuva üretim koşullarına karşı
değil, doğrudan doğruya üretim araçlarına yöneltirler; kendi
emekleriyle
rekabet eden ithal mallarını tahrip ederler, makineleri
parçalarlar,
fabrikaları ateşe verirler, ortadan kalkmış olan Ortaçağ
zanaatçısının
statüsünü zora başvurarak geri getirmeye çalışırlar.
Bu aşamada
emekçiler, henüz ülkenin her yerine yayılmış, dağınık ve
aralarındaki karşılıklı rekabetle bölünmüş bir yığın
oluştururlar. Yer yer
daha derli-toplu örgütler meydana getirmek için
birleşebilirlerse, bu henüz
kendi etkin birliklerinin sonucu değil, kendi politik
amaçlarına ulaşmak
için tüm proletaryayı harekete getirmek zorunda olan ve daha
bir süre de
bunu yapabilecek güçte olan sınıfın, burjuvazinin birliğinin
sonucudur.
Onun için, bu aşamada proleterler, kendi düşmanlarına karşı
değil,
düşmanlarının düşmanlarına, mutlak monarşi kalıntılarına,
toprak sahiplerine,
sanayici olmayan burjuvaziye ve küçük burjuvaziye karşı bir
savaşım
yürütürler. Böylece, tüm tarihsel hareket burjuvazinin
ellerinde toplanmıştır;
elde edilen her zafer de burjuvazinin zaferidir.
Ama, sanayinin
gelişmesiyle, proletarya, yalnızca sayıca artmakla kalmaz;
daha büyük yığınlar halinde yoğunlaşır, gücü büyür ve bu
gücü daha çok
hisseder. Makineler emekler arasındaki bütün ayrımları
silerek ücretleri
hemen hemen her yerde aynı aşağı düzeye indirdikçe,
proletaryanın
saflarındaki farklı çıkar ve yaşam koşulları da gitgide daha
eşit bir duruma
gelir. Burjuvazi arasında durmadan artan rekabet ve bunun
sonucu ortaya
çıkan ticari bunalımlar, işçilerin ücretlerini sürekli
dalgalandırır.
Makinelerin durmadan gelişmesi, sürekli daha da hızlı
gelişmesi, onların
durumunu gitgide daha da güvensizliğe iter; tek tek
işçilerle tek tek
burjuvalar arasındaki çatışmalar, gitgide daha çok iki sınıf
arasındaki
çatışmalar niteliğini alır. Bunun üzerine, işçiler
burjuvalara karşı
dernekler (sendikaları kurmaya başlarlar; ücret oranını
yüksek tutabilmek
için birbirlerine kenetlenirler; zaman zaman çıkan isyanlar
için önceden
hazırlık yapabilmek üzere, sürekliliği olan örgütler
kurarlar. Yer yer
çatışmalar ayaklanmaya dek varır.
Arasıra işçiler
zafer kazanırlar, ama ancak bir süre için.
Savaşımlarının gerçek meyvesi, hemen o anda elde edilen
sonuçta değil, işçilerin durmadan genişleyen birliğindedir.
Modern sanayinin yarattığı ve ayrı ayrı yerlerdeki işçileri
birbirleriyle bağlantılı duruma getiren ileri haberleşme
araçları
bu birliğe hizmet eder. Hepsi de aynı nitelikteki sayısız
yöresel
savaşımları, ulus ölçüsünde tek bir sınıf savaşımında
merkezileştirmek için
gerekli olan da bu bağlantıdır işte. Ama her sınıf savaşımı
politik bir
savaşımdır.
Ve, Ortaçağ
kentlilerinin ulaşmaları için kötü karayollarıyla yüzyılları
gerektirmiş olan bu birliği modern proleterler, demiryolları
sayesinde
birkaç yılda gerçekleştirirler.
Proleterlerin bir
sınıf olarak ve bunun sonucu bir politik parti olarak bu
örgütlenmeleri yine kendi aralarındaki rekabet yüzünden
durmadan altüst olur.
Ama, her kezinde daha güçlü, daha sağlam ve daha görkemli
olarak yeniden
doğar. Burjuvazinin kendi arasındaki bölünmelerden
yararlanarak işçilerin
belirli çıkarlarının yasal olarak tanınmasını zorlar.
İngiltere'deki on
saatlik işgünü yasası böyle çıkarılmıştır.
Bir tüm olarak ele
alındığında, eski toplumun sınıfları arasındaki
çatışmalar, proletaryanın gelişmesini birçok yönden
hızlandırır. Burjuvazi
kendisini bitmek tükenmek bilmez bir savaşın içinde bulur;
başlangıçta
aristokrasiyle; daha sonraları kendi içinde, çıkarları sanayinin
ilerlemesine
ters düşen burjuvazinin kesimleriyle; her zaman da, yabancı
ülkelerin
burjuvazisiyle. Burjuvazi bütün bu savaşlarda kendisini
proletaryaya
başvurmak, onun yardımını istemek ve böylelikle onu politika
alanına çekmek
zorunda görür. Bunun içindir ki, burjuvazi, proletaryaya
politik ve genel
eğitiminin öğelerini bizzat kendisi sağlar; bir başka
deyişle, kendisine
karşı savaşımda kullanacağı silahları proletaryanın eline
bizzat kendi
eliyle verir.
Ayrıca, daha önce
gördüğümüz gibi, sanayinin ilerlemesiyle, egemen
sınıfların bütün bölümleri proletaryaya doğru itilirler, ya
da en azından
bunların varlık koşulları tehlikeye girer. Bunlar aynı
zamanda proletaryaya
yeni aydınlanma ve ilerleme öğeleri sağlar.
Ensonu, sınıf
savaşımının belirleyici anının yaklaştığı
sıralarda, egemen sınıfın içinde, gerçekte eski toplumun
tümünde işleyen çözülme süreci öylesine zorlu, çarpıcı bir
niteliğe bürünür ki, egemen sınıfın küçük bir bölümü kendini
bu
sınıftan koparır ve devrimci sınıfa, geleceği elinde tutan
sınıfa
katılır. Onun için tıpkı daha önceki bir çağda, soyluların
bir bölümünün
burjuvazinin safına geçmesi gibi, şimdi de burjuvazinin bir
bölümü,
özellikle burjuva ideologların kendini tarihin akışını
teoriyle bir tüm
olarak kavrama düzeyine yükseltmiş bir bölümü, proletaryanın
safına geçer.
Bugün burjuvaziyle
karşı karşıya gelen bütün sınıflar içinde yalnızca
proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır.
Öteki sınıflar modern sanayi karşısında çürür ve en sonunda
da ortadan
kaybolurlar; modern sanayinin özel ve asıl ürünü
proletaryadır.
Orta sınıfın alt
tabakaları, küçük imalatçı, dükkancı,
zanaatçı, köylü, bütün bunlar, burjuvaziye karşı, orta
sınıfın birer
parçası olarak varlıklarını yok olmaktan kurtarmak için
savaşım yürütürler.
Onun için, bunlar devrimci değil, tutucudurlar. Hatta
gericidirler, çünkü
tarihin tekerleğini gerisin geriye döndürmeye çalışırlar.
Devrimciliği
göze alırlarsa, bu ancak kendilerinin proletaryaya katılmak
üzere olmaları
yüzündendir; onlar böylece, o andaki değil, gelecekteki
çıkarlarını
savunurlar, kendilerini proletaryanın bakış açısına
yerleştirmek için kendi
bakış açılarını terkederler.
Toplumun tortusundan
başka bir şey olmayan ayaktakımı (lumpen proletarya), eski toplumun
en alt tabakalarının içlerinden çıkarıp attığı o kendi
kendine çürüyen yığın,
yer yer bir proletarya devrimiyle harekete sürüklenebilir;
ne var ki, yaşama
koşulları onu gerici entrikaların bir aleti olmaya çok daha
fazla hazırlar.
Proletaryanın koşulları içinde, eski toplumun koşulları
zaten büyük ölçüde
fiilen batıp gitmiştir. Proleterin mülkiyeti yoktur; karısı
ve çocuklarıyla
ilişkisinin burjuva aile ilişkileriyle ortak bir yanı
kalmamıştır;
İngiltere'de Fransa'dakinin, Amerika'da Almanya'dakinin aynı
olan modern sanayi çalışması ve modern sermaye uyrukluğu,
onda ulusal
karakterin bütün izlerini silmiştir. Proleterin gözünde,
hukuk, ahlak, din,
gerisinde kaynaşan bir o kadar burjuva çıkarı gizlenmiş
burjuva önyargılarıdır.
Bugüne dek toplumda
üste çıkan bütün sınıflar, ele geçirdiği üstün
durumlarını, toplumu büyük ölçüde kendi mülk edinme
koşullarına bağımlı
duruma getirerek sağlamlaştırmaya çalışmışlardır.
Proleterler ise, daha
önceki kendi mülk edinme biçimlerini ortadan kaldırmadan,
dolayısıyla daha önceki bütün mülk edinme biçimlerini de
ortadan kaldırmadan, toplumun üretici güçlerine egemen
olamazlar. Onların güven altına alacak ve sağlamlaştıracak
hiçbir şeyleri yoktur; onlara düşen, bireysel mülkiyetin
önceki bütün
güvenlik ve güvencelerini ortadan kaldırmaktır.
Daha önceki bütün
tarihsel hareketler, azınlık hareketleri ya da
azınlıkların çıkarları uğruna hareketlerdi. Proleter
hareket, büyük
çoğunluğun, büyük çoğunluk yararına, bilinçlice, bağımsız
hareketidir.
Şimdiki toplumumuzun en alt tabakası olan proletarya, resmi
toplumu
oluşturan bütün tabakalar üstyapısını havaya uçurmadan
belini doğrultamaz.
Özde değilse bile,
biçim olarak, proletaryanın burjuvaziye karşı
savaşımı, başlangıçta ulus ölçüsünde bir savaşımdır. Her
ülkenin
proletaryası, elbette her şeyden önce, kendi burjuvazisiyle
hesaplaşmak
zorundadır.
Proletaryanın
gelişmesinin en genel aşamalarını anlatırken, şimdiki
toplumun içinde az çok üstü örtülü biçimde sürüp giden iç
savaşı, savaşın
açıkça devrime döküldüğü ve burjuvazinin zora başvurularak
devrilmesinin
proletaryanın egemenliğinin temelini attığı noktaya dek
izledik.
Bugüne dek her
toplum biçimi, daha önce de gördüğümüz gibi, ezen ve
ezilen sınıfların karşıtlığına dayanmıştır. Ama bir sınıfı
ezebilmek
için, ona hiç değilse kölece varlığını sürdürebilmesine elverecek
belirli
koşullar sağlanmalıdır. Serflik döneminde serf kendisini
komün üyeliğine
yükseltmiştir; nasıl ki feodal mutlakiyetin boyunduruğu
altında küçük burjuva
da gelişerek bir burjuva olmayı becerebilmişse. Modern
emekçi ise, tersine,
sanayinin gelişmesiyle, yükseleceği yerde, kendi sınıfının
varlık
koşullarının gitgide daha altına batmaktadır. Emekçi
yoksullaşmakta ve
yoksulluk nüfustan ve servetten daha hızlı gelişmektedir. Ve
işte,
burjuvazinin toplumda artık egemen sınıflığa layık olmadığı
ve kendi varlık
koşullarını en üstün yasa olarak topluma kabul ettirme
yeteneğine sahip
olmadığı bundan açıkça anlaşılmaktadır. Burjuvazi hükmetmeye
layık değildir,
çünkü kölesine, köleliği içinde bir yaşantı
sağlayamamaktadır; çünkü, kölesi
tarafından kendisi besleneceğine, onu kendisinin beslemesi
gerektiği bir
duruma düşmüştür ve buna engel olamamaktadır.
Toplum, artık bu
burjuvazinin egemenliği altında yaşayamaz, bir başka
deyişle, burjuvazinin varlığı artık toplumla
bağdaşmamaktadır.
Burjuva sınıfının varlığı ve egemenliği için temel koşul,
zenginliğin özel
kişiler elinde birikmesi, sermayenin meydana gelmesi ve
artmasıdır;
sermayenin varlık koşulu da ücretli çalışmadır. Ücretli
çalışma, doğrudan
doğruya emekçiler arasındaki rekabete dayanır. Burjuvazinin
zorunlu olarak harekete getirdiği sanayinin ilerlemesi,
emekçilerin rekabetten kaynaklanan yalıtılmışlıklarının
yerine, örgütlenmeden
kaynaklanan devrimci birleşmelerini geçirir. Onun içindir
ki, modern
sanayinin gelişmesi, üzerinde burjuvazinin üretim yaptığı ve
ürünleri mülk
edindiği temelin kendisini onun ayağının altından çeker
alır.
Bu yüzdendir ki,
burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce,
kendi mezar kazıcılarıdır. Onun devrilmesi ve proletaryanın
zafer kazanması da aynı derecede kaçınılmazdır.
-2-
PROLETERLER VE
KOMÜNİSTLER
Komünistler, bir tüm
olarak proleterlerle nasıl bir ilişki
içindedirler?
Komünistler, öteki
işçi sınıfı partilerine karşı duran ayrı
bir parti oluşturmazlar.
Onlar, bir tüm
olarak proletaryanın çıkarları dışında
ve ayrı çıkarlara sahip değildirler.
Onlar, proletarya
hareketini biçimlendirecek ve bir kalıba sokacak
kendilerine özgü hiçbir sekter ilke ileri sürmezler.
Komünistler öteki
işçi sınıfı partilerinden ancak şöyle
ayrılırlar: 1) Ayrı ayrı ülkelerin proleterlerinin ulus
ölçüsündeki
savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm
proletaryanın
ortak çıkarlarını gösterir ve öne çıkarırlar. 2) İşçi
sınıfının burjuvaziye
karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme
aşamalarında her
zaman ve her yerde, bir tüm olarak hareketin çıkarlarını
temsil ederler.
Onun için,
komünistler, hem pratikte her ülkenin işçi
sınıfı partilerinin en ileri ve en kararlı bölümü, bütün
ötekileri ileriye
iten bölümüdürler; hem de büyük proletarya yığını üstünde,
proletarya
hareketinin yürüyüş çizgisini, koşullarını, ve en sonunda
ulaşacağı genel
sonuçları, teorik olarak açıkça anlamada üstünlüğe
sahiptirler.
Komünistlerin hemen
ulaşmak istedikleri hedef, bütün öteki proletarya
partilerininkinin aynıdır: Proletaryanın bir sınıf olarak
örgütlenmesi,
burjuva egemenliğinin devrilmesi, politik iktidarın
proletarya tarafından
ele geçirilmesi.
Komünistlerin
vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu ya da bu sözde
evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş
düşünlere ya da
ilkelere dayandırılmamıştır.
Bu teorik sonuçlar,
yalnızca, gözlerimizin önünde sürüp giden tarihsel bir
hareketin, mevcut bir sınıf savaşımının ortaya çıkardığı
gerçek ilişkilerin
genel terimlerle anlatımıdır. Kurulu mülkiyet ilişkilerinin
ortadan kaldırılması,
komünizmin hiç de ayırdedici bir özelliği değildir.
Geçmişteki bütün
mülkiyet ilişkileri, tarihsel koşulların değişmesiyle
durmadan tarihsel bir değişikliğe uğramışlardır.
Örneğin, Fransız
Devrimi, yerine burjuva mülkiyetini geçirmek için feodal
mülkiyeti ortadan kaldırmıştır.
Komünizmin
ayırdedici özelliği, genel olarak mülkiyetin ortadan
kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin ortadan
kaldırılmasıdır. Ama modern
burjuva özel mülkiyeti, sınıf karşıtlıklarına, çoğunluğun
azınlıkça sömürülmesine
dayanan, ürünleri üretme ve mülk edinme sisteminin en son ve
eksiksiz
ifadesidir.
Bu anlamda,
komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel
mülkiyetin ortadan kaldırılması.
Biz komünistler, her
türlü kişisel özgürlüğün, faaliyetin ve bağımsızlığın
temeli olduğu ileri sürülen mülkiyeti; bir insanın kendi
emeğinin meyvesi
olarak kişisel mülk edinme hakkını ortadan kaldırmak
istemekle kınanmışızdır.
Zor kazanılmış,
kendi alın teriyle edinilmiş, bizzat hak
edilmiş mülkiyet! Küçük zanaatçının ve küçük köylünün
mülkiyetinden, burjuva biçiminden önceki bir mülkiyet
biçiminden mi söz ediyorsunuz? Onu ortadan kaldırmaya gerek
yoktur;
sanayinin gelişmesi onu zaten büyük ölçüde ortadan
kaldırmıştır ve günden
güne de ortadan kaldırmaktadır.
Yoksa modern burjuva
özel mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz?
Ama, ücretli emek,
emekçi için herhangi bir mülkiyet
yaratır mı? Zerrece yaratmaz. Ücretli emek, sermaye yaratır;
yani ücretli
emeği sömüren ve yeni sömürü için yeni bir ücretli emek arzı
doğuran
koşullar dışında çoğalamayacak türden bir mülkiyet yaratır.
Şimdiki biçimiyle
mülkiyet, sermaye ile ücretli emek arasındaki karşıtlığa
dayanmaktadır. Bu
karşıtlığın iki yanını inceleyelim.
Kapitalist olmak,
üretimde, salt kişisel değil, ayrıca toplumsal bir
statüye de sahip olmak demektir. Sermaye ortaklaşa bir
üründür ve ancak
birçok üyenin birleşik emeğiyle, hayır, son çözümlemede,
ancak toplumun bütün
üyelerinin birleşik eylemiyle harekete geçirilebilir.
Bunun için, sermaye,
kişisel değil, toplumsal bir güçtür.
Bundan dolayıdır ki,
sermaye ortak mülkiyete, toplumun bütün üyelerinin
mülkiyetine dönüştürülmekle, kişisel mülkiyet toplumsal
mülkiyete dönüşmüş
olmaz. Değişen yalnızca mülkiyetin toplumsal karakteridir.
Mülkiyet sınıf
karakterini yitirir.
Şimdi de ücretli
emeği ele alalım.
Ücretli emeğin
ortalama fiyatı, asgari ücrettir, yani
emekçiyi bir emekçi olarak ancak ayakta tutabilmek için
zorunlu olan geçim araçlarının tutarıdır. Onun içindir ki,
ücretli emekçinin kendi emeğiyle edindiği şeyler, ancak
kıtkanaat varlığını
sürdürebilmesine ve yeniden üremesine yetecek kadardır: Biz
kesinlikle, emek
ürünleri üzerindeki bu kişisel mülk edinmeyi, ancak insan
yaşamının ve
neslinin sürmesini sağlayan ve başkalarının emeğine egemen
olacak hiçbir
artık bırakmayan bu mülk edinmeyi ortadan kaldırmak
niyetinde değiliz.
Ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, emekçinin yalnızca
sermayeyi
artırmak için yaşamasına olanak tanıyan ve ancak egemen
sınıf çıkarının
gerektirdiği bir dereceye kadar yaşamasına izin veren bu
mülk edinmenin
sefil karakteridir.
Burjuva toplumda
canlı emek, yalnızca birikmiş emeği artırmanın bir
aracıdır. Komünist toplumda ise, birikmiş emek, emekçinin
varlığını daha
kapsamlı kılma, zenginleştirme, ilerletme aracından başka
bir şey değildir.
Onun için burjuva toplumda, geçmiş şimdi yaşanılan
zamana egemendir; komünist toplumda ise, şimdi yaşanılan
zaman geçmişe
egemendir. Burjuva toplumda, sermaye bağımsız ve
bireyseldir, yaşayan kişi
ise bağımlı ve bireylikten yoksundur.
Ve işte, bu durumun
ortadan kaldırılmasına, burjuvazi, bireyliğin ve
özgürlüğün ortadan kaldırılması diyor!
Doğru da söylüyor. Hiç kuşku yok ki, hedef, burjuva
biseyliğinin, burjuva
bağımsızlığının ve burjuva özgürlüğünün ortadan
kaldırılmasıdır.
Şimdiki burjuva
üretim koşulları altında özgürlükten kastedilen, özgür
ticaret, özgür alım-satımdır.
Ama, alım-satım
ortadan kalkarsa, özgür alım-satım
da ortadan kalkar. Özgür alım-satım üzerine bu sözler ve
burjuvazimizin
genellikle özgürlük konusundaki bütün öteki cesur
sözcükleri, ancak
Ortaçağ'ın kısıtlı alım-satımı ve eli-kolu bağlı tüccarları
karşısında belki
bir anlam taşıyabilir, ama alım-satımın, burjuva üretim
koşullarının
ve burjuvazinin kendisinin komünistçe ortadan kaldırılması
karşısında hiçbir
anlam taşımaz.
Bizim, özel
mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimizden
dehşete düşüyorsunuz. Ama sizin bugünkü toplumunuzda özel
mülkiyet, nüfusun
onda-dokuzu için zaten ortadan kaldırılmıştır; bir avuç kişi
için varoluşu
da düpedüz o onda-dokuzun elinde olmayışı yüzündendir. Demek
ki,
siz bizi, varlığı toplumun büyük çoğunluğunda hiç mülkiyet
bulunmaması
zorunlu koşuluna bağlı olan bir mülkiyet biçimini ortadan
kaldırmaya
niyetlenmekle suçluyorsunuz.
Tek sözcükle, siz
bizi, sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle
suçluyorsunuz. Kesinlikle öyle; niyetimiz tam da budur.
Emeğin sermayeye,
paraya ya da ranta, tekelleştirilebilen bir toplumsal
güce artık çevrilemeyeceği andan itibaren, yani bireysel
mülkiyetin artık
burjuva mülkiyetine, sermayeye döndürülemeyeceği andan
itibaren, o andan
itibaren, bireylik ortadan kalkar, diyorsunuz.
Onun için, itiraf
etmelisiniz ki, siz birey dediğiniz
zaman, burjuvadan ve orta sınıf mülkiyet sahibinden
başkasını
kastetmiyorsunuz. Bu kişi gerçekten süpürülüp atılmalı ve
olanaksız
kılınmalıdır.
Komünizm hiç kimseyi
toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun
bırakmaz; tüm yaptığı, onu böyle bir mülk edinme
aracılığıyla başkalarının
emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.
İtiraz olarak, özel
mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla
her işin duracağı ve bizi genel bir tembelliğin saracağı öne
sürülmüştür.
Buna göre, burjuva
toplumu, aylaklık yüzünden çoktan yıkılmış olmalıydı;
çünkü bu toplumun çalışan üyeleri hiçbir şey edinemezler,
bir şeyler
edinenler ise çalışmayanlardır. Bu itiraz bütünüyle, sermaye
olmayınca ücretli
emeğin de olamayacağı açık gerçeğinin gereksiz bir
yinelenmesinden başka bir
şey değildir.
Maddi ürünlerin
komünistçe üretimine ve mülk edinilme biçimine karşı ileri
sürülen bütün itirazlar, yine aynı yoldan, düşünsel
ürünlerin komünistçe
üretimine ve mülk edinilme biçimine karşı da yöneltilmiştir.
Burjuva için,
sınıf mülkiyetinin yok olması, nasıl üretimin kendisinin yok
olması demekse,
aynı biçimde, sınıf kültürünün yok olması da, onun gözünde
tüm kültürün yok
olması demektir.
Kaybı onu yaslara
boğan o kültür, muazzam çoğunluk için, bir makine gibi
hareket edecek biçimde eğitilmesinden başka bir şey
değildir.
Ama, bizim, burjuva
mülkiyetini ortadan kaldırma niyetimizi, kendi burjuva
özgürlük, kültür, hukuk vb. anlayışınızın ölçütüne
vurduğunuz sürece, bizimle
dalaşmayın. Sizin bütün düşünleriniz burjuva üretim ve
burjuva
mülkiyet koşullarınızın sonucundan başka bir şey değildir,
tıpkı hukukunuzun
da, sınıfınızın herkes için bir yasa durumuna getirilmiş
iradesinden, temel
niteliği ve yönü sınıfınızın ekonomik varlık koşullarınca
belirlenmiş bir
iradesinden başka bir şey olmadığı gibi.
Sizi, bugünkü üretim
biçiminizden ve mülkiyet biçiminizden doğan toplumsal
biçimleri -üretimin ilerleyişi içinde ortaya çıkan ve
kaybolan tarihsel
ilişkileri- doğanın ve aklın sonsuz yasalarına dönüştürmeye
yönelten
bencilce bir yanılgıdır ki, siz bu yanılgıyı sizden önceki
bütün
egemen sınıflarla paylaşıyorsunuz. Antik mülkiyette apaçık
gördüğünüz şeyi, feodal mülkiyette kabul ettiğiniz şeyi,
kendi burjuva mülkiyet biçiminiz için bir türlü kabul
edemiyorsunuz.
Ailenin ortadan
kaldırılması! Komünistlerin bu utanç
verici amacı karşısında en köklü dönüşümlerden yana olanlar
bile
öfkeye kapılıyorlar.
Bugünkü aile,
burjuva aile hangi temele dayanmaktadır? Sermayeye, özel
kazanca. Bu aile, tam gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi
arasında
vardır. Ama, bunun öte yüzünü proleterler arasında ailenin
fiilen yokluğu ve
yaygın fuhuş oluşturur.
Öte yüzü yok olunca,
tabii burjuva aile de yok olacaktır, ve sermayenin
yok olmasıyla her ikisi birden yok olacaktır.
Bizi çocukların
ana-babaları tarafından sömürülmesini ortadan kaldırmak
istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçu kabul ediyoruz.
Ama, aile eğitiminin
yerine toplumsal eğitimi geçirmekle ilişkilerin en
kutsalını yıktığımızı söyleyeceksiniz.
Ya sizin eğitiminiz!
O da toplumsal değil mi, o da içinde
eğitim yaptırdığınız toplumsal koşullarla, toplumun doğrudan
ya da dolaylı
müdahalesiyle, okullar vb. aracılığıyla belirlenmiyor mu?
Eğitime toplumun
müdahalesini komünistler icat etmedi; onların yapmaya
çalıştığı, yalnızca
bu müdahalenin niteliğini değiştirmek ve eğitimi egemen
sınıfın etkisinden
kurtarmaktır.
Aile ve eğitim
üzerine, çocuk ve ana-baba arasındaki
kutsal ilişki üzerine burjuva safsataları, modern sanayinin
etkisiyle,
proleterler arasındaki bütün aile bağları parçalandıkça, ve
onların çocukları
basit ticaret nesneleri ve basit iş aletleri durumuna
geldikçe, daha çok
tiksindirici olmaktadır.
Ama, siz komünistler
kadında ortaklaşalığı getireceksiniz diye, tüm
burjuvazi bir ağızdan yaygara koparıyor.
Burjuva, karısını
salt bir üretim aracı olarak görür.
Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duymuştur ya,
doğal olarak bundan, aynı biçimde, kadınların da
ortaklaşalığa
tabi tutulacağından başka bir sonuca varamaz.
Sözkonusu olan
şeyin, kadınların basit birer üretim aracı olmaları
durumuna son vermek olduğu aklından bile geçmez.
Zaten, kendilerinin
komünistler tarafından açıkça ve
resmen yerleştirileceğini ileri sürdükleri kadında
ortaklaşalığın
burjuvalarımızda uyandırdığı o yüksek ahlaki öfkeden daha
gülünç bir şey
olamaz. Komünistlerin kadında ortaklaşalığı getirmelerine
gerek yoktur; bu,
ezelden beri zaten var.
Proleterlerinin
karılarını, kızlarını el altında bulundurmakla yetinmeyen
burjuvalarımız, resmi fuhuş kurumunun sözünü etmezsek,
birbirlerinin
karılarını ayartmaktan derin bir zevk duyarlar.
Burjuva evliliği,
gerçekte evli kadınlarda bir ortaklaşalık sistemidir; ve
dolayısıyla, komünistler olsa olsa, kadında ortaklaşalığın
ikiyüzlülükle
gizlenmiş olanının yerine, açıkça yasallaştırılmış olanını
getirmek istemekle
suçlanabilirler. Kaldı ki, bugünkü üretim sisteminin ortadan
kaldırılmasıyla bu sistemden doğan kadında ortaklaşalığın,
yani resmi ve
gayri resmi fuhşun da ortadan kalkacağı apaçıktır.
Komünistler ayrıca,
vatanı ve milliyeti de ortadan kaldırmak istemekle
suçlanıyorlar.
İşçilerin vatanı
yoktur. Kendilerinde olmayan şeyi onlardan alamayız.
Proletarya, her şeyden önce, politik iktidarı ele geçirmek,
ulusun önder
sınıfı durumuna yükselmek, kendisi ulus olmak zorunda
olduğuna göre, o bu
ölçüde zaten ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında
değil.
Ulusal ayrılıklar ve
halklar arasındaki düşmanlıklar,
burjuvazinin gelişmesinden, ticaret özgürlüğünden, dünya
pazarından, üretim
biçimindeki ve ona karşılık düşen yaşam koşullarındaki tek
biçimlilikten
ötürü, günden güne daha çok kaybolmaktadır.
Proletaryanın egemenliği,
bunların daha da büyük bir
hızla yok olmasını sağlayacaktır. Hiç değilse bellibaşlı
uygar ülkelerin
eylem birliği proletaryanın kurtuluşu için ilk koşullardan
biridir.
İnsanın insan
tarafından sömürülmesine son verildiği
ölçüde, bir ulusun bir başka ulus tarafından sömürülmesine
de son verilmiş olacaktır. Ulus içindeki sınıfların
birbiriyle karşıtlığı
ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun bir başkasına düşmanlığı
da
ortadan kalkacaktır.
Komünizme karşı
dinsel, felsefi ve genellikle ideolojik bir görüş açısından
yöneltilen suçlamalar ciddi bir sınavdan geçirilmeye değmez.
İnsanın
düşüncelerinin, görüşlerinin ve kavramlarının,
tek sözcükle, insanın bilincinin, onun maddi varlık
koşullarındaki,
toplumsal ilişkilerindeki ve toplumsal yaşamındaki her
değişmeyle birlikte
değişikliğe uğradığını kavramak derin bir sezgi gerektirir
mi?
Düşünler tarihi,
düşünsel üretimin, maddi üretimin değişmesiyle birlikte
nitelik değiştirmesinden başka neyi tanıtlar ki? Her çağın
egemen düşünleri,
her zaman o çağın egemen sınıflarının düşünleri olmuştur.
İnsanlar toplumu
devrimcileştiren düşünlerden söz
ederlerken, eski toplumun içinde yeni toplum öğelerinin
yaratılmış olduğu ve eski düşünlerdeki çözülmenin eski
varlık
koşullarının çözülmesine ayak uydurduğu olgusundan
başka bir şey söylemiş olmazlar.
Antik dünya can
çekişirken, hıristiyanlık antik dinleri
bastırmıştı. 18. Yüzyılda hıristiyan düşünler akılcı
düşünlere
yenilirken, feodal toplum, o zamanki devrimci burjuvaziye
karşı ölümünden
önceki son savaşımını veriyordu. Din özgürlüğü ve vicdan
özgürlüğü
düşünleri, yalnızca serbest rekabetin bilgi alanındaki
egemenliğini anlatır.
Denecektir ki,
dinsel, ahlaki, felsefi ve hukuksal düşünler tarihsel
gelişmenin akışı boyunca kuşkusuz değişmişlerdir. Ama din,
ahlak, felsefe,
politika bilimi ve hukuk bu değişmede değişmez olarak
kalmışlardır.
Üstelik, özgürlük,
adalet vb. gibi toplumun bütün durumlarında geçerli
olan sonsuz gerçekler vardır. Ama komünizm, sonsuz
gerçekleri ortadan
kaldırmaktadır, yeni bir temel üstünde onları yeniden kurmak
yerine, her
türlü dini, her türlü ahlakı ortadan kaldırmaktadır; ve
böylelikle, tüm
geçmiş tarihsel deneyimle çelişmeye düşmektedir.
Bu suçlama, ne
anlama gelmektedir? Tüm geçmiş toplum tarihi, sınıf
karşıtlıklarının, ayrı ayrı çağlarda başka başka biçimler
almış
karşıtlıkların gelişiminden başka bir şey değildir.
Ama bu
karşıtlıkların aldıkları biçim nasıl olursa olsun, toplumun bir
bölümünün bir başka bölümü tarafından sömürülmesi, bütün
geçmiş çağların
ortak bir olgusudur. Onun için, bütün geçmiş çağların
toplumsal bilincinin,
bütün çeşitliliğine ve farklılığına karşın, sınıf
karşıtlıkları tümüyle yok
olmadıkça tamamıyla ortadan kalkmaları olanaksız olan
belirli ortak biçimlere
ya da genel düşünlere bürünmesinin şaşılacak bir yanı
yoktur.
Komünist devrim,
geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en
kökten bir bağ koparıştır; onun içindir ki, gelişmesinin
geleneksel
düşünlerle en kökten bir bağ koparışı içermesine şaşmamak
gerekir.
Ama, komünizme
yöneltilen burjuva itirazlarını artık bırakalım.
Yukarıda gördük ki,
işçi sınıfının devrimdeki ilk adımı, proletaryayı
egemen sınıf durumuna yükseltmek ve demokrasi savaşımını
kazanmaktır.
Proletarya, politik
üstünlüğünü, tüm sermayeyi burjuvaziden dilim dilim
koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen
sınıf olarak
örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve olabildiğince
hızla üretici
güçlerin miktarını artırmak için kullanacaktır.
Hiç kuşkusuz,
başlangıçta, mülkiyet haklarına ve burjuva üretim koşullarına
karşı despotça saldırılara girişmeden; dolayısıyla, ekonomik
bakımdan
yetersiz ve savunulamaz gibi görünen, ama hareketin
ilerleyişi içinde
kendilerini üstün duruma geçiren, eski toplum düzenine daha
fazla saldırıları zorunlu kılan ve üretim biçimini tamamıyla
devrimcileştirmenin bir aracı olarak kaçınılmaz olan
önlemler alınmadan, bu
amaç sağlanamaz.
Bu önlemler kuşkusuz
ayrı ayrı ülkelerde başka başka olacaktır.
Bununla birlikte, en
ileri ülkeler için aşağıdakiler genel olarak oldukça
uygundur.
1. Toprak
mülkiyetinin ortadan kaldırılması ve bütün
toprak rantlarının kamu yararına kullanılması.
2. Ağır bir
müterakki ya da kademen gelir vergisi.
3. Her türlü miras
hakkının kaldırılması.
4. Bütün göç
edenlerin ve isyancıların (yeni düzenden kaçanların ve ona
karşı gelenlerin) mülklerine el konulması.
5. Devlet
sermayesiyle işletilen ve mutlak bir tekel uygulayan
ulusal bir banka aracılığıyla kredilerin devletin
elinde merkezileştirilmesi.
6. Haberleşme ve
ulaşım araçlarının devletin elinde
merkezileştirilmesi.
7. Devletin sahip
olduğu fabrikaların ve üretim araçlarının çoğaltılması;
işlenmemiş toprakların tarıma açılması ve toprağın ülke
kapsamında ortak bir
plan gereğince iyileştirilmesi.
8. Herkes için eşit
çalışma yükümlülüğü. Özellikle tarımda sanayi
ordularının kurulması.
9. Tarımın imalat
sanayileriyle bağlantılı duruma getirilmesi; tüm ülke
nüfusunun daha dengeli bir dağılımıyla kent-köy ayrımının
yavaş yavaş
ortadan kaldırılması.
10. Bütün çocuklar
için kamu okullarında parasız eğitim. Şimdiki biçimiyle
çocukların fabrikalarda çalışmalarına son verilmesi.
Eğitimin sanayi
üretimiyle bağlantılı duruma getirilmesi, vb., vb..
Gelişmenin akışı
içinde sınıf ayrımları ortadan kalkınca
ve üretim ulusun tümünü içine alan geniş bir kuruluşun
elinde toplanınca, kamu gücü politik niteliğini
yitirecektir. Adı üstünde,
politik iktidar bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için
örgütlenmiş
gücünden başka bir şey değildir.
Proletarya,
burjuvaziye karşı savaşımında, koşulların zorlamasıyla,
kendisini bir sınıf olarak örgütler de bir devrim yoluyla
kendisi egemen
sınıf durumuna gelir ve egemen sınıf olarak eski üretim
koşullarını zorla
süpürüp atarsa, o zaman bu koşullarla birlikte sınıf
karşıtlıklarının ve
genellikle sınıfların varlık koşullarını da süpürüp atmış
olacak, ve
böylelikle, bir sınıf olarak kendi üstünlüğünü de ortadan
kaldırmış
olacaktır.
Sınıfların ve sınıf
karşıtlıklarıyla eski burjuva toplumunun yerini, her
bireyin özgür gelişimi herkesin özgür gelişiminin koşulu
olduğu bir birlik
alacaktır.
-3-
SOSYALİST VE
KOMÜNİST YAZIN
1. GERİCİ SOSYALİZM
a. Feodal Sosyalizm
Tarihsel
durumlarından ötürü, Fransa ve İngiltere'nin
aristokrasileri, modern burjuva toplumuna karşı risaleler
kaleme almayı kendilerine iş edinmişlerdi. Temmuz 1830
Fransız devriminde ve İngiltere'de reform hareketinde, bu
aristokrasiler menfur türedilere yine yenildiler. O zamandan
buyana, kendileri için ciddi bir politik savaşım tamamıyla
sözkonusu
olmaktan çıktı. Geriye yalnızca yazın alanında bir savaşım
olanağı kaldı.
Ama yazın alanında bile, restorasyon döneminin eski
çığlıklarını atmak
artık olanaksız duruma geldi.
Aristokrasi, sempati
uyandırabilmek için, görünüşte
kendi çıkarlarından vazgeçmek ve burjuvaziye karşı yaptığı
suçlamayı yalnızca sömürülen işçi sınıfının yararına
olarak formülleştirmek zorunda kalmıştı. Böylece,
aristokrasi,
yeni efendisinden, ona hicivler düzerek, kulağına da
yaklaşan felakete dair
kehanetler fısıldayarak öcünü aldı.
İşte feodal
sosyalizm böyle doğdu: yarı yakınma, yarı
hiciv; yarı geçmişin yankısı, yarı geleceğin tehdidi; zaman
zaman burjuvaziyi canevinden vuran, acımasız, alaylı ve
keskin eleştirisiyle; ama modern tarihin akışını hiç
kavrayamaması
yüzünden, etkisi bakımından hep gülünç düşerek.
Aristokrasi, halkı
kendi arkasına toplayabilmek için,
proleter dilenci-çanağını önde bir bayrak gibi salladı. Ama
halk, ne zaman peşlerine takılmışsa, onların kıçlarında eski
feodal hanedan dövmelerini gördü ve onları gürültülü ve
aşağılayıcı kahkahalarla terketti.
Fransız
Legitimistleri'nin ve Genç İngiltere'cilerin bir bölümünün
görünümü işte böyleydi.
Feodaller kendi
sömürü biçimlerinin burjuvazininkine benzemediğini
anlatırlarken, kendilerinin pek başka ve artık eskimiş durum
ve koşullarda
sömürdüklerini unutuyorlar. Kendi egemenlikleri sırasında
modern proletaryanın
hiçbir zaman var olmadığını gösterirken, modern
burjuvazinin de kendi toplum biçimlerinin zorunlu bir sonucu
olduğunu
unutuyorlar.
Zaten
eleştirilerinin gerici niteliğini o kadar az saklıyorlar ki,
burjuvaziye karşı yönelttikleri başlıca suçlama, toplumun
eski düzenini
yıkması kaçınılmaz olan bir sınıfın burjuva rejim altında
gelişmekte olduğu
suçlamasıdır.
Burjuvaziye
yüklenmeleri, daha çok, bir proletarya yarattığı için değil,
bir devrimci proletarya yaratmış olması yüzündendir.
Bunun için onlar
politik uygulamada işçi sınıfına karşı alınan bütün baskı
önlemlerine katılıyorlar; günlük yaşamda da, yüksekten
atmalarına karşın,
sanayi ağacından düşen altın elmaları toplamak, doğruluğu,
sevgiyi ve onuru,
yün, pancar şekeri ve patates ispirtosu ticaretiyle trampa
etmek için diz
çöküyorlar. (Bu, özellikle, malikanelerinin geniş
bölümlerini kahyalar
aracılığıyla kendi hesaplarına ektirip biçtiren, üstelik
pancar şekeri ve
inbikten geçmiş patates ispirtosu imalatçılığı yapan
Almanya'nın toprak
aristokrasisi ve efendileri için doğrudur. Daha zengin
olan Britanya aristokrasisi, şimdilik bu düzeye inmemiş
olmakla birlikte,
onlar da, azalan rantların yarattığı açığı kapatabilmek için
ünvanlarını bir hayli karanlık anonim şirketlerin
kurucularına ödünç
vermek zorunda kalıyorlar. (Engels'in 1888 tarihli İngilizce
baskıya notu.))
Papaz nasıl her
zaman toprak sahibiyle el ele olmuşsa, Kilise Sosyalizmi
de Feodal Sosyalizmle hep el ele olmuştur.
Hıristiyan
zahitliğine sosyalist bir renk vermekten daha kolay bir şey
yoktur. Hıristiyanlık da özel mülkiyete karşı, evliliğe
karşı, devlete karşı
sesini yükseltmemiş midir? Bunların yerine sadakayı ve
yoksulluğu, bekareti
ve bedensel istekleri bastırmayı, manastır yaşamını ve Ana
Kilise'yi savunan
vaazlar vermemiş midir? Hıristiyan Sosyalizmi,
aristokratların yanan
yüreklerine papazın serptiği kutsal sudan başka bir şey
değildir.
b. Küçük Burjuva
Sosyalizmi
Burjuvazinin yıktığı
tek sınıf, varlık koşulları modern
burjuva toplumu ortamında gücünü yitiren ve yok olan
tek sınıf feodal aristokrasi değildi. Ortaçağ kentlileri ve
küçük mülk sahibi köylüler, modern burjuvazinin
habercileriydiler. Bu iki
sınıf, sanayi ve ticaretin ancak pek az gelişmiş olduğu
ülkelerde,
yükselen burjuvazinin yanısıra hala bitkisel bir yaşayışı
sürdürmektedirler.
Modern uygarlığın
tam olarak geliştiği ülkelerde, proletarya ile burjuvazi
arasında yalpalayan ve kendini burjuva toplumun ek bir
parçası olarak
durmadan yenileyen yeni bir küçük burjuva sınıfı oluşmuştur.
Bununla birlikte,
bu sınıfın tek tek üyeleri, rekabet yoluyla sürekli olarak
proletaryanın
içine itilmekte ve modern sanayi geliştikçe, modern toplumun
bağımsız bir
bölümü olmaktan büsbütün çıkacakları, imalatta, tarımda ve
ticarette yerlerini
denetçilere, kahyalara ve tezgahtarlara bırakacakları anın
yaklaştığını da
görmektedirler.
Nüfusun yarısından
çok daha fazlasını köylülerin oluşturduğu Fransa gibi
ülkelerde, burjuvaziye karşı proletaryadan yana çıkan
yazarların, burjuva
rejimini eleştirirken, köylünün ve küçük burjuvanın
ölçütlerini kullanmaları
ve işçi sınıfını bu ara sınıfların görüş açısından
savunmaları
doğaldı. Küçük Burjuva Sosyalizmi böyle doğdu. Sismondi,
yalnız Fransa'da
değil, İngiltere'de de bu okulun başıydı.
Bu sosyalizm okulu,
modern üretim koşullarındaki
çelişmeleri büyük bir görüş keskinliğiyle ortaya koydu.
İktisatçıların ikiyüzlü savunularının iç yüzünü açığa
çıkardı.
Makinelerin ve işbölümünün felaketli etkilerini,
sermayeyle toprağın birkaç elde toplanmasını, aşırı üretimi
ve buhranları
tartışma götürmez bir biçimde kanıtladı; küçük burjuvanın ve
köylünün
kaçınılmaz çöküşünü, proletaryanın yoksulluğunu, üretimdeki
anarşiyi, servet
dağılımındaki korkunç eşitsizlikleri, uluslar arasındaki
sınai yoketme
savaşını, eski ahlak bağlarını, eski aile ilişkilerinin ve
eski
milliyetlerin çözülüşünü gözler önüne serdi.
Bununla birlikte,
sosyalizmin bu biçimi, asıl yöneldiği
hedefler bakımından, ya eski üretim ve mübadele araçlarını,
onlarla
birlikte de eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri
getirmeye
özenmiş, ya da modern üretim ve mübadele araçlarını, bu
araçlar tarafından
havaya uçurulan ve havaya uçurulması kaçınılmaz olan eski
mülkiyet ilişkilerinin
çerçevesi içine sıkıştırmak istemiştir. Bu sosyalizm, her
iki durumda da,
hem gerici, hem ütopyacıdır.
Onun son sözleri
şudur: imalatta loncalar, tarımda ataerkil ilişkiler.
Ensonu, inatçı
tarihsel gerçekler, kendi kendini kandırmanın bütün
uyuşturucu etkilerini dağıtınca, bu sosyalizm biçimi de
azaplı bir kıvranışla
son buldu.
c. Alman Sosyalizmi
ya da Gerçek Sosyalizm
Fransa'nın
iktidardaki bir burjuvazinin baskısı altında doğan ve bu
iktidara karşı girişilmiş savaşımın bir yansıması olan
sosyalist ve komünist
yazını, Almanya'ya, bu ülkedeki burjuvazi henüz feodal
mutlakiyete karşı
savaşımına yeni başladığı bir sırada getirildi.
Alman filozofları,
filozof bozuntuları ve modaya uyan
yazar takımı bu yazına hevesle sarıldılar, ancak bu yapıtlar
Almanya'ya göç
ederken Fransa'nın toplumsal koşullarının da onlarla
birlikte göç etmediğini
unutarak. Bu Fransız yazını, Almanya'nın toplumsal
koşullarıyla karşılaşınca,
doğrudan pratik anlamını tümden yitirdi ve sırf edebi bir
havaya büründü.
böylece, Onsekizinci Yüzyıl Alman filozofları için, birinci
Fransız
Devriminin istemleri, genel olarak Pratik Akıl'ın
istemlerinden daha fazla bir
şey değillerdi, devrimci Fransız burjuvazisinin iradesinin
dile getirilişi de onların gözüne Sırf İrade'nin, olmak
zorunda olduğu gibi
İrade'nin, genel olarak gerçek insan İradesi'nin yasaları
gibi göründü.
Alman yazarlarının
yaptığı, yeni Fransız düşünlerini
kendi eski felsefi bilinçleriyle uyumlu duruma getirmekten,
ya da daha
doğrusu, Fransız düşünlerini, kendi felsefi bakış açılarını
terketmeksizin,
kendilerine maletmekten başka bir şey değildi.
Eski putatapıcılık
döneminin klasik yapıtlarının elyazmaları üzerine
keşişlerin nasıl Katolik Azizlerinin saçmasapan yaşam
öykülerini yazdıkları
pek iyi bilinir. Alman yazarları küfür niteliğindeki Fransız
yazınına bu
işlemin tam tersini yaptılar. Fransızca asıllarının altına
kendi felsefi
saçmalıklarını yazdılar. Örneğin, paranın ekonomik
işlevleri konusundaki Fransız eleştirilerinin altına İnsan
Doğasının Yabancılaşması diye yazdılar, ve burjuva devlet
konusundaki Fransız eleştirisinin altına Soyut Evrenselliğin
Egemenliğine Son Verilmesi diye yazdılar, vb..
Fransız tarih
eleştirilerinin arkasına karaladıkları bu
felsefi lafazanlıkları da Eylem Felsefesi, Gerçek Sosyalizm,
Alman Sosyalizm Bilimi, Sosyalizmin Felsefi Temeli vb. diye
kutsayarak
sundular.
Fransız sosyalist ve
komünist yazını böylelikle tamamıyla iğdiş edilmiş
oldu. Ve, bu yazın Alman'ın elinde, bir sınıfın bir başka
sınıfla
savaşımını anlatır olmaktan çıktığı için, Alman Fransız tek
yanlılığı'nı aştığını, ve gerçek gereksinimleri değil,
gerçeğin
gereksinimlerini, proletaryanın çıkarlarını değil, hiçbir
sınıfa ait olmayan,
gerçekliği olmayan, yalnızca felsefi fantazinin sisli
dünyasında
varolan İnsan Doğası'nın, genel olarak insanın çıkarlarını
temsil ettiğini sandı.
Ögrencilik ödevini
böylesine gösterişle ve ciddiyetle sunan, kötü malını
böylesine şarlatanca göklere çıkaran bu Alman Sosyalizmi, bu
arada, yavaş
yavaş o bilgiççe saflığını da yitirdi.
Feodal aristokrasiye
ve mutlak monarşiye karşı Alman'ın, ve özellikle,
Prusya burjuvazisinin savaşı, bir başka deyişle, liberal
hareket, daha
ciddileşti.
Böylece, Gerçek
Sosyalizme, politik hareketin karşısına sosyalist
istemlerle çıkmak, liberalizme karşı, temsili hükümete
karşı, burjuva
rekabetine karşı, burjuva basın özgürlüğüne, burjuva
hukukuna, burjuva
özgürlük ve eşitliğine karşı geleneksel lanetleri savurmak
ve yığınlara
bu burjuva akımıyla kazanacak hiçbir şeyleri bulunmadığı,
her şeylerini
kaybedecekleri yolunda nutuklar çekmek için çoktandır
beklediği fırsat
verilmiş oldu. Alman Sosyalizmi, ahmakça bir yankısı olduğu
Fransız
eleştirisinin, karşılık düştüğü ekonomik varlık koşulları ve
buna uyarlanmış
politik yapısıyla modern burjuva toplumunun varlığına, yani
Almanya'da
henüz sonuçlanmamış savaşımın esas hedefi olan şeylere
dayandığını
tam da gerekli olduğu anda unuttu.
Papazlardan,
profesörlerden, taşra beylerinden ve memurlardan
izleyicileriyle birlikte mutlakiyetçi hükümetler
için, kendilerini tehdit eden burjuvaziye karşı, bu
sosyalizm sevinçle
karşılanan bir korkuluk hizmetini gördü.
Bu aynı hükümetlerin
tam o sıra Alman işçi sınıfının
ayaklanmalarına karşı kullandıkları kırbaç ve kurşun
biçimindeki
acı haplardan sonra, bu sosyalizm bir mutlu son olmuştu.
Bu Gerçek Sosyalizm,
böylelikle, Alman burjuvazisine karşı, hükümetler
için bir savaş silahı hizmeti görürken, bir yandan da
doğrudan doğruya
gerici bir çıkarı, darkafalı Alman küçük burjuvanın çıkarını
temsil ediyordu.
Almanya'da bir Onaltıncı Yüzyıl kalıntısı olan ve o zamandan
buyana çeşitli
biçimler altında sürekli olarak tekrar tekrar ortaya çıkan
küçük burjuva
sınıfı, bugünkü durumun gerçek toplumsal temelidir.
Bu sınıfı korumak,
Almanya'daki şimdiki durumu korumak demektir.
Burjuvazinin sınai ve politik üstünlüğü onu, bir yandan
sermaye birikimi,
öte yandan devrimci bir proletaryanın ortaya çıkması sonucu
kesin bir yıkımla
tehdit etmektedir. Gerçek Sosyalizm, işte bu iki kuşu bir
taşla vuracak
şeymiş gibi karşılandı. Bir salgın gibi yayıldı.
Tumturaklı söz
çiçekleriyle süslenmiş, mariz duygusallığın çiğiyle
sırılsıklam, kafalardaki örümcek ağlarından oluşmuş kisve,
Alman
Sosyalistleri'nin o acınası sonsuz gerçeklerinin iskeletine
bürüdükleri
bu üstün kisve, böyle bir ortamda mallarının satışını alabildiğine
artırmaya
yaradı.
Ve, Alman
Sosyalizmi, küçük burjuva darkafalının
tumturaklı temsilcisi olarak görevini gittikçe daha fazla
benimsedi.
Alman ulusunun örnek
ulus, darkafalı Alman küçük
burjuvasının da tipik insan olduğunu ilan etti. Bu örnek
insanın tüm alçakça bayağılığına, gerçek niteliğinin tam
tersine, gizli, yüce, sosyalistçe bir anlam verdi.
Komünizmin gaddarca
yıkıcı eğilimine doğrudan karşı çıkacak ve her türlü sınıf
savaşımını
tepeden ve tarafsız bir küçümseyişle karşıladığını ilan edecek
kadar ileri
gitti. Birkaçı dışında, şu anda (1847) Almanya'da piyasaya
sürülen
bütün sözde sosyalist ve komünist yayınlar, bu bayağı, sinir
bozucu yazına
girerler.
2. TUTUCU SOSYALİZM
YA DA BURJUVA SOSYALİZMİ
Burjuvazinin bir
bölümü, burjuva toplumun varlığını
sürdürmesini güven altına alabilmek için toplumsal dertleri
onarmaya
isteklidir.
İktisatçılar,
iyilikseverler, insaniyetçiler, işçi sınıfının
durumunu düzeltmek için çalışanlar, yoksullara yardım
işlerini örgütleyenler, hayvanlara eziyet edilmesini önleme
derneklerinin üyeleri, ılımlılık bağnazları, kıyıda bucakta
saklı daha akla gelebilecek her türlü reformcular bu bölüme
girerler. Üstelik bu sosyalizm biçimi, işlenmiş,
eksiksiz sistemlere sahiptir.
Bu biçime bir örnek
olarak Proudhon'un Philosophie
de la Misdre
(Sefaletin Felsefesi)ni anabiliriz.
Sosyalizan burjuva,
modern toplum koşullarının sağladığı bütün
üstünlüklerden, bunlardan zorunlu olarak doğan savaşım ve
tehlikeler
olmaksızın yararlanmak ister.
Onlar, devrimci ve
parçalayıcı öğeleri dışında, bugünkü
toplumun sürmesinden yanadırlar. Proletaryasız bir
burjuvazinin
özlemini çekerler. Burjuvazi doğal olarak, kendisinin
en üstün durumda bulunduğu dünyayı en iyi dünya
sayar; ve burjuva sosyalizmi de, bu rahatlatıcı anlayışı
geliştirerek oldukça eksiksiz çeşitli sistemlere ulaştırır.
Proletaryanın
bu gibi bir sistemi uygulamasını ve böylelikle
doğruca toplumsal Yeni Kudüs'e yürümesini isterken, gerçekte
o yalnızca,
proletaryanın mevcut toplumun sınırları içinde kalmasını,
ama
burjuvaziyle ilgili bütün nefret dolu düşünlerini kafasından
atmasını
istemektedir.
Bu sosyalizmin
ikinci ve daha pratik, ama daha az sistemli bir biçimi,
işçi sınıfına, salt politik reformun değil, ancak maddi
varlık
koşullarındaki, ekonomik ilişkilerdeki bir değişikliğin bir
yararı
olabileceğini göstererek, her türlü devrimci hareketi işçi
sınıfının
gözünden düşürmeye çalışmıştır. Bununla birlikte,
sosyalizmin bu biçimi,
maddi varlık koşullarındaki değişikliklerden, hiçbir biçimde
burjuva
üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını, ancak bir
devrimle
gerçekleştirilebilecek bir ortadan kaldırmayı değil, bu
ilişkilerin
sürekli varlığına dayanan idari reformları, yani sermaye ile
emek
arasındaki ilişkilere hiçbir bakımdan ilişmeyecek, ama olsa
olsa burjuva
hükümetinin masraflarını azaltacak ve idari işleri
basitleştirecek
reformları anlar.
Burjuva sosyalizmi,
ancak bir laf cambazlığına büründüğü zaman ve ancak o
zaman uygun anlatımını bulur.
Özgür ticaret: işçi
sınıfının yararına. Himayeci gümrük resimleri: işçi
sınıfının yararına. Hapishane reformu: işçi sınıfının
yararına. Burjuva
sosyalizminin son sözü ve söylemek istediği tek ciddi söz
işte budur.
Hepsi şu tümceyle
özetlenebilir: burjuva -işçi sınıfının yararına- burjuvadır.
3. ELEŞTİREL-ÜTOPYACI
SOSYALİZM VE KOMÜNİZM
Burada, her büyük
modern devrimde, Babeuf ve ötekilerin yazılarında
olduğu gibi, proletaryanın istemlerini her zaman dile
getirmiş olan
yazının sözünü etmiyoruz.
Proletaryanın, kendi
hedeflerine ulaşmak için, feodal
toplumun yıkılmakta olduğu evrensel coşku anlarındaki
ilk doğrudan girişimleri, proletaryanın o zamanki gelişmemiş
durumundan ötürü ve aynı zamanda kurtuluşu için
ekonomik koşulların, henüz yaratılmamış ve ancak yaklaşan
burjuva çağında yaratılabilecek olan koşulların yokluğundan
ötürü, zorunlu olarak başarısızlığa uğradı. Proletaryanın bu
ilk
hareketlerine eşlik eden devrimci yazın,
zorunlu olarak gerici bir nitelik taşıyordu. Bu yazın,
evrensel
zahitliği (bir lokma bir hırka zihniyetini -ç.) ve en
kaba biçimiyle toplumsal eşitliği telkin ediyordu.
St. Simon, Fourier,
Owen ve ötekilerin haklı olarak
sosyalist ve komünist sistemler olarak adlandırılan
sistemleri,
proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşımın, yukarıda
anlatılan,
ilk, gelişmemiş döneminde ortaya çıktılar (bkz: Bölüm 1.,
Burjuvalar
ve Proleterler).
Bu sistemlerin
kurucuları, gerçekten, sınıf karşıtlıklarını olduğu
kadar, hüküm süren toplum biçimindeki parçalayıcı öğelerin
etkisini de
görebilmişlerdir. Ama, daha çocukluk çağında olan
proletarya, onlara
herhangi bir tarihsel girişimi ya da herhangi bir bağımsız
politik hareketi
olmayan bir sınıf gibi görünmüştür.
Sınıf
karşıtlıklarının gelişmesi sanayinin gelişmesine
ayak uydurduğundan, içinde yaşadıkları ekonomik durum
henüz onlara proletaryanın kurtuluşunun maddi koşullarını
sunmuyordu.
Bundan ötürü onlar, bu koşulları yaratacak yeni bir
toplumsal bilim,
yeni toplumsal yasalar aramaya koyulmuşlardır.
Tarihsel eylem
onların yaratıcı kişisel eylemine, tarihin yarattığı
kurtuluş koşulları gerçek dışı tasarımlara ve proletaryanın
adım adım,
kendiliğinden sınıf örgütlenmesi de bu mucitler tarafından
özel olarak
icat edilmiş bir toplum örgütlenmesine boyun eğecektir.
Onların gözünde,
geleceğin tarihi kendi toplumsal planlarının propagandasına
ve pratiğe
geçirilmesine dönüşecektir.
Planlarını
biçimlendirirlerken, en çok acı çeken sınıf
olarak en çok işçi sınıfının çıkarlarını gözetmenin
bilincindedirler.
Proletarya onlar için ancak en çok acı çeken sınıf olması
bakımından
vardır.
Sınıf savaşımının
gelişmemiş durumu kadar içinde bulundukları ortam da,
bu tür sosyalistlerin kendilerini bütün sınıf
karşıtlıklarının çok
üstünde görmelerine neden olmuştur. Onlar toplumun her
üyesinin, hatta
en iyi durumda olanının da, koşullarının iyileştirilmesini isterler.
Bundan ötürü onlar hep, sınıf ayrımı yapmadan, hayır,
egemen sınıfı el üstünde tutarak, toplumun tümüne çağrıda
bulunurlar. Çünkü, insanlar bir kez sistemlerini anladıktan
sonra, olanaklı en iyi toplum için bunun olanaklı en
iyi plan olduğunu nasıl görmezlik ederler?
Böylece, onlar her
türlü politik eylemi ve özellikle her
türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçı
yollarla
ulaşmak isterler, ve zorunlu olarak başarısızlığa uğramaya
mahkum küçük deneylerle ve örnek gösterme yoluyla, yeni
Toplumsal Tanrı Buyruğu'nun yolunu döşemeye çabalarlar.
Proletaryanın henüz
pek az gelişmiş olduğu ve kendi
durumunun henüz ütopik bir kavrayışına sahip bulunduğu
bir zamanda çizilen, geleceğin toplumuna ilişkin bu gerçek
dışı resimler, bu sınıfın toplumun genel bir yeniden
kuruluşuna
duyduğu ilk sezgisel özlemini yansıtıyordu.
Ama bu sosyalist ve
komünist yayınlar, aynı zamanda
bir eleştiri öğesi içerirler. Mevcut toplumun bütün
ilkelerine
saldırırlar. Onun için bunlar, işçi sınıfının aydınlanması
için çok
değerli malzemeyle doludurlar. Bu yayınlarda önerilmiş olan,
kentle
köy arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması, ailenin ortadan
kaldırılması,
sanayilerin özel kişiler hesabına işletilmesine ve ücret
sistemine
son verilmesi, toplumsal uyumun ilan edilmesi, devletin
işlevlerinin yalnızca üretimi denetlemekle sınırlanması gibi
pratik önlemler-bütün bu öneriler, o sıralar daha henüz
belirmeye başlamış olan ve bu yayınlarda ancak ilk
belli-belirsiz
biçimleriyle ayırdına varılan sınıf karşıtlıklarının
ortadan kaldırılması gereğine işaret etmekten öte geçmezler.
Onun içindir ki, bu öneriler katıksız ütopyacı bir nitelik
taşırlar.
Eleştirel-Ütopyacı
Sosyalizm ve Komünizm tarihsel gelişmeye ters orantılı
bir anlam taşır. Modern sınıf savaşımı ne kadar gelişir ve
belirli
bir biçim alırsa, hayale bağlanarak
bu savaşımın dışında kalış ve ona karşı yöneltilen
hayali saldırılar da o oranda tüm pratik değerini ve
tüm teorik nedenini yitirir. Bu yüzdendir ki, bu sistemlerin
kurucuları birçok bakımlardan devrimci olmalarına
karşın, onların tilmizleri her durumda gerici tarikatlar
kurmaktan
öte gitmemişlerdir. Onlar, proletaryanın ileriye
doğru tarihsel gelişimi karşısında ustalarının eski
görüşlerine
sıkıca sarılırlar. Bu yüzden, onlar kararlılıkla sınıf
savaşımını küllendirme ve sınıf karşıtlıklarını uzlaştırma
yolunda çaba gösterirler. Toplumsal ütopyalarının
deneylerle gerçekleştirilmesini, dünyadan yalıtılmış
phalanstere'ler oluşturulmasını,
Yurt İçi Kolonileri kurulmasını, -Yeni Kudüs'ün formaları
sekize katlı
cep kitabı boyunda baskısı olan- yeni bir Küçük İcariayı
düşlerler ve
bütün bu havadaki şatoları gerçekleştirmek
için de burjuvanın merhametine, burjuva yardım severlerin
keselerine seslenmek zorunda kalırlar. Ve derece derece,
yukarıda
betimlenen gerici tutucu sosyalistlerin kategorisine
batarlar; onlardan
tek farkları, daha sistemli bilgiçlikleri ve kendi toplum
bilimlerinin
mucizevi etkilerine besledikleri bağnazca ve batıl
inançlarıdır.
Bu yüzden onlar,
işçi sınfının girişeceği her tür politik
eyleme şiddetle karşı çıkarlar; onlara göre, bu tür eylem
yeni Tanrı Buyruğu'na ancak kör bir inançsızlıktan ileri
gelebilir.
İngiltere'de
Owen'ciler Chartist'lere, Fransa'da da Fourier'ciler
Reformistler'e karşıdırlar.
-4-
KOMÜNİSTLERİN
BUGÜNKÜ ÇEŞİTLİ MUHALEFET
PARTİLERİ KARŞISINDAKİ DURUMU
Komünistlerin
İngiltere'deki Chartist'ler, Amerika'daki
tarım reformcuları gibi mevcut işçi sınıfı partileriyle
ilişkileri
Bölüm 2 de açıklanmıştır.
Komünistler işçi
sınıfının en yakın hedeflerine erişilebilmesi
ve güncel çıkarlarının korunması için savaşım yürütürler;
ama onlar
aynı zamanda, mevcut hareket içinde bu hareketin geleceğini
temsil
ederler ve onu gözden kaçırmazlar. Komünistler Fransa'da
tutucu ve
radikal burjuvaziye karşı Sosyal Demokratlarla bağlaşma
kurarlar,
ama büyük Devrim'den devralınagelen geleneksel söz
kalıplarına
ve aldatmacalara karşı eleştirel bir durum alma
hakkını hiçbir zaman elden bırakmazlar.
İsviçre'de
Radikalleri desteklerler, ama bu partinin birbirine karşıt
öğelerden oluştuğu, bir bölümün Fransa'daki anlamında
Demokratik
Sosyalistler, bir bölümünün de radikal burjuvalar olduğu
gerçeğini gözden
kaçırmazlar.
Polonya'da, ulusal
kurtuluşun baş koşulu olarak bir
tarım devriminde direten partiyi, 1846'daki Krakov
ayaklanmasını başlatan
partiyi desteklerler.
Almanya'da mutlak
monarşiye, feodal-senyör tahakkümüne ve küçük
burjuvaziye karşı, devrimci bir yolda hareket ettiği sürece
burjuvaziyle
birlikte savaşım yürütürler.
Ama onlar,
burjuvazinin kendi egemenliğiyle birlikte
zorunlu olarak getireceği toplumsal ve politik koşulları,
Alman işçilerinin burjuvaziye karşı bir o kadar silah olarak
anında kullanabilmeleri için, ve Almanya'da gerici
sınıfların yıkılışının
ardından burjuvazinin kendisine karşı savaşa
hemen girişebilmeleri için, burjuvaziyle proletarya
arasındaki düşmanca
karşıtlığın bilincini işçilerde olanaklı en açık biçimiyle
uyandırmayı
hiçbir zaman savsaklamazlar.
Komünistler
dikkatlerini en çok Almanya'ya çevirirler,
çünkü bu ülke Avrupa uygarlığının daha ileri koşulları
altında
ve Onyedinci Yüzyılda İngiltere'de, Onsekizinci Yüzyılda
Fransa'da
olduğundan çok daha gelişmiş bir proletarya ile yapılmak
durumundaki
bir burjuva devriminin eşiğindedir, ve çünkü, Almanya'daki
burjuva
devrimi, hemen ardından gelecek bir proleter devrimin
başlangıcı olacaktır.
Kısacası,
komünistler her yerde, mevcut toplumsal ve
politik düzene karşı, her devrimci hareketi desteklerler.
Onlar, bütün bu hareketlerde, o sıradaki gelişme derecesi
ne olursa olsun, mülkiyet sorununu hareketin temel sorunu
olarak ön
plana çıkarırlar.
Son olarak, onlar,
her yerde bütün ülkelerin demokratik partilerinin
birliği ve anlaşması için çalışırlar.
Komünistler,
görüşlerini ve amaçlarını gizlemeyi küçüklük sayarlar. Onlar,
hedeflerine ancak, mevcut bütün toplumsal koşulların zorla
devrilmesiyle
ulaşabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar
bir komünist
devrimi korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları koca
bir dünya var.
BÜTÜN ÜLKELERİN
İŞÇİLERİ, BİRLEŞİNİZ!
SON
::::::::::::::::::::
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder