Dört Halife Dönemi'nden bugüne ‘’İslam kardeşliği’’
Birbiri
peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam'ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile
önlemek, hatta sınırları eski haline çevirmek düşüncesi II. Abdülhamit'in iç ve
dış politikalarının temel motifiydi.
Son
aylarda Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın ağzından, farklı bağlamlarda da
olsa ‘İslamiyetin birleştirici gücü’ hakkında yorumlar duyduk. Epeydir, Asr-ı
Saadet, Medine Sözleşmesi, Hudeybiye Barışı gibi İslami kavramlara dayalı
‘çözüm önerileri’ duyuyoruz. Toplumları bir arada tutan unsurlar arasında dinin
önemli bir yeri olduğu doğru ancak tarih bize din kardeşliğinin bazen hiç işe
yaramadığını, dahası din konusundaki farklı düşüncelerin toplumları bıçak gibi
bölebileceğini gösteriyor. Bu haftaki yazım üzerinde pek konuşulmayan
‘madalyonun öteki yüzü’ne dair.
İslam’da ilk bölünmenin dört halife döneminin (632-661) sonunda başladığını
hatırlatarak başlayalım. Üçüncü Halife Osman’ın 656 yılında kendisini Kuran’dan
ve sünnetten saptığını düşünen Müslümanlarca hunharca öldürülmesi, cenazesinin
iki gün yerde kalması, üçüncü gün cenaze alayının taşlanması ve nihayet
Müslüman mezarlığına değil Yahudi mezarlığına defnedilmesi İslam kardeşliğinin
kaybettiği ilk sınavdı herhalde. Bunu dördüncü halife Ali ile onu Osman’ın
ölümünden sorumlu tutan Muaviye’nin çatışması izledi. Muaviye’ye, Mısır, Yemen
ve Basra valileri ile Peygamber’in karısı Ayşe ile Talha ve Zübeyr gibi önemli
sahabeler de destek verdi. Tarafların binlerce kayıp verdiği Cemel
(Deve) Savaşı, Müslümanların Şii ve Sünni olarak ikiye bölünmesinin
başlangıcını oluşturdu.
Ali ve Muaviye taraftarları 657’de bir kez daha karşılaştı. Aylarca süren ufak
çatışmalar, ateşkesler ve meydan muharebelerinden oluşan Sıffin Savaşı
sonrasında Ali’nin halifeliği bir hile ile sonlandırıldı. Bu sonuçtan Ali’yi
sorumlu tutanlar Hariciler adıyla yeni bir bölünmenin aktörü oldu.
Ali taraftarları ile Hariciler kozlarını 658’de Nehrevan Savaşı’nda paylaştı.
Haricilerin büyük bir kısmı öldürüldü ama 661’de Ali’nin ölümü de bir
Harici’nin elinden oldu.
Ali’nin oğlu Hasan halifelik hakkından vazgeçmeyince, Muaviye’nin ordusu Hasan
taraftarlarını mağlup etmek üzere yürüyüşe geçti. Neyse ki Hasan durumun
vahametini idrak etti ve bazı şartlarla halifeliği Muaviye’ye bırakmaya razı
oldu da başını kurtardı. Böylece 89 yıl sürecek olan Emevi dönemi
başladı.
Kerbela Olayı
Peki bu dönemde ‘İslam kardeşliği’ ne durumdaydı? Yerimiz dar olduğu için üç
örnek vermekle yetineceğim: Muaviye’nin oğlu I. Yezid’in ilk işi, kendisine biat
etmeyenleri bahane ederek Medine’ye saldırmak olmuştu. Ahali biraz direnmiş ama
sonunda pes etmişti. Komutan Müslüm bin Akbe, Medine’nin üç gün ‘istibaha’sına
(yağma ve kan dökmeye) izin verdi. İbn-i Esir, İbn Tahri gibi İslam
tarihçilerine göre bu üç gün içinde 4.500 kişi öldürülmüş, bin civarında genç
kıza ve bir o kadar evli kadına tecavüz edilmişti. Tecavüze uğrayanlar kâfirler
değil, Hazreti Muhammed Medine’ye göç ettiğinde kendisini koruyan, bütün
savaşlarına katılan Hazrec kabilesinin mensuplarıydı.
Ama Yezid’i tarihe geçiren başka bir olay oldu. Ali’nin diğer oğlu Hüseyin,
Yezid’in halifeliğini tanımamış ve kendisini halife ilan etmişti. Destek
sağlamak için Mekke ve Medine’ye ardından da Kufe’ye doğru yola çıkan Hüseyin
ve 77 yoldaşı, Yezid tarafından 10 Ekim 680’de Kerbela denilen yerde susuzluğa
mahkûm edilerek öldürüldü. Bu olay Şii-Sünni bölünmesini kalıcı hale
getirdi.
Son örnek vaka, 691’de Emevi Halifesi Abdülmelik’e biat etmeyenleri yola
getirmek için Haccac komutanlığındaki bir Müslüman ordusunun Mekke’yi yedi ay
boyunca kuşatması ve Kâbe’nin mancınık bombardımanı ile yıkılması.
Emevilerin son dönemleri Mevali denilen Arap olmayan Müslümanlarla iktidarı
elinde tutan Arap Müslümanlar arasındaki çatışmalarla geçti. 750’de Emevi
hanedanına son veren Ebu’l Abbas ise öyle işler yaptı ki adını tarihe El Seffah
(Kan Dökücü) olarak kaydettirdi. Dahası, 100 yıllık Abbasi iktidarı, sadece
kâfirler için değil, Emevi soyundan gelenler ve Mevaliler için bir kâbus dönemi
oldu. Abbasilerin 850’den itibaren dağılmasından sonra ortaya çıkan Müslüman
beylikler ve devletçikler de birbiriyle savaşmaktan hiç vazgeçmediler. Zaten
çoğu da bu savaşlar sonunda bir diğerinin bağrından doğdu, diğerinin toprağında
ve halkının üzerinde hüküm sürdü.
Anadolu beyliklerine
gaza
1300’lerden itibaren Bizans’ı sarmalamaya başlayan Osmanlılar sadece kâfire
değil, din kardeşlerine de kılıç salladı. Resmi retoriğe göre Anadolu’yu
‘Türklere ebedi yurt yapan’ Rum Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra
kurulan Müslüman-Türk Anadolu Beylikleri’nin sonunu Osmanlılar getirdi. Örneğin
Karamanoğulları’na ilk darbeyi 1397’de Osmanoğulları’ndan Yıldırım Bayezid
vurdu. Bayezid’in ordusunda Bizans, Köstendil ve Sırp Kralı’nın yolladığı
Hıristiyan askerler de vardı. Karamanlılar bu ilk darbeyi savuşturmuşlar ve
uzun süre varlıklarını sürdürmüşlerdi ancak 1444’te Varna’da Haçlı ordusuna
yenilen II. Murad, yenilgisinin faturasını Karamanoğulları’na kesecekti.
Mufassal Osmanlı Tarihi’ne göre “Öç seferini bizzat Sultan Murat, ulemadan aldığı
fetvalara istinaden Karaman ülkesine pek fena tahribat yaptırdı. Yapılan
tahribat, o zamana kadar görülmemiş bir şekil ve derecedeydi. Türklerin şimdiye
değin Hıristiyan ülkelerinde dahi kadınlara tecavüzlerine rastlanmamışken,
yağma ve tahripten başka, Karamanoğlu’nun yaptıklarına, bu neviden çirkin
şeylerle mukabele edildi…” Diğer Anadolu beylikleri de benzer kaderi
paylaştı.
Osmanlı-Safevi
kavgası
1473’te Akkoyunlular Fatih Sultan Mehmed’in orduları tarafından ‘Allah Allah!’
nidalarıyla ezilmiş, 55 bin Akkoyunlu öldürülmüş, Uzun Hasan oğlu Zeynel’in ve
Akkoyunlu ileri gelenlerinin kesik kafası Müslüman ülkelere gönderilmişti. Hoca
Saadettin’in Tac’üt-Tevarih’ine göre ‘Ol cenk meydanında kılıçtan
geçirilenlerden gayri üç bin tutsak ibret olsun diye dönüş sırasında muzaffer
ordu yanınca yedilüb, her konakta dört yüzü kılıçlara yem’ kılınmıştı. ‘Kemah
yakınında olan Şebinkarahisar’a gelinceye kadar ol uğursuzları bu yolda
kılıçtan’ geçirilmişti.
Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim Müslüman kıyımını bir adım ileri götürdü ve
1514’te İran’daki Safevi Devleti’ne karşı Çaldıran Seferi’ne giderken de
dönerken de Şah İsmail’in doğal müttefiki olarak gördüğü Anadolu’nun Kızılbaş
halkının kılıçtan geçirilmesini emretti. Kendini haklı çıkarmak için
Şeyhülislam İbn-i Kemal ve Müftü Hamza’dan Kızılbaşların kadınları ortaklaşa
kullandıkları, Kuran’ı, camileri yaktıkları şeklinde fetvalar çıkartmıştı. Bu
sefer vesilesiyle Sünni Kürtlerle Osmanlı devleti arasında 500 yıl sürecek bir
barışı temin eden Sünni Kürd büyüğü İdris-i Bitlisi’nin Selimname adlı eserine
göre, 40 ile 70 bin arası Kızılbaş öldürülmüştü.
Yavuz, Çaldıran’ı takiben, Müslüman Türk köleler tarafından kurulan Mısır’daki
Memluk Devleti’ne gazaya giderken (bu seferi meşrulaştırmak için Mısır’ın
‘Firavun ülkesi’ olduğu söylenmişti) yol üzerindeki Müslüman-Türk
beyliklerinden Dulkadıroğulları’nı ve Ramazanoğulları’nı da kılıç zoruyla
Osmanlı’ya tabi kılmıştı. Yavuz’un Mısır’da Müslüman ahaliye yaptıkları ise
İdris-i Bitlisi’nin eleştirilerine neden olacaktı.
Osmanlı’nın Şii-Kızılbaş düşmanlığı Osmanlı-Safevi çekişmesinin bir türevi
olan, köklü bir devlet politikasıydı. Nitekim Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan
Süleyman ve onun oğlu II. Selim dönemlerinin Kürt kökenli Şeyhülislamı Ebussuûd
Efendi’nin 30 yılda verdiği fetvalarla, Kızılbaş katliamı adeta bir rutin
halini aldı. I. Ahmet döneminde Kuyucu Murat Paşa l606’da sadrazam olduktan
hemen sonra bazı kaynaklara göre 100 binden fazla Kızılbaşı kazdırdığı kuyulara
diri diri gömdürttü. Ondan 50 yıl sonra Köprülü Mehmet Paşa Celali
ayaklanmalarını bastırmak adı altında Kızılbaşları yeniden kılıçtan
geçirdi.
Safeviler ve Osmanlılar ‘İslam kardeşi’ olduklarını nedense hiç hatırlamadı ve
1548-49, 1554, 1578-1590, 1603-1618, 1623-1639, 1723-1727, 1730-1732,
1735-1736, 1742-1746, 1775-1779 ve nihayet 1821-1823 arasında kıyasıya
savaştılar.
II. Abdülhamit
ve Pan-İslamizm
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Batıcılık ve Osmanlıcılığın iflas etmesi
üzerine aynen bugünkü gibi İslam kurtarıcı bir ideoloji olarak tekrar gündeme
girmişti. 1856 Islahat Fermanı’ndan bu yana gayrimüslimlere tanınan hakların
rahatsızlığını duyan Ziya Paşa, Namık Kemal gibi aydınlar, İslamcı düşünceye
sıkı sıkıya sarıldı. Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam’ın
toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları eski haline
çevirmek düşüncesi II. Abdülhamit’in iç ve dış politikalarının temel motifiydi.
Bu amaçla Halil İnalcık’a göre 18. yüzyılda üretilmiş bir efsane olan
‘Halifelik’ meselesi yeniden ‘keşfedildi’, tektip Kuran’lar basılıp hem ülke
içinde hem de Türkistan, Hindistan ve Cava gibi uzak diyarlarda dağıtıldı, Hac
yollarının güvenliği sağlandı, Arap eyaletlerine büyük yatırımlar yapıldı, Arap
kökenliler önemli görevlere atandı. Abdülhamit çevresinde Arap ulemayı eksik
etmedi. Bu yaklaşım bir yandan merkezin ‘Kavm-i Necip’le barışmasını sağladı,
dünyanın uzak köşelerindeki Müslümanlarda heyecan uyandırdı, bir yandan da
siyasal İslamcılığın ilk nüvelerinin ortaya çıkmasına yardımcı oldu.
Bu amaçla içerde devletin resmi dini olan Sünni İslam dairesinde olduğu için
doğal müttefik kabul edilen Kürtler, Hamidiye Alaylarında örgütlenerek, hem
imparatorluğun kadim düşmanı Rusya’ya, hem İran’a karşı bir tampon bölge
oluşturuldu hem de giderek güçlenen Ermeni milliyetçiliğinin önü kesilmeye
çalışıldı.
‘İslamın birleştiriciliği’ burada da hayata geçmedi. Nizamname’de din konusunda
açık bir hüküm yoktu ama fiiliyatta sadece Sünniliğin Şafiî mezhebinden olanlar
alaylara alındı. Alaylar sayesinde bölgelerinde ‘alikıran, baş kesen’ olan
Sünni Kürtler bu dönemde Abdülhamit’i ‘Bavé Kurda’ (Kürtlerin Babası) olarak
adlandıracak kadar sevdiler. Ama Kızılbaş Kürtler için Abdülhamit demek, Ali
Şefik Paşa’nın böl-yönet politikaları ve katliamlarıydı, Neşet Paşa’nın kanlı
harekâtlarıydı.
İttihatçıların
İslam politikaları
Aksak gedik de olsa İslam camiasında bir heyecan yaratan Pan-İslamist
politikalar II. Abdülhamit’in 1909’daki ‘31 Mart Olayı’nın ardından
İttihatçılarca tahttan indirilmesiyle kesintiye uğradı. İttihatçıların Türkçü
ideolojiyi hayata geçiriş biçimi, Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman
unsurların imparatorluktan uzaklaşmasına neden oldu. Yine de 1911 Trablusgarp
Savaşı ile birlikte, İslam ruhu bir hamle daha yaptı. Lübnanlı Dürzî lider Emir
Şekip Aslan’ın çağrılarına kulak veren Irak ve Suriye’deki kabileler, Cezayirli
ve Tunuslu göçmenler askere yazılmak üzere kışlaların önüne yığılmışlardı. Ama
bu birlik duygusu kısa sürdü, eski gerginlikler tekrar su yüzüne çıktı ve önce
Havran ve Doğu Ürdün’de yaşayan Dürzîler ayaklandı. Bunu Yemen’de Zeydî İmam
Yahya ayaklanması ile Suriye’deki Bedevi ayaklanması izledi.
Osmanlı İmparatorluğu, İttihatçılar tarafından bir oldubittiyle Cihan Harbi’ne
sokulduktan sonra ‘İslam’ın birleştirici gücü’ bir kez daha sınandı. Daha
sonraları içinde geçmediği halde özel ve kutsal bir anlam kazandırmak için
‘Cihad-ı Ekber’ olarak anılacak bir fetva ile Padişah ve Halife V. Mehmet
Reşat, dünya Müslümanlığını, İtilaf Devletleri’ne karşı savaşa çağırıyordu. Hem
Sünnilere hem de Şiilere seslenen fetvada İngiltere, Fransa ve Rusya İslam
düşmanı, Almanya ise Halife’nin ve İslam’ın dostu olarak gösteriliyordu.
Fetva ve ekindeki beyannameden milyonlarca adet bastırılarak Müslümanların
yaşadıkları bölgelerde dağıtıldı. Ama İtilaf Devletleri çağrıya karşı Kuzey ve
Batı Afrika’da birçok tarikat şeyhini, ulemayı, aşiret reislerini, müftüleri,
hatta Fas Sultanı, Tunus Beyi’nin mektup yazmasını sağlayabildiler. Sonuçta
Hollandalı Şarkiyatçı C. Snouck Hurgronje’un deyimiyle ‘Alman Malı Cihad’
ateşi, Britanya’nın Müslüman tebaasını ayaklandırmaya ve Osmanlı
İmparatorluğu’nu kurtarmaya yetmedi. Savaştan sonra Ortadoğu’da Müslüman
Araplar 22 ulus-devlete bölündüler.
Yakın tarihlerden iki örnekle yazıyı bitirelim. 1980-1988 yılları arasında
yaşanan Irak-İran Savaşı, tek başına mezhep savaşı değilse de, ‘İslam
kardeşliği’ iki taraftan 1 milyon kişinin öldürülmesine ve iki ülkenin maddi,
manevi büyük yıkıma gitmesine engel olamadı. 2003’te ABD’nin tasalluduna maruz
kalan Irak’ta, o günden bu yana 1 milyona yakın Iraklının hayatını kaybettiği
sanılıyor. Bu ölümlerin büyük bir bölümü, ABD askerlerine karşı savaşta değil,
Sünni-Şii çatışması sırasında vuku buldu. Halen taraflar intihar saldırıları
ile kitlesel kırımlara devam ediyorlar.
Bu tarihçeye bakınca, Kürt meselesi başta olmak üzere pek çok mühim meselemizi
‘İslam’ın birleştirici gücü’ ile aşacağımızı düşünmek en iyimser yorumla
romantizm.
Özet Kaynakça: W. Bartold,
İslam Medeniyeti Tarihi, Çeviren: M. Fuat Koprülü, Diyanet İşleri Yayınları,
1977; Ferec Ali Fuda, ‘İslam’da Kayıp Gerçek”,
http://gelawej.net/indir/islamda-kayip-gercek-farac-el-fuda.pdf; Selahattin
Döğüş, “Osmanlılarda Gazâ İdeolojisinin Tarihi ve Kültürel Kaynakları”,
Belleten C.LXXII, 52, Sayı 265, Aralık 2008, s. 817-888; Erdoğan Aydın, Fatih
ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, Kırmızı Yayınları, 2008; Hasan Kayalı, Jön
Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği
ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Selim Deringil, İktidarın
Sembolleri ve İdeoloji, YKB Yayınları, 2007; Kadir Kon, “Jihad Made in
Germany”, Kültür, Bahar 2008, S. 10, Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı, s.
122-131.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder