Doğa kanunudur, doğa kanunu boşluk tanımaz, bizlerin
doldurmadığı boşluğu başkaları gelip böyle doldurur. Ondan sonra kendimizi
dövüp dururuz. Necati Şaşmaz denen sahtekar, Kadiri tarikatı mensubu ve
üstelikte bu tarikatın imamının oğlu olan bir kişi direnişçiler adına hükümetle
masaya oturup görüşmeler yapıyor. Bir diğer müzakereci de sağda-solda kıçını
sallayarak şov yapan kendini bilmez densiz Hülya Avşar’dır. Bu sahtekarlarla
birlikte direnişçiler adına hükümetle masaya oturan ama direnişle alakası
olmayan sanatçı bozuntusu olan kişilerde var ama bu iki özgün örnek bizim için
yeteri kadar öğreticidir.
Milyonların ayağa kalktığı ve hükümeti-devleti açıkça dinlemeden,
günlerce sokaklara çıktığı eylemlerde ne bedeller ödenmişti, ne kadar
insanlarımız katledilmiş ve yaralanmıştı. Bütün bu görkemli direnişler döndü
dolaştı böyle hüsranla karşılaştı. Direnişler öylesine takdire şayandı ki bütün
Dünya dikkatle izliyor ve destek mesajları gönderiyordu. Bizler bile şimdiye
kadar olmadık bir şekilde Tarihi günlerden geçtiğimize inanıyorduk.
Hükümet hala orayı yıkıp topçu kışlası yapacağını ve bundan
vazgeçmediğini söylüyor. Böyle bir taraftan da kendine yakın gördüğü sanatçı
bozuntularıyla müzakere masasına oturup kamuoyunu aldatmaya çalışıyor.
31 Mayıs 2013 eksenli ve bir kaç öncesinden başlamış, hala
da yer yer devam eden, son derece doğal ve meşru olan bu hareketin analizini
yapmak için belki çok erken, çünkü hareket henüz sonlanmış değil. Aynı zamanda
hareketin henüz ulaşamadığımız verileri de olabilir ama bizler şu ana kadar
gördüklerimiz üzerinden yorumlama yapıyoruz. Bu harekette gençliğin enerjisi,
kadınların enerjisi ve çabaları çok önemli bir yer tutuyor.
Bugünlerde gençlik dediğimiz zaman 20 yaşlarında ya da 25
yaşlarında olan insanlar aklımıza geliyor. Bu genç insan kuşağına baktığımız
zaman bizim gibi 78 kuşağını yaşamamış ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi
sonrası Dünya’ya gelmiş bir kuşak olduğu söylenebilir.
Bizler 78 kuşağı olarak, 12 Eylül faşist darbesi tarafından
ezildikten sonra ortaya çıkan gençlik kuşaklarıyla bir kopukluk yaşadık. Yani
78 kuşağından sonra benzer ve devamlılığı olan bir kuşak olmadı. Olmadı diyoruz
ama bu, bizden sonra hiç mücadele edilmedi anlamına gelmemelidir. Mücadele
zayıfta olsa devam ettirildi ama 78 kuşağına benzer bir kuşak yaşanmadı.
Çok geniş bir çevre, bu 1980 sonrası toplumu, gençliği
eleştirdi ve insanların,toplumun, gençliğin yozlaşma içinde olduğu söylendi.
Hal ve hareketleri, ilgi alanları, dinlediği müzik, saçına verdiği şekil,
kulağına küpe takması toplumun yaşlı üyelerine biraz garip geliyordu. Aynı
durumları bizler 78 kuşağı insanları olarak geçmişte yaşamıştık. O günün yaşlı
insanları bizim pantolonlarımızın paçalarına mana bulurla, saçları, favorileri
uzatmamıza mana bulurlar ve eleştirirlerdi. Hatta yoldan çıkmış bir genç kuşak
olarak görürlerdi. Ama o yoldan çıkmış kuşak bütün eksik ve hatalarına rağmen
çok önemli toplumsal mücadeleler içinde bulunuyordu.
Şimdinin gençliğineyse bilgisayar gençliği, sanal ortam
gençliği, conter-strike oynayan gençlik oluştu, kulağına küpe takan gençlik
oluştu, yozlaşma daha da arttı denilmeye başlanmıştı. Daha geniş anlamda
gençliğin dokusuna baktığımızda geçmişle çok önemli bir ayrışma içinde olduğunu
görürüz.
Fakat eksik olan bir şey vardı o da gençliğin
politikleşememesiydi. 1980 lerden itibaren yozlaştı denilen, apolitik oldu
denilen gençlik bu 31 Mayıs 2013 Taksim-Gezi parkı eylemiyle yepyeni bir çığır
açmış oldu.
Hepimizin insanlık ölüyor mu ? dediğimiz bir anda, işte
böyle insani değerlerle ortaya çıkan, doğaya, doğal yaşam alanlarına, kısaca
yaşama sahip çıkan ve hükümet uygulamalarına karşı amansız mücadeleye tutuşan
ve devlet güçleriyle sokaklarda kıyasıya çatışan ve bütün Dünya’nın dikkatle
izlediği bir gençlik durumuna geliyordu.
Gençliğimizin sahip çıktığı, yücelttiği bu değerler kuşkusuz
çok önemli ve hepimizin sahip çıkması gereken değerlerdir. Ancak gençlik
politikleşmelidir. Politikleşmeli ki kendisini, toplumunu ve ülkeyi daha iyi
yerlere getirebilsin. Ancak şimdiden kesin bir şey söyleyebiliriz ki, gençlik o
tarif edilen yozlaştılar eleştirilerini yerle bir etmiştir. Devamla daha iyi
bir ülke, daha iyi bir toplum, daha iyi bir gelecek kurabileceğini açıkça
göstermiştir. Gençliğin kadınların, toplumun insani değerlerle buluşması çok
önemlidir. Bu eşiğinde şimdiden aşıldığını ve başardığımızı söyleyebiliriz.
Öyle durumlar yaşandı ki, kitlesel olan eylemcilere, eylemlerin dışında kalmış
olan insanlarda yardıma koşuyorlardı. Bir taraftan yiyecek yetiştiren, bir
taraftan içecek yetiştiren, bir taraftan ilaç yetiştiren insanlar doluydu. Bir
taraftan evlerini, mekanlarını direnişçilere açan, direnişçilerin alması için
evinin penceresine yiyecek, içecek, ilaç, yaşam malzemesi koyan insanlar
doluydu. Genç doktorların hastaneden koşarak eylemcileri tedavi etmeye
geldiklerini gördük.
Bunlar hepimizi şaşırtan müthiş olaylardı. Eylemcilerimiz ve
bu eylemcilerimize her şeyi göze alıp destekleyen halkımız, bütün Dünya’ya
gerçek anlamda bir insanlık dersi veriyordu. Bu değerler bizim sahip
çıkacağımız, savunacağımız değerlerdir.
Taksim meydanında yaşanan çok önemli bir provakasyon
girişimi de SDP üyeleri görüntüsü vererek, polisin düzenlemesiyle ve medya da
oraya çağırılarak yapılan tiyatroydu. Eylemci görüntüsü veriler sivil polisler
belinde silahlarıyla, ellerinde ki telsizleriyle kendilerini kabak gibi ele
veriyorlardı. Sahte eylemci olan bu sivil polisler o kadar aptal ki ellerine
aldıklar kalkanlara siyah zemin üzerine beyaz yazıyla yazdıkları yazıda SDP
ASAYİŞ diyecek kadar acemiydiler. Bu güne
hiçbir devrimci hareket böyle ASAYİŞ diye bir tabir kullanmamıştır. O
tabiri hep kullanan da polis teşkilatı olmuştur. Bu eylem de bir saat kadar
sürüyor, medya çekim yapıyor ama tomalarla bu gruba müdahale eden polis
eylemcilerin eylemine son vermiyordu. Hatta
tomalar bu eylemci görüntüsünde olan sivil polis grubunun üzerine su sıkarken
zor duruma düşürmemeye çalışıyordu. Bu saçma sapan olay karikatür konusu bile
olmuştu. Hemen aynı gün SDP il binalarına baskınlar yapılıyor ve parti üyeleri
yaka-paça gözaltına alınıyordu. Taksim’de yapılan tiyatroyla da parti önderleri
Valinin ağzıyla suçlanmaya çalışılıyordu.
Sosyal medyada yer alan geniş bir kitle paylaşımlarla bu
provakasyonu var gücüyle bozmaya ve önlemeye çalışıyordu. Sosyal medya, çok
hızlı ve yaygın bir medya alanı olduğu için bu konuda başarılı oluyor ve
hükümetin karalamalarına maruz kalıyordu. Sosyal medya bütün bu eylemler
boyunca çok güzel bir rol oynamış, eylem yerlerini, eylem çağrılarını
yayınlamış, eylemlerden elde edilen fotoğraf, film gibi malzemeleri yaymış,
direnişçilerin ihtiyacı olan medya desteğini sağlamış, eylemcilerin acil
ihtiyaçlarının yayılmasını, geniş kitlelere duyurulmasına ve karşılanmasına
katkı sunmuştu.
Bütün bunlar yaşanırken Marksist hareketin durumu neydi ?
Marksist hareket bu eylemlerin başlamasından günümüze kadar
geçen süreçte hiçbir biçimde önderlik rolünü oynayamadı. Önderlik rolünü
oynayamayınca da kendiliğinden başlamış olan halk hareketi bir iktidar
alternatifi olamadan şimdiye kadar olduğu gibi geri çekilecek ve kaybolup
gidecektir.
Marksist sol hareketin Dünya konjüktüründen etkilenerek
gerileme durumları olduğu gibi, kendi ülkesinde yaşadığı sürecinde bu
gerilemede etkisinin olduğunu söylemek gerekir.
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, solun ezilmesinde,
tasfiye edilmesinde çok önemli bir yer tutar. Darbe sonrası bu dönem yıllarca
süren korku, karanlık, baskı, işkence altında geçen dönemdir. Solun
gerilemesinde, tasfiye edilmesinde çok büyük bir işlev görmüştür. 1987 lerin
sonuna doğru sol harekette bir canlanma ve yeniden ortaya çıkma dönemi yaşandı
ama bu ortaya çıkma 12 Eylül öncesinin boyutuyla aynı değil, kapasite olarak
daha küçüktü.1990 lara geldiğimizde reel sosyalist ülkelerde kendi içinden
gelerek yaşanan yıkılma, çökme, tasfiye, geriye dönüş, bizim ülkede solu
etkileyen bir faktör oldu. Hasılı 12 Eylül’le başlayan ve 1990 lar da reel
sosyalist sistemin yıkılması, bizim ülkemizde yenilgi ve tasfiye ortamını
yıllara yaydı.
Hepimizi, bütün solu etkileyen ve altına alıp silindir gibi
ezen, 12 Eylül askeri faşist darbesinin devrimci hareketin gerilemesinde çok
önemli bir rolü oldu. 12 Eylül’ün etkisi oldu ama ondan önce çok mu iyiydik ?
Çok iyiydik dersek, çok iyiysek nasıl oldu da birden bire 12 Eylül’de yok olup
gittik ? 12 Eylül öncesi ve 78 kuşağının dönemi diye adlandırdığımız dönem tam
bir kargaşa, kaos ve kimin kimi vurduğu belli olmayan ve beş bin kişinin
hayatını kaybetmesine yol açan bir dönemdi. Bu dönem 1974 ve 1980 arası
dönemdir ve bu dönemi de kendi içinde bölümlere ayırmak gerekir. Bu dönemin ilk
yarısı şiddetin dozunun az olduğu ve kitleselliğin çok olduğu barışçıl yönü
ağır basan, ikinci yarısının da şiddetin dozunun tavan yaptığı ve herkesin
hayatını etkilediği ve ilk döneme göre kitleselleşmenin düştüğü bir dönem
olarak görebiliriz.
Ancak bu dönemde hakim sınıflar da boş durmuyor, MİT, CIA,
Kontr-gerilla gibi merkezleriyle toplum mühendisliği yapıyordu. Toplumda
tanınmış, örnek kişilerin tek tek
öldürülmesinden tutalım kitle katliamlarına kadar varan olaylar yaşanıyordu.
Bunların birkaç yönü vardı; hem böyle terörle Marksist solu geriletip ortadan
kaldırmak, hem de onun hareketini sınırlamak, bu da olmuyorsa şiddet dozunu
arttırarak 12 Eylül askeri faşist darbesinin gerçekleşmesinin yollarını
döşemek. Yani burada amaç çok yönlüdür. Hem solu ezmek, hem toplum gözünde meşruiyetini
ortadan kaldırmak, hem de bir darbe için zemin hazırlamak.
Solun 12 Eylül öncesi yaşadığı duruma bakarsak; sivil faşist
hareketin her tarafta kanlı saldırılarıyla karşılaşıyor, resmi-devlet
faşizminin saldırılarıyla karşılaşıyor, bir de kendi saflarında bir
birbirleriyle çatışıyor. Yani sol gelişmelere hakim olan bir durumda değil bir
yaprak misali rüzgarda sallanıyor. Ama dönem solun da geçmişte olmadığı kadar
kitlesellik yaşadığı bir dönemdir.
12 Eylül öncesi dönem mahallelerin, sokakların, kahvehanelerin
ayrıldığı bir dönemdir ve solun örgütlenmesi de daha çok yukarıdan aşağıya
hiyerarşik bir yapı değil de yatay, amorf, otonom bir örgütsel yapı arz
ediyordu. Mesela bir il ya da ilçeyi göz önünde bulunduralım. Buradaki
kadrolar, örgüt merkezinden gelen talimatlar gereği değil de o anda yaşadığı
mahallelerde etrafında olan çatışmalara göre pozisyon alıyor, buna göre
eylemlilik içinde oluyorlardı..
Bu kıyasıya yaşanan çatışma ortamlarında sol kitlede bu
çatışan kadroların yanına sokuluyor ve kendisinin, mahallesinin, okulunun,
sokağının güvenliğini sağlamaya çalışıyordu. Sol örgüt merkezlerimizde kitleler
bizim ideolojimizi benimsiyor, kendisini bize tabii kılıyor diye kendilerini
avutuyorlardı. Ancak 12 Eylül askeri faşist darbesi geldiğinde güvenlikleri
için örgütlere yaklaşmış olan bu kişilerden kimse kalmamıştı. Mahallerin
güvenliğine de gerek kalmamıştı. Yani egemen sınıflar taktiğini ve stratejisini
iyi oynamışlardı ve politik süreci başından sonuna kadar böyle tayin
etmişlerdi.
Bugünden geriye baktığımızda 68 kuşağı da, 78 kuşağı da
bizler için çok önemli kuşaklardır. Bu kuşakların doğrularını, yanlışlarını,
eksiklerini iyi anlamak ve bunlardan dersler çıkarmak zorundayız. Gene aynı
dönemin egemen sınıflarını korkutan, sınıf mücadelelerini, işçi sınıfının
sendikal örgütlenmesini ve ortaya koyduğu potansiyelini iyi bir biçimde izlemek
ve dersler çıkarmak zorundayız. Bu dönemde geçmişte olmadığı gibi sendikal ve
sınıf mücadeleleri olaylarının yaşandığı, toplumunda o zamana kadar olmadığı
bir biçimde örgütlülüğe yöneldiği, politikleştiği bir dönemdir.
Egemen sınıfların bütün hareketlerinde, ülkede tarafsız
kalmış kitlenin yönlendirilmesi, bu tarafsız kitlenin gözünde devrimcilerin
mücadelelerinin karalanması ve kitlelerin gözünden düşürülmesi çok önemlidir.
Provakasyon, komplo, medyalarıyla yalan haberler üreterek bu tarafsız ve
olaylardan uzak yaşayan geniş bir kitleyi etkilemek, gereğinde en kanlı
eylemleri gerçekleştirerek bu eylemler yüzünden ülkenin 12 Eylül askeri faşist
darbesi benzeri uygulamalarının önünü açmak
İşte hakim sınıflar böylesine çok yönlü program ortaya koyup
hayata geçirirken, proleter devrimciler ne yapıyordu ? Kendi programını ortaya
koyup bir türlü pratiğe geçiremiyor, yaşanan olayları kendi hakimiyeti altına
alamıyordu. Başkalarının yarattığı olayların arkasından gidip duruyorlardı.
Geçmiş dönemde solun bölünmelerinde Rus, Çin, Arnavut vb.
yanlısı olma saflaşmaları önemli bir yer tuttu. Öyle ki aynı görüşleri savunan,
aynı ülkeyi kendisine önder merkez yapan, aralarında hiçbir fark olmayan
örgütler bile ayrı durdu ve gereğinde birbiriyle çatıştı.
Gene bu örgütler kendi ülkelerinin özgün durumuna bakıp ona
göre teoriyi-pratiği oluşturacağına gidip kendisine örnek aldığı ülke
radyosunun ne dediğini dinlemeye ve onun söylediklerini papağan gibi tekrar
etmeye çalışıyordu. Bunlar bir şey yapmaya kalksa Çin ne de ? Arnavutluk ne der
? Rusya ne der ? diye muhakeme yapıyorlardı. Yani kendisini mutlaka bir yerlere
dayamaya çalışan ve bağımsız bir duruş gösteremeyen bir durumlar yaşıyorlardı. Hatta
kendi ülkelerinin devriminin nasıl olacağına dair bu merkezlerden akıl
alıyorlardı. Be gafiller, be ahmaklar, o adamlar senin ülke devriminin nasıl
yapacağını nasıl bilsinler ? Kendi ülkenin devriminin nasıl yapılması
gerektiğini sen bilip ortaya koyacaksın. Çünkü ülkenin devrimcisi sensin ve bu
Dünya’da ki herkesten önce senin görevin ve hakkındır.
TKP 1920 yılında Bakü’de kurulmuş ama Rusya’nın basit bir
aparatı olma dışına çıkamamış, kendi bağımsız örgütsel, ideolojik, politik
tavrını ortaya koyamamıştır. Bu TKP üyeleri arkalarında kitleleri olmayan ancak
çoğu, kitabıyla, romanıyla, şiiriyle, sazıyla, sözüyle yazar, sanatçı çevreden
olan insanlardı. Bu insanlarda yoğun baskı, işkence ve zindanlardan kendilerini
kurtaramamışlardır. Bu şekilde yıllarca geldikten sonra 1974 lerden sonra
ülkeye yönelerek, kitleselleşmeyi ve sendikalarda söz sahibi olmayı başarmış,
ama sonrada kısmen gerileyerek pozisyonunu kaybetmiştir.
Abi parti-kardeş parti, abi ülke-kardeş ülke yalanlarına
kapılıp gidenler oldu ama o abi ülke-abi parti kardeş ülke-kardeş parti, Dünya devrimini
kendi ülkelerinin milli çıkarlarına göre yönetti, kardeş ülkeyi de kardeş
partiyi de hiç umursamadı. Böyle kardeşlik olur mu ? Bugünden geriye
baktığımızda bu kardeşliklerin sahte kardeşlik olduğu açıkça görülüyor. Mesela,
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden sonra, otuz bin kişinin yurt dışına
kaçtığı ve iltica ettiği söyleniliyor. Bu iltica edenlerin hepsi, ileri
kadrolarda dahil Batı Avrupa ülkelerine gittiler. Ben, Çin’e, Arnavutluk’a,
Rusya’ya, Küba’ya, Vietnam’a, Yugoslavya’ya, Bulgaristan’a gideni hiç duymadım,
görmedim. Buda abi partinin, abi ülkenin sahtekarlıktan başka bir şey
olmadığını gösterir. Enternasyonalist dayanışma yapılmalıdır, enternesyonalist
merkez kurulmalıdır ama tek taraflı değil, karşılıklı çıkarlar korunmalı,
koşullar eşit olmalıdır.
Gel zaman git zaman o merkezler yıkıldı ve bizim proleter
devrimciler kıblelerini kaybettiler.
Aynı sol, bugünlerde de bir zamanlar karşı-devrimci gördüğü,
12 Eylül öncesi kıyasıya çatıştığı PKK’nın arkasından gitmeye, o ne derse desin
onu onaylama yoluna gitti. Hey mübarek sen kendi ayaklarının üzerinde
duramayacak mısın ? kendi bağımsızlığını koruyamayacak mısın ? Hep başkalarının
arkasından mı gideceksin ? Öyle yaparsan ülkende devrim falan yapamazsın.
Başkalarının gücüyle hiçbir şey yapamayacağın gibi o başkalarının yaptığı hatalara
ortak olma vebalini taşırsın.
Ülkede durmadan yükselen bir milliyetçilik var. Bu yükselen
milliyetçilik Türk ve Kürt eksenli olmakta ve bundan Kürt hareketi olan PKK ve
Devlet tarafı faydalanmakta ama sol hareket zarar görmektedir. Sol hareket adeta
ortada çaresiz kalmaktadır. Üstelikte yükselen milliyetçiliğin bir tarafına
yaklaşmış, öbür tarafını da karşısına almıştır. Bunun tersini de yapanlar yani
yükselen Türk milliyetçiliğine taraf olup Kürt milliyetçiliğini karşısına alma
yoluna gidenler de var. Hükümetin demokratikleşme, reform yalanlarına kapılıp
liberalizme kapılan solun bir bölümü de vardı. Yani karşılıklı yükselen
milliyetçilik dalgası oldukça gerilemiş ve bir türlü çıkış yolu bulamayan
Marksist solu zor duruma sokuyordu.
PKK çevresi hem devletle çatışıyor ama hem de onunla
uzlaşıp, müzakere masalarına oturup görüşüyor. Üstelik bu görüşmelerini
devletin vurucu gücü olan MİT aracılığıyla yapıyordu. Arkasına aldığı solu da
zor durumlarda bırakıyordu. O sol da PKK’ la ortak olup ülkede devrim yapacağız
hayallerine kapılıyordu ama gerçekler başka türlü dönüyordu.
Bir de PKK’nın masum, olaylarla ilgisiz halkı hedef alan bombalı saldırıları oluyor. Arabaların,
minibüslerin, otobüslerin içine bombalar yerleştirip sıradan halkın
katledilmesine yol açıyorlardı. Ankara’nın en işlek caddelerinden birisinde
bambalar patlatılıyor, Siirt’te korkarak kaçmaya çalışan ve hiçbir olayın
tarafı olmayan beş kız renault taksinin içinde otomatik silahlarla taranıp
katlediliyorlardı. Bu bombalama, tarama örnekler Diyarbakır’da yaşandığı gibi
ülkenin birçok yerinde de yaşandı. Bu eylemler yükselen milliyetçiliği daha da
yükseltiyor taraflarda şoven histeriyi ve linç kültürünün altını besliyordu. Elbette
bunlarda solu zor durumda bırakıyordu.
PKK ve Kürt milliyetçiliği sürekli yarattığı olaylarla
kendisini ülke gündemine sokuyor, olması gereken sınıf mücadelesi gündemi, bu
gündemin arkasında kalıyor, perdeleniyordu. PKK çevresinin barış adı altında
ileri sürdüğü proje barış değil de aslında devlete teslim olma, onun hizmetine
girme, onun için (Emperyalizmle birlikte) Orta Doğu sahasında roller üstlenme projesiydi.
Ama varsın öyle olsun, varsın teslim olsunlar, hem sıradan masum insanların
katledilmesi son bulur, hem de Kürt sorunu birinci gündem olmaktan çıkar sınıf
sorunu, yani sınıf savaşımları ülkenin asli gündemi haline gelir. Bazen sınıf
mücadeleleri azda olsa gündeme geliyordu ama hemen arkasından Kürt milliyetçileri
yetişip o sınıf mücadelesi gündeminin arkaya düşmesine yani perdelenmesine yol
açıyorlardı. Kürt sorununa da bir çözüm bulunsun da nasıl bulacaklarsa
bulsunlar devrimci hareket artık o yükü sırtında taşımaktan kurtulsun.
Devrimci hareketin içine düştüğü garip durumda şu oldu; bir
avuç kalmış kitlesini herkes yedeklemeye çalışıyor. Bunlar, ABD’de duran
Fetullah Gülen hoca efendiden tutalım, AKP’sine kadar, kemalist hareketinden, alevi
hareketinden, Kürt milliyetçi hareketine kadar olan geniş bir çevre devrimci
hareketi yedeklemeye çalışıyor. Bunlar inanılmaz şeyler değil, hep
karşılaştığımız şeylerdir. Ne diyelim ? başsız kalanın, başarısız kalanın,
bağımsızlığını koruyamayanın, önder olamayanın, hep başkalarının yedek gücü
olanın sonu böyle olur.
Tekrar başa Taksim olaylarının değerlendirmesine dönersek,
Marksist hareket kendi arasında birliği sağlamalı ve bu tür olaylara öncülük
etmelidir. Bu hareketler başlamadan önce ön hazırlık niteliğinde, çadır, uyku
tulumu, mat, yiyecek, içecek, ilaç, gaz maskesi, baret ve devletin
saldırılarından korumayı sağlayacak araçlar gibi burada hepsini sayamadığımız
ihtiyaçları hazırlamalıdırlar. Halk hareketinin başına geçip önderlik
etmelidirler.
Bizim beğenmediğimiz, yıllar öncesinden nerdeyse çökecek
dediğimiz devlet bile her ilde, her ilçede afet-kriz merkezleri kurdu ve
deprem-afet durumlarında ihtiyaç olacak şeyleri stokladı. Hepimizin bildiği
gibi Marmara depreminde çok can kaybettik ve çok büyük bir yıkımla karşılaştık.
İşte o depremin ardından, Valilikler, kaymakamlıklar afet-deprem-kriz
merkezleri kurdular. Bu merkezlerde olabilecek afet-deprem gibi olaylarda
kullanılacak her türlü malzemelerini stokladılar. Bununla da kalmadılar devlet
memuru olan kişilere de depremde ne yapacağına dair tek tek görevler verdiler,
kurslar düzenlediler. Kimin hangi işi yapacağı, kimin hangi malzemeyi
kullanacağı ortaya konuldu. Bunlar ekip-ekip organize edildi ve başlarında
olacak olan sorumlular tayin edildi ve bu grup elemanlarının dökümleri krokiler
haline getirip resmi dairelerde duvarlara asıldı.
Devrimci harekette illerde, ilçelerde Taksim Gezi parkıyla
başlayan halk hareketinin gelecekte tekrar ortaya çıkması durumlarında, nelere
ihtiyacı olabileceğini belirlemeli ve bunları bir yerlerde stoklamalıdır.
Kadrolarını da eğitmelidirler. Kimin ne yapacağı, kimin, kimin inisiyatifi
altında çalışacağı, kimlerin grup sorumluları olacakları, grupların ne
yapacakları belirlenmelidir.
Devrim ve karşı-devrim mücadelelerinde işçi sınıfını merkeze
almak, diğer halk sınıf ve tabakalarını işçi sınıfının etrafında toplamak
gerekir. Devrimde sınıfların mevzilenmesinde şehir ve kır küçük burjuvazisinin
proletaryanın etrafında toplamak, toplanamayan kesimleri tarafsızlaştırmak
gerekir. Eğer Burjuvazinin ve proletaryanın dışında kalan orta katmanların bir
bölümü devrimin karşısında olursa bunlar ilerleme halinde olan devrim
tarafından ezilmelidir. Devrim saflarında yer alan veya tarafsız kalan bu orta
katmanların mülkiyet ilişkilerine, üretim ilişkilerine dokunulmamalı, ekonomik
çıkarları devrimle birlikte korunmalıdır. Birliğin kurulması ve sürdürülmesi
için bunlar gerekli şeylerdir. Bu aynı zamanda proletaryanın müttefikleriyle
birleşmesi içinde ön koşuldur.
Eğer Marksist hareket iktidarı alırda şehir-kır küçük ve
orta burjuvazisini ortadan kaldırmak isterse gene kuvvet kullanma yollarına
gitmemelidir. Küçük ve orta mülkiyeti ortadan kaldırmak ve kolektif üretime
geçmek için daha yumuşak ve o kesimi ikna ederek, ya da örnek pilot bölgeler
kurarak hayata geçirmelidir. Ya da yumuşak geçiş konusunda orta ve uzun vadeli
bir program hayata geçirmelidir. Bu bekli de bu konuda tek doğru çalışmayı
yapmış olan Arnavutluk’un kırsal üretimin kolektivizasyonunu örnek alabiliriz.
Burada köylü halk kitlelerinin onayı ve gönüllüğünü esas alınarak
kolektivizasyon yapılmıştır. Stalin, kır küçük ve orta burjuvazisini zor
kullanarak tasfiye edip kolektivizasyona gitti. Pol-Pot’ta şehir küçük ve orta
burjuvazisini ezerek kırda koletivizasyona gitti. Bu hareketlerin her ikisi de
bir aşırılıktır. Bu nedenle belki de Stalin deneylerinden dersler çıkarmış ve
kendiside stalinist olan Arnavutluk Stalin’in hatasına düşmemiş oldu. Mümkün
olduğu kadar toplumun dokusunu, Burjuvaziye, Emperyalizme ve Faşizme karşı
mücadeleler dışında kuvvet kullanarak değiştirmeye çalışmamalıyız. İşçi
sınıfının yanında olması gereken halk sınıf ve tabakalarla aramızda toplumsal
bir mutabakat oluşturmalı ve sürdürmeye çalışmalıyız.
Devrimci hareket, doğaya, doğal yaşama sahip çıkan
hareketlere de önderlik etmelidir. Bunların taleplerine kendi programlarında
yer vermeli pratiğiyle de savunmalıdır. Kadın hareketi, gençlik hareketi
yaratmada ve onların konularında ilerlemeleri için çaba sarfetmelidir.
Geleceği ve iktidar değişikliğini asıl tayin edecek olan işçi
sınıfı, mücadelenin merkezinde olmalı ve diğer halk sınıf ve katmanlarının
kendi etrafında olmasını sağlamalıdır. Hasılı devrim hareketi de çok yönlü
konuları sahiplenen, içinde barındıran, iyiye, güzele götüren bir konumda
olmalıdır.
Devrimci hareket, Anadolu’da yaşayan bütün, etnik, kültürel,
inançsal, sosyal olan toplulukların demokratik hak ve özgürlüklerini
desteklemeli ve gereğinde bu mücadelelere önderlik edebilmelidir. Bu konuda,
Marksist teori yeteri kadar açıktır, önemli olan onu bilince çıkarıp
uygulamaktır.
Geçmişi değerlendirirken tabulara takılıp kalınmamalıdır.
Yıkılan reel sosyalist sisteminde, 68-78 kuşağının da, nerede hata yaptığı
konusunda ne gerekiyorsa söylenmelidir. Bunlar bizi geriletmez, aksine
ilerletir. Bugünlerde de nasıl hatalar yaptığımızı tartışmalı ve gelecekte o hatalara
düşmememiz gerektiğini bilince çıkarmalıyız.. Yöntemimiz bilimdir, bilimsel
sosyalizmdir. Bütün tarihi ve güncel olayları, bilimin süzgecinden geçirerek açıklarız.
Sonuç olarak:
Marksist hareket, bağımsızlığını korunmalıdır.
Marksist hareket, kadrolarını eğitmelidir.
Marksist hareket, birliğini sağlamalıdır.
Marksist hareket, dayanışmayı örgütlemelidir.
Marksist hareket, genel eğitime ağırlık vermelidir.
Marksist hareket, kendisini yenilemeyi başarmalıdır.
Marksist hareket, toplumsal olaylarda ihtiyaç olabilecek
malzemeleri stoklamalıdır.
Marksist hareket, toplumsal olaylara önderlik etmelidir.
Marksist hareket, başkalarının yedek gücü olmamalıdır.
Marksist hareket, gençliğe, kadınlara daha fazla sorumluluk
alanı vermelidir.
Marksist hareket, iktidar alternatifi olmalıdır.
15 / Haziran / 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder