15 Haziran 2020 Pazartesi

BAYTAR MEHMET NURİ DERSİMİ (1890 – 1973) ULUSAL KAHRAMAN MI, ULUSAL HAİN Mİ ?

Baytar Nuri, Dersim / Ovacık ilçesinin güney batısına düşen Burnak köyünden görülüyor.
İnternet ortamında başka başka yerler gösterilse de Burnaklılar onun kendi köylüsü olduğunu ve ailenin hala köyde arazilerinin bulunduğundan bahsetmektedirler. Baytar Nuri Dersimi köyde halk tarafından sevilmeyen birisi olarak tarif edilmektedir. Kendi anlatımına göre de Burnak’lı olan Nuri Dersimi’nin sülalesine atası ‘’Colo’’ dan dolayı ‘’Colikoğulları’’ veya ‘’Colikzadeler’’ denilmektedir. (1)

İlk eğitimini evde-köyde amcasından alan baytar Nuri, Harput Askeri Rüştiyesine kaydolur. Sonra 1904’de Harput İdadi mektebine geçer. Nuri Dersimi’nin babası mılla İbrahim, Hozat mutasarrıfı olan Sağıroğlu Sabit beye hitaben methiyeler dolu bir şiir yazar. Bu methiyelerden sonra Sağıroğlu Sabit bey Dersim valisi olmuş ve küçük Nuri Dersimi’nin Elazığ’a yatılı okula girmesini sağlamışlar. (2) Demek ki Nuri Dersimi daha babadan itibaren devlet erkanıyla iyi ilişkiler içerisindeymiş. Burayı bitirince 1911’de İstanbul - Sultanahmet Mülkiye Baytar Mektebi Alisi’ne girer. Nuri burada önce Kürt Talebe Hevi cemiyetine girer, sonra Kürdistan Muhiban Cemiyetinin umum katipliğini yapar sonra Kürdistan Teali cemiyetine katılır.

Birinci dünya savaşı başladığında 1914’de son sınıfta olan Nuri herkes gibi askere alınır. Beykoz’da iki aylık bir askeri eğitimden geçirilir. Erzincan – dördüncü orduda vekil subay rütbesiyle görev verilir. Nuri 1916’da okuluna döndü ve 1918’de mezun oldu. Bir ihbar üzerine Kürdistan Teali Cemiyetiyle ilgili Divan-ı harpte yargılanır hemen serbest bırakılır.

Baytar Nuri, sakıncalı ve Divan-ı harpte yargılandığı halde hemen tayini yapılıp devlette görevlendiriliyor Kangal, Divriği, Zara bölgesine resmi görevli olarak atanıyor. (3) Bölgeye Kara Deniz üzerinden Mustafa Paşazade haydar ile birlikte geçer. Ümranlıya (Boğazviran – Boğazören) köyüne gittiklerinde Mustafa Paşazade Haydar’ın kardeşi Alişan ve Alişan’ın katibi Alişer’le bir araya gelirler.

Aynı yıl (1919) M. Kemal Paşa Erzurum’dan Sivas’a gelir ve Baytar Nuri’yi ve Alişan’i yanına çağırır. Alişan görüşmeye gider Baytar Nuri mazeret gösterip gitmez.(4) Baytar Nuri kendi anlatımlarına göre Sivas’ta vali tarafından gözaltına alınmış ayağına zincir vurulmuştur. Olayı duyan M. Kemal paşa baytar Nuri’nin serbest bırakılmasını istemiş. İş onunla da bitmemiş. M. Kemal’in emriyle kendisine Sivas’ın Koçhisar kazasına bağlı Celallı nahiyesinde evvelce Fertallı oğullarından hazineye intikal etmiş olan Süleymaniye isimli çiftlik verilmiştir. (5) Baytar Nuri’nin olayı ilginç önce gözaltına alınıyor sonra serbest bırakılıyor durduk yerde kendisine çiftlik hediye ediliyor.

Burada şöyle kuşkulu bir durum var baytar Nuri gözaltına alınıyor böylece muhalifmiş gibi bir izlenim yaratılıyor. Koçgiri olaylarında yer alan öncülerin güvenini kazanıyor. Koçgirililer onun sinsi, hain bir düşman olabileceğini bile fark etmiyorlar. Daha da ilerde 1921’de ortaya çıkacak Koçgiri olaylarında ajan – provokatör rollerine hazırlanılıyor. Yani Koçgiri bölgesinde hareketin önderlerinin arasına bu baytar Nuri’yi sokma ve ayaklanmaya doğru itme ve devlet güçlerince de bastırılması olayı. Baytar Nuri derin devletin adamı olarak hem istihbarat, hem provokasyon konularında uzman tam anlamıyla derin devlete çalışan bir adam gibi görünüyor.

Dilek Kızıldağ Soileau’nın, Belgelerdeki mi, Belleklerdeki mi: hangi Seyit Rıza ? adlı doktora çalışmasının 7. sayfasında düştüğü dip notta şöyle diyor: ‘’Koçgiri birkaç asır önce Dersimden göçtüğü iddia edilen yoğunlukla Sivas’ın İmranlı/Ümraniye, Zara, Suşehri, Kangal, Divriği, Hafik ilçeleriyle, Erzincan’ın Refahiye, Kuruçay ilçelerinde 135 köyü çevreleyen alanda aynı isimli aşiretin meskün olduğu bölgedir.’’

Koçgiri ve çevresinde sıkıyönetim ilan edilir. Bölgeye giriş çıkışlar yasaklanır. Yollar, köprüler tutularak bölge her taraftan kontrol altına alınır. Askeri harekatın başına sakallı Nurettin paşa getirilir. Ayrıca Giresun üzerinden Topal Osman kuvvetleri getirilir. Topal Osman Balkanlarda, Kafkaslarda gönüllü olarak savaşlara girmiş bu savaşlarda topal olmuş birisi ve en sonunda Giresun’da kendi çetesini kurmuş derin devlete çalışan bir çete reisidir. Kara Deniz bölgesinde Rumları katleden, fırınlarda yakan, göç ettiren bu Topal Osman ve çetesidir. Topal Osman kara denizde yaptıklarını sakallı Nurettin paşa ile birlikte Koçgiri’de yapmaya başlamıştır. Koçgiri direnişinin içinde olan Nuri Dersimi’nin ajan - provokatör çabaları ve sakallı Nurettin paşanın, Topal Osman’ın bastırma harekatıyla halkın üzerinden silindir gibi geçilir.

Rivayetlere göre bu katliamdan sonra 1000 kişi Dersim’e sığınır. Bu sığınanlar arasında seyit Rıza’nın yeğeni Rayber tarafından öldürülen Alişer ve karısı Zarife de vardır. Nuri Dersimi’de Koçgiri direnişinin bastırılmasından sonra 15 Mayıs 1921’de Dersim’e geçmiştir ancak Koçgiri’de yürüttüğü devlet görevini yani istihbarat, ajan - provokatörlüğünü devam ettirmek ve yeni görevler almak için geçmiştir.

Nuri Dersimi, Koçgiri direnişine katıldı, önderler arasında yer aldı adı altında Divan-ı Harb’de gıyaben idamla yargılanmıştır. Geçtiği özel yeni görev yeri olan Dersim’de, Dersim halkı tarafından, Divan-ı Harb’de gıyaben yargılandığı için, devlete muhalif görülmüş, direnişçi eğilim ve gruplarca kendisi kabul görmüştür.

Nuri Dersimi, Dersim’de de devlet tarafından beslenen birisidir. Haydar Beltan’ın Dersim meclisinin internet sitesinde ki makalesinde ve 05 – Haziran – 2020 tarihinde Hüseyin Aygün’le sosyal medya üzerinden yaptığı söyleşide 1926’da bölge halkından oluşturulan içinde Türklerin, Kürtlerin de olduğu devşirilen milislerin başına geçerek Dersim’de oldukça sert bir direnme merkezi olan koçan (Koçu – Koçuşağı) aşiretinin üzerine seferler yapmış başarısız olmuştur. Sonra aynı harekatı başka komutanlar, ünlü 33 kurşunla anılan orgeneral Muğlalı da dahil başka birlikler sürdürmüş arazinin (ünlü Ali Boğazı bölgesi gibi) sarp ve engebeli olmasından dolayı başarısız olmuş geri çekilmişlerdir. Devletin Koçan kuşatması ve Koçanlıların direnişi 1906 dan beri, yani Osmanlı döneminde olduğu gibi, İttihat Terakki iktidarı altında da devam eder. Arşivler tam açılmamıştır olaylar yeteri kadar netleşmemiştir. En nihayetinde 4 Mayıs 1937 hükümetin bakanlar kurulu kararları ve genel Dersim harekatıyla birlikte bastırılan, dağıtılan Koçan direnişinden dolayı katledilenler, tutuklananlar, idam edilenler, yakın ve uzak bölgelere sürgünler olmuştur.

Nuri Dersimi hem idam cezasıyla yargılanıyor hem milis komutanlığı yapıyor, valilerin iltifatına mazhar oluyor. Dersim mutasarrıflığı tarafından kendisine Dersim’de rahatça dolaşabilmesi için sertifika veriliyor. Elazığ’a valiliğe gidiyor, Diyarbakır’a valiliğe gidiyor. Diyarbakır valisiyle Elazığ valisiyle birlik olup Dersim aşiret reislerini ziyaret ediyor. Valilerle, mülki erkanla birlikte özel ziyafet sofralarında oturuyor. Devletin haliyle Ankara’nın, valilerin yapılmasını istedikleri şeyleri aşiret liderlerine aktarıyor. Aşiret liderlerini devletin yanına çekmeye çalışıyor. Bazı aşiret liderlerini yanına alarak Ankara’da hükümetle üst düzeyde görüşmeler yapıyor. Hem idamla yargılanıyor hem de her yere girip çıkan adamdır bu Nuri Dersimi. Yanına alıp Ankara’ya götürdüğü bazı aşiret liderleri, aşiretleriyle birlikte devlet safında Dersim direnişine karşı savaşan aşiretler haline geliyor.

Haydar Beltan’ın Dersim meclisinin internet sitesinde yayınlanan makalesinde anlattığına göre, tam yetkiyle Dersim’e tayin edilen general Abdullah Alpdoğan’ın Elazığ’a ilk geldiğinde kendisini karşılayanlar arasında bu Nuri Dersimi’de vardır. (6) Hem idamla yargılan, hem Koçgiri’nin, hem Dersim’in kahramanıyım diye ortalarda dolaş ondan sonra Dersim soykırımının birinci dereceden tam yetkili aktörünü Elazığ tren istasyonunda karşıla olacak şey değil.

Bundan başka Diyarbakır, Elazığ valilerinin ve onların planları çerçevesinde Nuri Dersimi özel görevlerle görevlendiriliyor. Bütün Dersimin aşiretleri, kabileleri, klanları dolaşılıyor devletin planlarına uymaya çağırılıyor. Devletin bir isteği de bir kısım Dersimlinin Elazığ ovasına yerleşip çiftçilik yapmasıydı. Nuri Dersimi ikna ettiği bazı Dersimlileri Elazığ ovasına götürüp yerleştirir. Nuri Dersimi’nin kendisine de Elazığ’da Holvenk (Şahinkaya) köyünde bir manastır çiftliğiyle birlikte hediye edilir. (7) Böylece Elazığ’a yerleştirilenlerle Dersim boşaltılmaya, direniş ocağı bir ölçüde zayıflatılmaya çalışılır. Hükümette plan çoktur, Nuri Dersimi üzerinden bazı aşiretleri yanına çekmeye çalışıp, direnen aşiretlere karşı savaştırmak ister.

Nuri Dersimi Suriye’de kaleme aldığı iki kitabında bütün Dersimi aşiret – aşiret, dağ – bayır, yayla yazar. Aşiretlerin genel nüfusunu ve silahlı insan sayısını, gücünü yazar. Kimlerin sözünün geçtiğini, kimlerin geçmediğini kimlerin kimlerle husumetinin olduğunu bilir. Adeta hem doğa hem toplum üzerinde uzman olmuştur. Osman Pamukoğlu, Mustafa Kemal Paşanın çizdiği Dersim’e karşı yapılan askeri harekat planının Trabzon’da müzede olduğunu açıklamıştı. Dersimi hiç gezmemiş olan Mustafa kemal Paşanın istihbaratı Nuri Dersimi’den aldığını ve harekat planını ona göre çizdiğini söyleyebiliriz.

Hükümet, seyit Rıza ve arkadaşlarını idam eder, halkı katleder, sağ kalan masum, savunmasız halkı ülkenin bütün bölgelerine sürgün ederek mecburi ikamete tabi tutarak asimilasyonu devam ettirir. Hükümet birlikleri Dersim direnişçilerini katlettiği gibi bu ihanetçi, işbirlikçi, ajan – provokatörleri de ortadan kaldırma yolunu tutar. Topal Osman en korkunç katliamları yapmış, derin devletin en önemli vurucu adamlarından birisiydi onu bile Ankara, Çankaya’da ortadan kaldırdılar.

Nuri Dersimi sıranın kendisine geldiğini anlayınca kaçmaya çalışır. Önce İstanbul üzerinden Avrupa’ya kaçmaya çalışır olmayınca Suriye’ye kaçar. Suriye bölgesinde önce Fransız bölgesine (Hatay) yerleşir Fransızların bu bölgeden çekilmesinden ve T.C. birliklerinin gelişinden sonra Suriye’ye geçer. Sonra Ürdün’e gider tekrar Suriye’ye döner, veterinerlik yapar, hatıratını yazar, Kürtlerin kurduğu Hoybun cemiyetine katılır.

Sonuç:
Bu konuda makale, kitap yazan Haydar Beltan, 05 – Haziran – 2020 tarihinde sosyal medyada Hüseyin Aygün’le yaptığı söyleşide, Nuri Dersimi’yi ‘’yanlış yönde olan Dersimi bir değer’’ olarak tanımlamıştır. Söz konusu söyleşinin sonunda Hüseyin Aygün ‘’burada bir çelişki var Nuri Dersimi hem yanlış birisi hem Dersim’in değeri nasıl olur ?’’ diye sormuştu. Beltan’sa ‘’yanlışlığı zamanla netleşecektir’’ deyip, ‘’yalnız onun Dersime giydirdiği gömleği giymeyelim’’ demiştir.

Nuri Dersimi, yanlış yönde değerse bu adam Dersim’in değeri olamaz. Hem Beltan’ın hem benim görüşüme göre Nuri Dersimi’nin Suriye’de yazdığı iki kitap Dersim olaylarıyla örtüşmemektedir. Nuri Dersimi, kitaplarında baştan sona abartıya ve çarpıtmaya gitmiştir. Nuri Dersimi, Dersim olaylarını adeta beş yüz bin kişinin öldüğü Çanakkale savaşı gibi bir savaşa benzetmiş, kendisini de o savaşın, direnişin içindeymiş gibi anlatmaya çalışmıştır. Söz konusu her iki kitapta Dersim – Zaza kimliği de tamamen çarpıtılmış, ters yüz edilmiştir. Günümüzde Zaza özgürlük hareketi onun ortaya koyduğu hataları, yanlışlıkları, abartıları düzeltmek için var gücüyle çabalamaktadır.

Nuri Dersimi ilk önce İstanbul’da yargılandığı davadan hemen beraat ettiriliyor. O büyük ölçüde ajanlığa burada başladı. Ajanlığını öğrenci örgütlerinde başlayıp Kürdistan Teali Cemiyetinde sürdürdü. Bir ihbar üzerine yakalanıyor, yargılanıyor hemen af ediliyor arkasından devlet görevine atanıyor.

Sivas Koçgiri’de tekrar tutuklanıyor M. Kemal Paşanın emriyle serbest bırakılıyor. Güya Koçgiri direnişçi önderleriyle birlikte görülüyor. Devamla güya karşısına geçip savaştığı devlet tarafından yukarıda yazdığımız gibi kendisine Sivas’da çiftlik hediye ediliyor. Devlet kendisine karşı savaşan adama ne diye çiftlik hediye etsin ?

Elazığ’da devlete iyi hizmetlerinden dolayı kendisine hükümetçe çiftlik hediye ediliyor.

Her gittiği yerde kendisine çiftlik hediye edilen, devlet erkanının, protokol heyetlerinin içinde yer alan, valilerin, kaymakamların, mutasarrıfların evlerinde yatıp – kalkan, içkili, eğlenceli  ziyafet sofralarında söz konusu protokollarla birlikte yer alan, Koçan (Koçu – Koçuşağı) aşiretinin vurulmasında milis komutanı olarak görev alan, Dersimin ve Koçgiri’nin vurulmasına ön ayak olan ajan – provokatör Baytar Nuri Dersimi, ne Koçgiri’de ne de Dersim’de ulusal kahraman olamaz…

Suriye’ye geçmiş olan Nuri Dersimi, devlete olan hizmetlerinin karşılığında kendisine vaad edilen vaadler yerine getirilmediği ve üstelik de ülkeden kaçmak zorunda kaldığı için küskündür, tepkiseldir yada kafayı yemiştir. İstanbul’da ki öğrencilik yıllarından itibaren devlete çalışan ajan – provokatör, özel savaş elemanı Nuri Dersimi Suriye’ye geçtikten sonra Kürdistan, Kürdistan, Kürdistan, intikam, intikam, intikam diye naralar atmıştır.

1978 Dersim devrimci gençlik, yurtsever gençlik kuşağının üzerinde belli bir etkisi olan, günümüzde bu etkisi sorgulanan, garip, ilkesiz, tutarsız bir adamdır baytar Nuri Dersimi. Günümüzde bazı çevreler tarafından temcit pilavı gibi ısıtılıp - ısıtılıp, tekrar - tekrar önümüze sürülmesi onun sorgulanmasına ve bu makalenin kaleme alınmasına yol açtı.

(1) Nuri Dersimi Hatıratım Öz-Ge yayınları 1992 sayfa 15
(2) Nuri Dersimi Hatıratım Öz-Ge yayınları 1992 sayfa  26
(3) Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim Ani Matbaası Halep 1952 Sayfa 121 – 122
(4) Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim Ani Matbaası Halep 1952 Sayfa 122 – 123
(5) Nuri Dersimi Hatıratım Öz-Ge yayınları 1992 sayfa 110 / Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim Ani Matbaası Halep 1952 Sayfa 136
(6) Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim Ani Matbaası Halep 1952 Sayfa 262
(7) Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim Ani Matbaası Halep 1952 Sayfa 192
Recep Gül 15 – 06 - 2020

29 Şubat 2020 Cumartesi

SURİYE İÇ SAVAŞI


Doğru haber akışını yakalayamadıkça Suriye iç savaşı üzerine yorum yapmak zor. TC hükümeti kayıplarını gizlemeye çalışıyor, hal böyle olunca kayıplarla ilgili doğru habere, doğru bilgiye ulaşmak zor. Suriye rejimi denilen rejim de kendi kayıplarını gizlemeye, karşı tarafın kayıplarını abartmaya gittiğini söyleyebiliriz.

Önceki günkü Suriye rejiminin İdlip’te ki saldırısında 33 asker kaybedildi yani öldürüldü denildi, sonra sokakta 39 denildi, sonra sosyal medyada 165 denildi. Tabi bir o kadarda yaralı var. Hangisi doğru olursa olsun ciddi bir kayıp demektir. Bu olay olduğunda TC hükümeti hemen interneti kesti, internet kesilince halk da kaybın çok büyük olduğuna inanmaya başladı. Bu kayıplar bütün yurtta infial yarattı. TC basını ve yandaş basınından haberler geldiğinde eğer doğruysa hem kayıplar açıklandı hem de Suriye rejimine son 18 gün içinde 2300 civarında kayıplar verdirildiği açıklandı.

TC hükümeti, komşu ülke topraklarına epey zamandır girmiş ve o ülkenin askeri birliklerinin saldırılarında peşpeşe kayıplar vermeye başlamıştı. Vaziyete bakılırsa TC hükümetinin Suriye iç savaşında desteklediği birimler her alanda kaybetmeye başladı. Bu birimler mevcut pozisyonlarını bile koruyamaz hale geldiler. Geçtiğimiz yıllarda Suriye’nin güneyinde pozisyonlarını kaybeden radikal İslamcı örgütler Erdoğan’ın diplomasi çabalarıyla İdlip’e getirilmişti. Yani İdlip başka bölgelerde bitmek üzere olan veya yenilmiş birimlerin en son toplandıkları yer oldu. Bütün birimler İdlip’e yığılmış olmasına rağmen muhalif Erdoğan destekli birlikler günümüzde çok zayıf kalıyor.

Şam rejiminin arkasında bir zamanlar Çin vardı şimdilerde geri durmuş görülüyor. Başka Rusya var, İran var, haydi İran neyse o pek güçlü bir ülke değil, Rusya’ysa askeri olarak çok güçlü bir ülke. TC hükümeti, karşısında sadece Şam rejimi olsa Suriye’yi dümdüz eder ama arkada Rusya olması TC’yi açmaza sürüklüyor. TC hükümeti Suriye’de verdiği her kayıptan sonra hemen Rusya’yla diplomasi yollarına başvuruyor ama kötü gidişi bir türlü önleyemiyor. Konuyu uluslar arası platforma götürse TC başka ülke topraklarında olduğundan hoş karşılanmayacağı belli. Üstelik batı Avrupa ülkeleri Barış Pınarı harekatına da karşı çıkmışlardı.

TC hükümeti ABD ile sürdürdüğü diplomasi trafiğinde başarılı oldu PKK-PYD güçlerinin ve ABD birliklerinin Kuzey Suriye sınırından daha güneye gitmelerini sağladı. TC hükümetiyle Rusya arasında ki ilişkilerin tarihteki en iyi döneminde olmasına rağmen diplomaside başarı sağlanamıyor. Başka yerlerde (Libya gibi) kendisinin dışlanmasını bir türlü hazmedemeyen Rusya Suriye konusunda bütün bu iyi ilişkilere rağmen hem TC hükümeti karşısında hem de bütün taraflar karşısında geri adım atmak istemiyor.

Suriye iç savaşı başlamadan önce Esad Türkiye’ye geldiğinde Erdoğan’la araları çok iyiydi. Ailece Ak deniz sahillerinde basına pozlar vermişlerdi. Sonra Suriye iç savaşı başladığında Erdoğan Suriye’yi ele geçirme planları yaptı ve Şam’da Cuma namazı kılacağız dedi. Erdoğan’a Rusya ve İran tarafından defalarca Şam’la anlaş diye öneriler getirildi ama Erdoğan bunları kabul etmedi.

ABD, TC hükümetini epey üsteleyerek Suriye PKK-PYD siyle anlaştırmaya çalıştı anlaşamadılar. TC hükümeti Şam’la anlaşmadı, PKK-PYD ile anlaşmadı anlaşa anlaşa İdlip’te ki kaybetmek üzere olan muhalif birliklerle anlaştı. Ama onlar da ha bugün ha yarın bitecekler. Ondan sonra TC hükümeti Suriye’de kimi muhatap alacak ? TC hükümetinin içeride zayıflamış, bitmek üzere olan bir tehlike PKK-PYD ile anlaşması imkansız gibi görülüyor. Barzani gibi Irak’ta lokal bir yapıda olan KDP çevresi olsa anlaşabilirdi. Hatta Barzani’nin Suriye kolunun Suriye’ye sokulmasını ve PKK yerine KDP yapılarını ikame etme anlayışı vardı.  Belki de sevilsin sevilmesin TC hükümetinin Şam rejimiyle anlaşması gerektiği görüşü bir alternatif olarak duruyor.

TC hükümeti ve Erdoğan’ın önünde iki yol var ya tam bir savaşın içine girecek ya da Suriye’den geriye çekilecek. Gözetleme kulelerine koyulan askeri birlikler ve onların ikmal yolları açık hedef halindeler. Askere sadece orada bekle dersen asker orada beklerken açık hedef haline geliyor. Yukarıda yazdık Şam rejimine şu kadar kayıplar verdirdik söylemi pek gerçekçi görünmüyor. Çünkü Şam birlikleri ilerleyerek İdlip’in yarısına kadar girmişler ve oralarda hakimiyet kurmuşlar. Eğer TC hükümeti İdlip'te geri adım atarsa Barış Pınarı, Fırat Kalkanı, Afrin, Cerablus gibi yani grup grup yaptığı diğer operasyonları da tehlikeye girer. Hatta içeride yıllar önce oldu bittiyle Türkiye'ye eklenen Hatay bile tehlikeye düşer.  

Bir çok ülkenin taraf olduğu Suriye iç savaşına bir çözüm bulunmazsa mevcut kargaşa ve kaos hali sürüp gider. Bu da aslında Suriye’nin iyice zayıflamasını isteyen, Suriye iç savaşına çözüm istemeyen İsrail’i memnun eder. İsrail Orta Doğu’da kendisine muhalif olan hiçbir ülkenin güçlenmesini ve karşısına çıkmasını istemiyor.

En son gelen haberlere göre gene sınır boylarına TC askeri birlikleri sevk edilmiş. İdlip’te şu kadar rejim askerini, şu kadar tankını, şu kadar topunu imha ettik deniliyor. 

Şam’da Esad’ların iktidarı bir askeri darbeyle kuruldu. Bu aile Suriye’de alevi azınlığa mensup bir aileydi. Suriye toplumunun çoğunluysa suni Müslüman bir topluluktu. Bu alevi azınlığa ait ailenin Suriye’nin başında olması o ülke seçimlerinin dürüst, adil ve demokratik olmadığını gösterir. Gerçekten de Suriye iç savaşından beri Suriye halkının büyük bir bölümü Esad yerine Erdoğan’ın yanına kaçıyor. Esad ailesi, Suriye halkı, Suriye seçmeni tarafından sevilen bir aile olsaydı halk bu aileden kaçmazdı. Ülkenin büyük bir çoğunluğu mülteci olduğu halde Esad’ların yanında kendisi gibi küçük bir alevi grubundan başka kimse yok. Esad ailesinin bölgesinde dahil olduğu savaşlarda en önemli kaygısı kendi iktidarını kendi halkına karşı korumaktır. PKK ve Apo’yu yıllarca onun için Lübnan’da Şam’da besleyip iki ülke arasında ki su sorunları da dahil) Türkiye üzerine saldırttılar. 

Sonuç olarak TC hükümeti Suriye iç savaşına ya tam olarak girecek ya da geriye çekilecek. Suriye iç savaşına doğrudan dahil olmanın bedelleri de var, o bedeller göze alınırsa hiç durulmasın. Şam rejiminin arkasında duran Rusya’yla sürdürülen diplomaside başarı yok. Böyle giderse TC hükümetini Suriye iç savaşında zor günler bekliyor..

Suriye’ye gelince ekonomisi çökmüş ve 9 yıldır iç savaşın içinde olan ülke iç savaş bitse bile uzun yıllar kendisini toparlayamaz. Şimdiye kadar ne kadar dış borç yaptıysa iç savaş sonunda da kendisini borçla yaşatmak zorundadır. Bu da Suriye’de doğan çocuğun borçlu doğması demektir.

Bırakalım devletlerarası savaşta yer almayı Suriye, Şam rejimi sıradan bir örgütün karşısında bile savaşamayacak durumdadır.

Neresinden bakarsan bak elini ateşe sokmayan İsrail her durumda kazanıyor…

29 – 02 – 2020
Recep Gül

6 Ocak 2020 Pazartesi

Dost olsun olmasın ölen birisinin (Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani gibi) arkasından gözyaşı dökmek moda oldu…


1 – ABD ile İran arasındaki gerilim, geçen hafta İran destekli Ketaib Hizbullah örgütünün, ABD askerlerinin konuşlu olduğu Kerkük'teki K1 askeri üssüne roket saldırısı düzenlemesiyle tırmandı.

31 roketle yapılan saldırıda, bir Amerikalı sözleşmeli personel ölmüş, çok sayıda Amerikan askeri yaralanmıştı. Bu saldırı üzerine ABD de örgüte ait Irak ve Suriye'deki 5 üsse hava saldırısı düzenlemiş, buna karşılık Şii milisler, ABD'nin Bağdat Büyükelçiliğine saldırmıştı.

Bölgeye asker sevk eden ABD, Irak'a da baskı uygulayarak Bağdat Büyükelçiliğinin önündeki Şii milislerin dağılmasını sağlamıştı.

(3 – 1 – 2020)  İran Devrim Muhafızları Ordusuna bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi Komutan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühendis, yanı sıra Süleymani'nin damadı ile Haşdi Şabi Halkla İlişkiler ve Protokol Sorumlusu Muhammed Rıza Cabiri, Hasan Abdulhadi, Haşdi Şabi Üyeleri Haydar Ali, Muhammed eş Şibani ve Samır Abdullah'ın  Bağdat Havalimanı'nda araçlarına ABD tarafından düzenlenen hava saldırısında öldürülmüştü…

2 – (4 – 1 – 2020) Bağdat'ın kuzeyindeki Taci Stadyumu yakınında Haşdi Şabi komutanlarını taşıyan bir konvoya daha hava saldırısı düzenlenerek, araçlardaki 6 kişinin öldürüldüğü belirtildi. Haşdi Şabi Heyeti tarafından yapılan yazılı açıklamada saldırının Haşdi Şabi komutanlarına değil sağlık ekibine karşı yapıldığı açıklandı…

3 – İran misilleme yapacaklarını açıklayıp dururken demek ki ABD benzeri saldırılarına devam edecek. Gelen bilgilere göre Trump, Twitter'dan yeni bir paylaşımda bulunarak "ABD, askeri ekipman için daha yeni 2 trilyon dolar harcadı bunları belirlenen 52 hedefe kullanacağız’’ demiştir…

4 – ABD ne kadar zalim bir devletse İran’da o kadar zalim bir devlettir. Hatta İran ABD’den de zalim bir devlettir. ABD birinci dereceden emperyalist devletse bölgede ki yerel devletlerin birçoğu da ikinci dereceden emperyalist devletlerdir. Bu devletlere artık alt-emperyalist devletler deniliyor. Bu alt-emperyalist devletler yaptıkları canililerde üst emperyalist devletlerle kıyasıya yarışmaktadırlar…

5 – ABD dünya devrimi için dünya proletaryası tarafından karşıya alınıp yıkılacak bir devlettir…

6 – ABD’de teoriyi – pratiği örgütlemeye çalışan çeşit çeşit akımlara ayrılmış devrimci sosyalist hareketler var. Ama İran’da böyle bir hareket yok. İran devrimcileri, Humeyni ve ekibinin İran’da iktidara gelmesinden sonra top yekün, tavanı da, tabanı da, kitlesi de katledilip iş makineleriyle açılan hendeklere gömüldüler. Devrimcileri katlederek İran’ı sıfırlayan Humeyni’nin adamları hala İran’ı yönetmeye devam ediyorlar…

7 - 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ne kadar kötü, ne kadar acımasız, ne kadar bela olduğunu hepimiz biliyoruz. Haklı olarak insanlık adına, özgürlükler adına o kötü yılları unutmuyoruz daima kınıyoruz. İşkenceler, idamlar, sürgünler, işten çıkarmalar, hapisler yaşandı. İran’da Humeyni ve ekibinin devrimcilere yaptığı Kenan Evren’in yaptıklarından kat kat kötüdür. Kenan Evren büyük bir kitleye mahkemeler kurarak yani bir hukuka bağlı kalarak yargılamaya, cezalandırmaya çalışırken Humeyni yargılamaya gerek duymadan insanları derhal katletti…

8 – 1978 - 1979’larda Şah’a karşı mücadele edilirken doğal olarak çeşitli akımlar yan yana geldi. İran devrimcileri de onlarda bir muhalif diye Humeyni ekibiyle yan yana geldi ve Şah’a karşı ortak mücadele verdi. Şah ülkeden kovulunca İran devrimcileri dost bildikleri, yan yana geldikleri Humeyni güçleri, Humeyni devleti tarafından ortadan kaldırıldı. Devrimci hareket önderliği bunu önceden görmeliydi, göremediyse o önderlik önderlik değildir. Dostunu düşmanını göremeyenler, ona karşı nasıl bir tavır içinde olunması gerektiğini bilmeyenleri tarih affetmez… 

9 – Günümüzde İran halkı iktidara karşı ekonomik – demokratik mücadele vermektedir ama bu mücadeleye öncülük edip zafere götürecek devrimciler yok çünkü hepsi katledilip kepçelerle çukurlara gömüldü…

10 – Sosyal medyada Şah döneminde kadınların modern giyim kuşam içinde olduklarını Humeyni gelince kadınları kara çarşaf giymeye zorlandıklarını Humeyni devletinin, polisinin sokaklarda tek başına kadın halinle dolaşamazsın diye kadınları sopayla döverek hizaya getirdiğini paylaşıyoruz, paylaşılanları görüyoruz. Karanlık sadece giyim kuşamda değil, kültürde, kafaların içinde de yaratılmaya çalışılıyor. Devamla kadını boynuna kadar toprağa gömüp taşla öldürerek ne kadar cani, ne kadar insanlıktan nasibini almadıklarını gösteriyorlar. Kadının başına gelenler mesela yerine göre tecavüzcüsü olan bir alçağı öldürmesinden dolayıdır. Yani tecavüzcünün yargılanıp mahkum edilmesi gerektiği yerde mağduru yani kadını kadın olduğu için yargılayıp, taşlayıp linç ediyorlar. Buna da adalet diyorlar…

11 – Bizler krallığa, şahlığa hep karşı çıktık, çıkacağız da ama Humeyni’yle Şah iktidarını karşılaştırdığımızda çok kan döktüğü halde şahın daha Humeyni’den daha demokratik olduğunu görüyoruz. Şahın iktidarı altında kadın da devrimci harekette daha özgür, daha örgütlü, istek ve beklentileri yolunda daha muhalefet edecek ortam buluyordu. Humeyni iktidara gelince cumhuriyet kuruyorum adı altında İran toplumunu alıp geriye, karanlığa doğru götürüyor. Humeyni, toplumu, toplumsal örgütlenmelerini, aydın, ilerici, demokratik, geleceği kuracak olan dinamiklerini ortadan kaldırıyor.  

12 – Türkiye’ de başında Hüseyin Velioğlu’nun olduğu Kürt Hizbullahı vardı. Şimdilerde legale çıkıp Hüda – Par’ı kurmuşlar diye biliniyor. Eskiden bu örgüt kendi üyeleri de dahil bir çok kişiyi kaçırıp hücre evlerinde günlerce işkence ettikten sonra kurbanlarını katledip evlerin bahçelerine gömüp üzerine beton dökmüştü.

Bu Hizbullah örgütü, Kasım Süleymani'nin, İran’ın besleyip, eğittiği Türkiye’de ki yavrusuydu. Gonca Kuriş Mersin’de bir Hizbullahçıydı. Ailesinin gitmemesi için yaptığı uyarıları bir kenara itip İran’a gitmişti. Gonca Kuriş, hem İran-Humeyni hem Hizbullah taraftarıydı. Bu kadın zamanla feminist Kadın hareketlerinden etkilenerek islamda kadın hakları, kadın özgürlükleri konularını televizyonlara çıkarak dile getirmeye çalıştı. Sonraları Hizbullah örgütü bu kadını Mersin’den kaçırarak Konya’ya hücre evlerine getirdi. Gonca Kuriş Konya’da ki hücre evlerinde 35 gün süren video kayıtlı işkencelere maruz kaldıktan sonra Hizbullah militanları tarafından katledilip katledildiği evin altına gömüldü.

Bunun gibi örnek çok Hizbullahın bütün hücre evleri bir işkence ve ölüm evine dönüşmüştü. Gonca Kuriş örneği sadece sıradan bir örnektir.

Kasım Süleymani’nin İran dışında (Irak – Suriye – Lübnan – Yemen – Afganistan gibi) yönettiği örgütler bu Velioğlu’nun Hizbullah örgütü gibi cani, işkenceci, katliamcı örgütlerdi.

Hizbullah’ın ve Süleymani’nin yaptıklarını savunanlar masum ve savunmasız insanlara karşı yapılan işkence ve cinayetleri de savunmuş oluyorlar. İnsanım diyen birisi bu örgüt kişi ve kurumları işkence ve cinayetleri savunamaz. Savunanları sonuna kadar eleştirmeye hakkımız var…

13 – İsrail’in ABD’yi etkileyerek Orta Doğu’da kendisine rakip olabilecek (Suriye, Irak, İran gibi) ülkeleri başarılı bir şekilde zayıflattığını biliyoruz. Özellikle İsrail, Şii – İran – Humeyni  rejiminin yerinde kalmasını suni İslam dünyasına karşı bir denge olmasını istiyor. İran denilen ağaç çok yayılırsa dalını budağını kesiyorlar ama kurumaya yüz tutarsa köküne bol su verip yaşatıyorlar. O küçücük İsrail Orta Doğu’yu böyle parmağında oynatıyor… 

14 – Hangi ülke devrimcisi olursak olalım, Orta Doğu devletlerinin değil halklarının yanında olacağız, ABD devletinin değil halklarının yanında olacağız, Avrupa devletlerinin değil halklarının yanında olacağız…

15 – Devrimci hareket, İran’da olduğu gibi hangi ülkede, nerede olursa olsun boynunu koparacak olanların önüne boynunu uzatmamalı...

16 – Anadolu Aleviliğiyle İran - Humeyni - Şia anlayışını bir biriyle karıştırmamak gerekir...

Recep Gül - 06 – 01 - 2020

1 Mayıs 2014 Perşembe

DERSİM’İN ŞECERESİ (XIV) SEYFİ CENGİZ

DERSİM SORUNU (ÇALDIRAN’DAN 38’E)
DERSİM ULUSLAŞMASININ ÜSTÜNDE YÜKSELDİĞİ TEMELLER 13.-16. YÜZYILLAR ARASINDA KIZILBAŞLIK SAYESİNDE ATILDI
Dersim uluslaşmasının önünü açan Geç Dersimliler’in Dersim’e göçü ve beraberinde getirdikleri Kızılbaşlık inancını Erken Dersimliler’e benimsetmeleri oldu. Bu Geç Dersimliler arasında Babailer (Babalar) ve Kızılbaşlar (Safeviler) da vardı. Bunlar Dersim geleneğinin Seydanlılar dediği gruptur. Kızılbaşlığı Dersim’e benimsetenler onlardı.
Dersim’in Erken ve Geç halk tabakalarını birleştiren Kızılbaşlık oldu. Geç Dersimlilere (sonradan gelenlere) kendi adlarını veren Erken Dersimliler, bu inancı olduğu gibi değil, kendi inançlarından birşeyler katarak benimsediler.
Bu süreç, 13. ve 15. yüzyıllar arasında yeraldı.
Sürecin başını merkezlerini Batı İran, Irak, Harran ve Karaman‘dan Dersim‘e taşıyan ocaklar çekiyordu.
Dersim uluslaşmasının üzerinde yükseleceği temeller, işte bu dönemde, Dersim coğrafyasının kendisinde, Dersim adı etrafında atıldı.
Başlangıçta “Kızılbaş Sorunu“ adını taşıyan “Dersim Sorunu“ da bu aynı tarihlerde başladı.

İSLAM DÜNYASI KIZILBAŞLIĞI İSLAMDAN AYRI BİR DİN OLARAK GÖRÜYOR VE ONA KARŞI CİHAD ÇAĞRISI YAPIYORDU
1473 yılında Şah Hasan (Uzun Hasan)‘ın Otlukbeli Savaşı’nda Osmanlı padişahı Fatih karşısında aldığı yenilgi, fiili planda Dersim’in de yenilgisi anlamına geldi.
Akkoyunlu imparatorluğunda yönetim 1501/2‘de Kızılbaşlar‘ın eline geçti. Kırmanciye’de Şerefname’nin deyişiyle “Kızılbaş Devleti“ kuruldu. Dönemin kaynakları bu devletin topraklarından “Mülk-ü Kızılbaş“ (Kızılbaş Ülkesi), halkından ise “Surh-u Ser Cemmi“ (Kızılbaş Cemaati, Kızılbaş Toplumu) diye sözederler.
Dersim, bu toprakların ve bu toplumun bir parçasıydı.
“Kızılbaş“ sözcüğü, İrani bir kavram olan “Surh-u Ser“in Türkçesiydi.
Kırmanciye’de hakimiyet peşinde koşan Osmanlılar, her yanda güçlü bir Kızılbaş direnişiyle karşılaştılar. Bunlardan en ünlüleri Şah Kulu ve Hasan Halife (1511) ile Nur Ali Halife (1512)‘nin önderlik ettikleri direnişlerdi. Bu direnişler kırımlarla bastırıldılar.
Ardından Yavuz Selim tarafından icra edilen Kızılbaş kırımı geldi. Bu olayda 40 bin Kızılbaş yaşamını yitirdi. Osmanlılar tarafından icra edilen Kızılbaş kırımlarının ilk perdesi böyle açıldı. Onu Çaldıran Savaşı içinde tanık olunan bir diğer Kızılbaş katliamı izledi (1514).
Dönemin Kızılbaş kaynakları Çaldıran Savaşı’nı Kerbela Savaşı (680)‘nın bir devamı olarak tanımlarlar. Bir öncekindeki gibi, bu katliamda da Dersimliler çok kan kaybetti. Çünkü bu savaşta Dersimliler Şah İsmail’in yanıbaşında Osmanlılar’a karşı dövüştüler.
Yavuz Selim’in hedefi İran’ı zaptedip “İslam birliği“ adına Kızılbaşlığı ortadan kaldırmaktı. Yavuz’un Kızılbaş kırımı ve Çaldıran seferi öncesinde kaleme alınan fetvalar Kızılbaşlar’a karşı savaşın “din düşmanları“na karşı bir savaş olacağını ve “cihad“ sayılacağını ilan ediyorlardı. Kürt önderleri İdris-i Bitlisi ve Şerefhan, çatışan taraflardan “İslam ordusu“ ve “Kızılbaşlar“ diyerek sözediyorlardı. Bu dönemin Müslüman otoriteleri Kızılbaşlar’ı Müslüman olarak görmüyor, Kızılbaşlığı “Sapkınlık“ ve “Dinsizlik“ olarak tanımlıyorlardı.
Bugün Alevilik adı altında Bektaşilikle birlikte İslam’ın bir mezhebi gibi gösterilmek istenen Kızılbaşlık, bu ilk evresinde Müslüman dünyasında İslam-dışı bir din veya dinsizlik olarak görülüyordu.

SADECE DERSİM 38‘E KADAR OTONOM VARLIĞINI KORUYABİLDİ
Otlukbeli (1473) ve Çaldıran (1514) yenilgileri Dersim tarihinin seyri ve Dersim uluslaşması üzerinde oldukça olumsuz etkilerde bulundular. Çaldıran’ı takiben Kırmanciye’de Kızılbaş yönetimi son bulmuş, Osmanlı hakimiyeti kurulmuştu. Bu tarihte ve sonraki süreçte sadece Dersim, özellikle İç-Dersim kendi otonom varlığını koruyabildi. Dersim’in bu fiili statüsüne son veren 1938 soykırımı oldu.
Dersimli, 38 kırımını Kerbela’nın ve Çaldıran’ın bir devamı gibi görür.
Dersim uluslaşması, Çaldıran’dan 38‘e kadarki 500 yıllık meşakkatli tarih yolculuğunda pekişti. Bu yolculuk boyunda Celaliler’e adını veren ünlü Şah Celal’in, onu takiben de Şah Veli (1519) ve Kalender Çelebi (1527)‘nin direnişlerinden, sonraki yüzyıllarda patlak veren diğer Kızılbaş direnişlerinden ve bunları izleyen sayısız kırımlardan dolaylı ya da dolaysız şekilde yakından etkilendi.
İç-Dersim, bu süreçte, Anadolu’da Kızılbaşlığın mihrakı/merkezi olmuştu. Kızılbaş toplumunu, özellikle Kırmancki ve Kırdaski konuşan Kızılbaş nüfusu beş asır boyunca birarada tutan, merkezleri Dersim’de bulunan ocaklardı.
Çaldıran’dan 38’e dek Kızılbaş toplumunu birarada tutan Dersim ocakları belirli bir otonomiye sahipti. Resmen tanınmamış bile olsa fiilen dinsel (veya dinsel-kültürel) bir otonomi mevcuttu.

DERSİM SİSTEMİ: OTONOM DERSİM VE DERSİM KOMÜNÜ
Otonom Dersim’de 38‘e kadar birçok aşirette Komün hayatı vardı. Dersim Komünü’nü vareden koşullardan biri beş asırlık İslami kuşatmaydı, bu kuşatmanın dayattığı sürekli savunma ve direniş zorunluluğuydu. Bu özgün koşullar kavranmadıkça Dersim Komünü anlaşılmaz kalır. Dersim’de komünal yaşam tarzı ilkel aşiret evresinden çok bu koşulların dayattığı bir sonuçtu. Müslüman kuşatması altındaki Kızılbaş Dersim, ünlü ütopyalardakine benzer bir ada görünümü sunuyordu.
İç kesimlerde hemen her aşiretin kendi aşiret adıyla bilinen sınırları belli bir bölgesi vardı. Bu bölgede toprak, orman, otlak, mera tüm aşiretin ortak mülküydü. Bu bölgeden taşınan biri evini başka aşiretten birine vermezdi. O aşiretin üyesi olmaktan ileri gelen haklarını devredemezdi. Her aşiretin ve kabilenin kendi içinde bu aynı ortakçı ilişkiler egemendi. Belirli kabilelerin yerleşik bulunduğu köy toplumunda bu aynı model yürürlükteydi.

DERSİM‘DE VATAN SAVUNMASI VE ULUSAL BİLİNÇ
1514 sonrasında Dersim Osmanlı ve Kürdistan sınırları içinde görünse de fiilen bağımsızdır. O tarihte Dersim’de açık bir ulusal bilinç olmasa da, vatan/yurt savunması anlamında bir ulusal içgüdü mevcuttu. Müslüman çevrenin (Osmanlı-Kürt-Zaza) seferlerine karşı Dersim savunması bir vatan bilinci doğurmuştu. Uzun süre korunabilen bağımsız ya da yarı-bağımsız statü bu bilinci güçlendirdi. Dersim, devlet içinde devlet gibiydi. Onun bu statüsü resmi tanınma görmese de, Dersim’in kendisi de Osmanlı ve Türk otoritesini tanımamakta kararlıydı. Ne Dersim devlete, ne de devlet Dersim’e üstün geldi. Mücadele 38‘e dek bu minvalde sürüp gitti.
Tanzimat’tan 38‘e kadarki Dersim direnmeleri çağında ulusal bilinç daha açık ve net ifadeler kazandı. Rus ve Ermeni desteğinin katkısıyla Birinci Savaş içinde Ovacık’ta minyatür bir yönetim (Hokmate Kırmanciye) kuruldu. Bu yönetim ancak 1916-18 arasında yaşayabildi. Rus ordusunun geri dönüşü bu yönetimin yaşama şansını yoketti. Böylece İkinci Savaş sırasında Kızıl Ordu desteğinde İran’da doğan Mahabat Cumhuriyeti‘nin kaderine benzer bir durum ilkin Dersim’de görüldü.
Batıda Türk-Yunan Savaşı’nın sürdüğü 1920-21 Koçgiri direnişi yıllarında Tujik Dağı karşısındaki Ağdat’ta üç renkli (Kırmızı-Beyaz-Yeşil) bir Dersim bayrağı dalgalanıyordu. Bu bayrağın renkleri Dersim’in en kutsal üç rengiydi. Bu ulusal simge, ulusal bilincin vardığı aşamaya işaret ediyordu. Seyit Rıza’nın Ağdat’taki konağı bu yıllarda Özgür Dersim (Otonom Dersim)’in hükümet merkezi gibiydi. Bu yönetimin kullanımında gerektiğinde hemen toplanabilen önemlice bir ulusal milis gücü vardı.
Kürt milliyetçileri üç renkli bu Dersim bayrağını kasıtlı olarak çok sonraları Mahabad’da doğanYeşil-Kırmızı-Sarı Kürt bayrağı ile karıştırırlar. Oysa Dersim bayrağında sarı renk mevcut değildi.

DERSİM‘E KARŞI KÜRT VE ZAZA TAVRI
Çaldıran’da ve sonrasında Kürtler ve Zazalar Kızılbaşlar’a ve Dersim’e karşı Osmanlı’nın müttefikleri oldular. Kırmanciye’de Kızılbaş (Safevi) yönetiminin yıkılması ve Osmanlı hakimiyetinin kuruluşunda önemli rol oynadılar. Çaldıran sonrasında Osmanlı desteğindeki fetihler yoluyla pek çok yeri Kızılbaşlar’dan aldılar, bu süreç boyundaki Kızılbaş kırımlarında belirli bir rol üstlendiler.
Dersim ve Kızılbaş direnişleri ilkin Osmanlı-Safevi (İran) savaşları sürecine, daha sonra da Rus-Osmanlı savaşlarına paralel bir seyir izlediler.
Osmanlı-Safevi savaşları peryodunda Dersim Sorunu Kızılbaş Sorunu'nun bir parçası iken, Osmanlı-Rus savaşları sürecinde Dersim için “Milli haklar“ talebi gündeme girer.
Dersim’in “milli haklar“ talep etmeye başladığı Osmanlı-Rus savaşları peryodunda da Dersim’e karşı Kürt veya Zaza tavrında bir değişiklik görülmez. Bu tutum 38 Dersim soykırımına kadar böyle devam eder. Örneğin 1853-54‘te Ruslar’la savaşa tutuşmadan önce Dersim’e saldıran Osmanlı ordusu ile işbirliği içindeler. 1908‘de Cibran aşiretinden oluşan Hamidiye Alayı, Osmanlı ordusu ile birlikte Koçan direnişini bastırma seferine katılır. 1916 Dersim direnişinin bastırılması sırasında da Kürt ve Zaza aşiretlerinden milisler kullanılır. 1916‘da Ovacık’ta oluşan özyönetimin yıkılmasında Kürt Hamidiye Alayları’nın yanında Gökdereli Şeyh Şerif’in kumandası altındaki Zaza aşiret milisleri de görev almıştır.
Kürt milliyetçilerinin Dersim’e bakışında bu arkaplanın bugün bile öğretici bir değer taşımaması düşündürücüdür. Zaza milliyetçilerinin Dersim’e bakışı da ne yazık ki bundan farklı değildir.

PSD KENDİ PROGRAMININ BAŞINA DERSİM MUHALEFETİNİN GELENEKSEL TALEBİNİ YAZMIŞTIR
Dersim muhalefetinin Dersim için geçmişte “Milli haklar“ talep ettiğini biliyoruz.
Dersim muhalefetinin temel ulusal talebi uzun tarihi boyunca zaman zaman bağımsızlık (1916 Dersim direnişi ve 1920-21 Koçgiri hareketi yıllarında), ama genelde otonomi olmuştur.
PSD de Dersim için bir özyönetim talep etmektedir. Bence ayrılma hakkı saklı tutulmak kaydıyla bu özyönetim talebi günümüz koşullarında OTONOM DERSİM biçiminde formüle edilebilir.
Partimiz Dersim‘in kendi dinsel, kültürel, sosyal, iktisadi ve siyasal yaşamı üzerinde otonomiye sahip olmasını istemelidir. Bu, yalnızca dinsel-kültürel alanla sınırlı olmamalı, siyasal alanı da kapsamalı, siyasal hakları içermelidir. Özcesi laik ve demokratik bir politik otonomi talep etmeliyiz. Bu otonomi Dersim’in kendisinde lokal bir parlamento ve hükümeti içermek zorundadır.
Mustafa Kemal’in imzasını taşıyan Amasya Protokolü (1919)’nün gizli bölümlerinde Dersim’in otonomi talebinin tanındığına ilişkin duyumlarımız vardır. Ama bu gizli metinlere henüz ulaşamadığımız için kesin konuşacak durumda değiliz.

Bu bilgi doğruysa, TC devleti için bir bağlayıcılığı olmak zorundadır.

DERSİM’İN ŞECERESİ (XIII) SEYFİ CENGİZ

1021’de Deylemiler Ermenistan’a girdiler. Bu istila ağırlıkla Kafkasya üzerinden gelişti. Yaklaşık aynı sıralarda Selçuk akınları da başladı. Malazgirt’te Bizans savunmasının çökmesi ile birlikte fethedilen topraklarda çeşitli beylikler yükseldi.
Selçuklular sonrasında Kırmanciye topraklarında sırasıyla Moğollar, Timuriler, Kara ve Ak Koyunlular, Safeviler ve Osmanlılar göründüler. Bu istilalar boyunda Dersim’de en süreklilik gösteren oluşum Çemişgezek Konfederasyonu’dur.
Dersimliler’in adı geçen güçlerle ilişkileri bu konfedersyonun tarihinde saklıdır.
Başka deyişle, Çaldıran Savaşı (1514)’na öngelen dönemde Dersim coğrafyasındaki en önemli oluşum Çemişgezek Beyliği’dir.
Bu nedenle bu beyliğin tarihi üzerinde özetle durmak zorundayım.

ÇEMİŞGEZEK BEYLİĞİ
Şerefname’de bu beyliğin tarihi anahatlarıyla anlatılmıştır.
Şeref Han’ın kayddettiği geleneğe göre Çemişgezek beyleri Saltuklular (1071-1202)’dan gelmedir. Erzurum başkentli Saltuklular Beyliği’nin emirlerinden Melkiş (Melik Şah)’in soyundan geldikleri için “Melkişiler” olarak bilinmişlerdir.
Şeref Han’ın Melkiş (Melik Şah) dediği emir, İzzeddin Saltuk’un torunu, Nasıreddin Mehmet’in de oğludur. Nasıreddin Mehmet, Doğu Dersim’de izleri henüz yaşayan, adı türkülerimizde de geçen ünlü Mama Hatun’un kardeşidir. Kaynaklar O’nun oğlu Melkiş (Melik Şah)’ten Ali Şah, Melik Şah, Rükneddin Melik Şah veya Alaeddin Melik-Şah gibi ad ve ünvanlarla sözederler. 1190-1200 tarihleri arasında yaklaşık on yıl yönetmiş olan Saltuklu emiresi Mama Hatun’dan hemen sonraki yöneticidir (1200-1202).
Selçuklular’dan bağımsızlaşma girişiminde bulunan Melkiş (Melik Şah), bu girişimi yüzünden patlak veren savaş sırasında kendi başkenti Erzurum’u yitirir. Erzurum Selçuklular’ın işgali altına girer. Ama önemlice bir bölümü daha önce de Saltuklu devletine dahil olan Mamekiye (“Tunceli”), Mıcıngerd (Sarıkamış-Pasinler arasındaki bölge) ve diğer topraklarda Saltuklular’ın direnişi devam eder. Dersim dağlarına çekilen Melik Şah, burada Çemişgezek Beyliği’ni kurar. Şerefname’ye göre Çemişgezek beyliğinin sonraki yöneticileri de onun soyundandır.
Böylece Çemişgezek Beyliği’nin gerçekte 1071/2’de kurulduğu söylenen Erzurum merkezli Saltuklular Beyliği’nin bir devamı olduğu anlaşılıyor. Sadece başkenti Erzurum’dan Çemişgezek’e taşınmış gibidir.
İlki 1202 yılında sona ermiş, çok geçmeden diğeri başlamıştır.
Şerefname, bu beyliğin 32 kale ve 16 nahiyeyi kapsayacak denli büyük olduğunu kayddederse de, bu yerlerin hepsini saymaz. Mıcıngerd gibi Erzurum’a bağlı bazı bölgelerin yanısıra başka kaynaklardaki bilgilere göre Malatya ve Harput’unda da bir dönem boyunca Çemişgezek Beyliği’ne dahil oldukları anlaşılmaktadır.
Çemişgezek Beyliği’nin 13’üncü yüzyıl başlarında doğduğu hemen hemen kesindir. Ama eldeki veriler bu beyliğin başlangıcı konusunda kesin bir tarih vermek için henüz yeterli değildir. Saltuklular’dan bu yüzyılın en ünlü isminin Babai önderlerinden Sarı Saltuk olduğunu biliyoruz. Şeref Han’ın Melkiş (Melik Şah) olarak referans verdiği kurucunun Sarı Saltuk olması olanaksız değildir. Saltukname’de anlatılanların Babai ayaklanmasının yanısıra Saltuklu ve Çemişgezek beyliklerinin öyküsü ile ilişkisi de kurulabilir.
Şerefname’deki bilgilere göre bu beyliğin yöneticileri ve onlara bağlı olanlar yukarıda sözü edilen Melik Şah’ın kendisinin veya onun soyundan gelen ve yine Melkiş (Melik Şah) diye bilinen kurucu şahsın adından dolayı Melkişiler diye bilinmişlerdir.
Kirzioğlu’nun aktardığı bir geleneğe göre, Saltuklular Çanestan (Eski Dersim)’ın yerlileridir. Onların bölgeye Malazgirt savaşı sonrasında geldikleri doğru değildir. Örneğin “Tevarih-i Cedid-i Mirat-ı Cihan” adlı eserde onların daha 941/942 yılında Eski Dersim (Tzanica)’in Pasin-Erzincan-İspir gibi bölgelerinde bulundukları kayddediliyor (aktaran Kars Tarihi, Kirzioğlu).
ÇEMİŞGEZEK BEYLİĞİNİN BAZI YÖNETİCİLERİ VE DÖNEMLERİ HAKKINDA ÖZET BİLGİLER

TACEDDİN YALMAN (BELAN, BALAN, 1389?-1402/1460?)
Benim ulaşabildiğim verilere göre Emir Yelman, Timur’un 1393-1394 Anadolu seferi sırasında Erzincan emiri Tahirten (Mutahharten)’e bağımlıdır. 1394’te Tahirten’le birlikte Timur’la görüşüp bağlılık bildirmiştir. 1389’da Tahirten ile Akkoyunlular arasında barışı sağlamak için arabuluculuk yapar. Timur ve Bayezid arasında 1402 yılında yapılan savaş sırasında Timur’a tabidir (Bk. Prof. Dr. Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar, cilt II, s. 162-296).
Üstündeki yazıtta Timur döneminde Taceddin Yalman (Taceddin Yalmak) tarafından yaptırıldığı kayıtlı olan Çemişgezek’teki Yelmaniye Camii’nin onun adını taşıdığını düşünüyorum.

BİRİNCİ ŞAH HASAN (1460?-1473?)
Şerefname’ye göre bu emir zamanında Akkoyunlu Uzun Hasan Hırbendelu aşiretiyle Çemişgezek Beyliği’ni istila etmiş, beyliği ondan almıştır.
Çemişgezek’in hangi Akkoyunlu yöneticisi tarafından, hangi tarihte istila edildiği çok net değildir. Bazı kaynaklara göre bu istila 14’üncü yüzyıl başlarında, bazılarına göre de 1433 veya 1461 yılında yeralmıştır. Dolayısıyla sözkonusu istila sırasında Çemişgezek emirinin kim olduğu da kesin değildir.
Fatih Sultan Mehmet ile Uzun Hasan arasındaki savaş sırasında Çemişgezek emiri bu Şeyh Hasan’dır (1461). Uzun Hasan tarafından elçi olarak Fatih’le görüşmeye yollanan heyetin başkanıdır. Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun da bu heyettedir.
Bu Çemişgezek emirinin adı bazı kayıtlarda “Şeyh Hüseyin” olarak verilir.

MANSUR SUHRAB (1476?-?)
Birinci Şah Hasan’ın oğlu ve halefi. Minorsky, onun adını “Mansur Suhrab Bey” olarak tespit eder. Bacısı ya da kızı Akkoyunlu sultanı Halil’le evli. Akkoyunlu Halil’in İran’ın Fars eyaleti valisi olduğu sırada düzenlenen bir geçit töreninde kendisinden “Büyük Emir” olarak sözedilen Mansur Suhrab da hazır bulunmuştur (1476).
(Bk. Minorsky, A Civil and Military Review in Fars İn 1476).

HACI RÜSTEM (ölm. 1514)
Mansur Sohrab’ın oğlu ve halefi.
Uzun süre Kemah’ı yönetti. Fatih Sultan Mehmet’in 1473’te Kemah Kalesi üstüne seferi ve Uzun Hasan’la savaşı sırasında Kemah Kalesi’nin Fatih’e teslim edilmesini engelleyen kişi olarak bilinir (Bu olay için bk.Naşit Uluğ).
Sonraları Kemah da dahil olmak üzere Çemşgezek yönetimini Şah İsmail Safevi’nin halifesi Nur Ali Halife’ye (ölm. 1512) bırakıp İran’a gitti. Kendisine Şah İsmail tarafından Irak’a bağlı (Irak ve Isfahan yöresinde) bazı toprakların yönetimi verildi. Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’le birlikte dövüştü.
Yenilgiyi takiben Yavuz Selim’le görüşmeye gittiğinde, kendisi, torunu ve kendi aşireti Melkişiler’in önde gelenlerinden 40 kişi ile birlikte katledildi.

İKİNCİ ŞAH HASAN (PİR HASAN, PİR HÜSEYİN, 1514-1543/1544?)
Hacı Rüstem’in oğlu. Benim görüşüme göre Dersim geleneğinin Şeyh Hasan olarak referans verdiklerinden biri budur. Bu gelenekteki Irak-Mısır-Malatya seyahati onun dönüşüdür. Çemişgezek emiri Birinci Şeyh Hasan (Şah Hasan), bu Şeyh Hasan’ın büyük dedesidir.
Şerefname bu Şeyh Hasan’dan bazen “Pir Hüseyin”, bazen de “Pir Hasan” diye sözeder. Babası Yavuz Selim tarafından öldürüldüğünde Irak’taydı. Olayı duyar duymaz Mısır’a iltica edip Osmanlılar’a karşı Mısır Memlük Sultanı’nın hizmetine girmeye karar verdi. İlkin Irak’tan Malatya’ya gitti. Burada Mısır Memlükleri’ne bağlı Malatya valisi Mamay Haseki’yle görüştü. Bu görüşmede Memay Bey’in tavsiyesi üzerine Mısır’a gitmekten vazgeçip o sırada Amasya’da bulunan kendi babası ve oğlunun katili Yavuz Selim’le görüşmeye karar verdi. Bu görüşmede kendisine Çemişgezek Beyliği iade edildi. Bir ordu toplayıp Çemişgezek’e gitti. Bu sıradaki Safevi yöneticiyi yenilgiye uğratıp beyliği geri aldı. Tam 30 yıl yönettikten sonra geride 16 erkek çocuğu bırakarak öldü. Bu oğulları ve torunları hakkındaki ayrıntılar Şerefname’de mevcuttur.
16 oğlunun adları şöyledir:
Halid: Çaldıran’dan hemen sonra dedesi ile birlikte Yavuz Selim tarafından öldürtüldü.
Muhammedi: Mıcıngerd sancak beyi
Rüstem: Bölünmeden sonra Pertek sancak beyi
Yusuf
Pilten: Kanuni zamanında Mıcıngerd sancak beyi.
Keykubad
Behlül
Muhsin
Yakup
Ferhşad: Mıcıngerd’in ikinci sancak beyi. Ağabeyi Muhammedi ölünce onun çocukları henüz küçük olduğundan Mıcıngerd sancağının yönetimi Kanuni tarafından Ferhşad’a verildi.
Ali
Külay (Gülabi): Serdar Mustafa Paşa’nın Şirvan seferinde Çıldır’da öldürüldü.
Keyhüsrev: Sakaman sancak beyi.
Keykavus
Perviz
Yalman (Yaman, Süleyman).

ÇEMİŞGEZEK BEYLİĞİNİN BÖLÜNÜŞÜ VE SONRASI
İkinci Şah Hasan (Pir Hasan) öldükten sonra oğulları arasında anlşmazlıklar patlak verdi. Sonunda Kanuni Sultan Süleyman’a başvurup beyliğin kendi aralarında bölünmesine neden oldular.
Böylece İkinci Şah Hasan (Pir Hasan) birleşik Çemişgezek Beyliği’nin son emiri oldu.
Pir Hasan’dan sonraki bölünmede ilkin Mıcıngerd ve Pertek, sonra da Sakaman (Sağman) sancakları oluşturuldu. Bunlar Melkişiler’in yönetimine verildi. Çemişgezek merkez sancağı ise bu sırada Osmanlılar’ın yönetimi ve mülkiyetine geçti.

MICINGERD BEYLERİ
İlk Mıcıngerd sancak beyi Şah Hasan’ın büyük oğlu Muhammedi’dir. Onu takiben bu sancağı sırasıyla kardeşleri Ferhşad ve Pilten, daha sonra da Pilten’in oğulları ve torunları yönettiler.

PERTEK BEYLERİ
Bu sancağın yönetimi Şah Hasan’ın ikinci oğlu Rüstem’e verildi Pertek sancağının ilk beyi odur. Sonra da onun oğlu Baysungur yönetti.

SEQEMAN (SAKAMAN) BEYLERİ
Daha sonraları sancak yapılan Sakaman’ın ilk yöneticisi Şah Hasan’ın oğlu Keyhüsrev’dir. Sonra da onun oğulları ve torunları yönettiler.

Bu üç sancağın yöneticileri ve yakınları Çemişgezek aşiret konfederasyonunun da yöneticileriydi.

DERSİM’İN ŞECERESİ (XII) SEYFİ CENGİZ

ŞAH HASAN-SEYİT GELENEĞİ
Dersim geleneğinin "Şah Hasananlılar" ve "Seydanlılar" dedikleri Dersim’e daha geç dönemlerde gelenlerdir.
Onlara Geç Dersimliler dememiz bu yüzdendir.
Ama Geç Dersimliler’in hepsi Dersim içine bir defada ve birlikte gelmediler. Hepsi bir ve aynı göçe ait değiller. Bunlar 10’uncu ve 16’ıncı yüzyıllar arasında yeralan farklı göç dalgalarına aittirler.
Başka deyişle, uzunca bir sürece yayılan gelişler sözkonusudur.
Bu gelişlerin kimisi ya unutuldukları ya da pek önemli olmadıkları için rivayetlerimizde iz bırakmamıştır.
O nedenle biz kendimizi rivayetlerimizde izleri hâlâ yaşayabilen gruplarla sınırlamak, daha doğrusu öncelikle onları tespit etmek için uğraşmak zorundayız.

ŞAH HASAN VE SEYİT`İN KİMLİKLERİ
İz bırakan gelişlerden biri Mahmut Hayrani (Kureyş) öncülüğünde yapılanıdır. Bir diğeri başında kardeş oldukları söylenen Şah Hasan ve Seyit’in bulundukları göçtür.
Geleneklerimizde sözü en çok edilen gelişler bunlardır. Bunlar efsanevi değil, hâlâ hatırlanabilen tarihsel olaylardır.
O halde yapmamız gereken şey, en önce bu göçlere öncülük ettikleri söylenen kişilerin kimliğini tespittir.
Gelenek buradan başlanarak çözülebilir.
Mahmut Hayrani’nin türbesi Akşehir’dedir. Akşehir’in adı bazı kayıtlarda Kureyş Kazası olarak geçer. Burdaki türbede bulunan tabutu üzerinde adı Mahmut El-Rıfai olarak kaydedilmektedir. Bir diğer adı ise Mahmut El Harrani’dir.
Tarihi ciddi ve ayrıntılı olarak çalışanlar için bu bilgiler geleneği çözmek için paha biçilmez ipuçlarıdır. Çünkü Rıfai nisbesi derhal Rıfailer olarak bilinen tarikatı, Harrani nisbesi ise ünlü Harran kenti ve İç-Dersim’deki Haran (Hıran) mıntıkasını akla getirir. Böylece giderek artan ipuçları sayesinde olay çorap söküğü misali çözülmeye başlar.
Rıfailer adındaki tarikat Irak’ta kuruldu. Kurucusu Gilan orijinli Ahmet Rıfai’dir. Basra doğumlu olduğu için Ahmet Basri diye de bilinmiştir. Bu tarikat etrafa Irak’tan yayılmıştır. İlk yayıcıları ve halifeleri arasında Ahmet Rıfai’nin yakınları önemli bir yer tutmaktadır. 13’üncü yüzyılda Anadolu’da en etkin tarikatlardan biri, hatta belki de en etkini Rıfailiktir. Bu dönemin en ünlü Rıfai önderleri ise Ahmet Kuçek-i Rıfai (kaynaklar onu bu tarikatın kurucusu olan Ahmet Rıfai’den ayırt etmek için küçük anlamlı ‘Kuçek’ sıfatı kullanırlar) ile Mahmut Hayrani’dir.
Dersim ve Zaza Tarihi’nde eldeki bilgilerden hareketle Ahmet Kuçek-i Rıfai’nin ünlü Karaca Ahmet olduğunu ortaya koydum. Yani Karaca Ahmet (Küçük Ahmet Rıfai) ile Mahmut Hayrani (Mahmut Rıfai) kardeştirler. Onların Rıfai tarikatının kurucusu Büyük Ahmet Rıfai ile akraba olduklarını düşünüyorum. Bu düşüncemin tek dayanağı şeceresel bilgiler ve Rıfai nisbesi değildir. Cedlerinin Mahmut Hayrani olduğunu söyleyen Kureşanlılar’ın konuştukları dil ve kendi rivayetlerinde Irak’la (özellikle Kerbela ve çevresi ile) kurulan bağlantılar da önemli kanıtlardır.
Dersim’in dervişleri Kureşanlıdır. Rıfailiği tanıyanlar bu dervişlerin pratikleri (yılan, aslan ve ateş öyküleri) ile Rıfailik arasındaki bağlantıyı yakalamakta güçlük çekmezler. Bu olgu da Kureşanlılar’ın Rıfailer ile bağlantısına işaret eder.
Uzun lafın kısası Kureşanlılar, Rıfailer’dir.
Gelelim "Şah Hasan" ve "Seyit" adlarına.
Bu ikilinin öncülük ettiği göçü anlatan rivayetin değişik versiyonları mevcuttur. Bunlara Dersim ve Zaza Tarihi’nde oldukça ayrıntılı değindim.
3 Ağustos 1937 tarihli Tan Gazetesi’nde bu geleneğin değişik bir versiyonu Latif Erenel tarafından şöyle nakledilir:
"Dersimli kimdir, nereden gelmiştir, halkın menşei nedir? Bunun etrafında çok yazılar yazıldı. Birçok iddialar yürütüldü. Benim burada kısaca kaydedeceğim şey, duyduğum birkaç nokta olacaktır.......Bundan 1200 sene kadar evvel Horasan’dan kalkan Ahmet Basri, Malatya’nın bir kısmına girmiş yerleşmiş, oğulları Şeyh Hasan ve Seyit Ali adlarını almışlardır. Şeyh Hasan’ın Ferhat, Kara Bali, Abbas adlarında oğulları türemiş. Seyit Ali’nin oğullarından da Koç, Resik, ve Şam uşakları türemiştir..."
1930’ların başında Jandarma Umum Kumandanlığı tarafından hazırlanmış olan Dersim adlı kitapta bu rivayetin nisbeten farklı ve daha ayrıntılı bir versiyonunu buluyoruz:
"Garbi Dersim’e gelince, bu mıntıkada sakin aşiretler arasındaki tradisyon şudur: Ecdatları Horasan’da mukim Şeyh Ahmedi Yasevi imiş. Cengiz istilası üzerine Ahmedi Yasevi’nin oğlu Şeyh Hasan Dede aşiret halkı ile Irak’a göçetmiş, orada Abbasi halifesine dehalet ederek iskan edilmiş. Hasan Dede bir aralık Hicaz’a ve oradan Mısır’a geçmiş ve Bağdad’a döndüğü zaman o yerlerde kalamayacağını kestirerek aşiret halkı ile Anadolu’ya geçmiş ve Konya Selçukluları’ndan Alaeddin’e tebaiyet etmiş. Alaeddin, bir hemşiresini Hasan Dede’ye tezviç ederek onu aşiretiyle beraber Malatya civarında iskan etmiş. Bu aşiret Yavuz Sultan Selim zamanına kadar bu mıntıkada kalmış. Yavuz’un Şiilikle birahmane mücadelesi sırasında korku ile Dersim’e kaçmışlar. Şeyh Hasan Dede yolda ölmüş, Kebanmadeni kazasının Şeyh Hasan karyesinde defnedilmiş. Hasan ve Seyit ismindeki iki oğlu aşiret halkı ile beraber asıl Dersim mıntıkasına göçmüşler. Hasan, Hozat ve civarında kalmış. Seyit, kendi tevabii ile Ovacık mıntıkasına geçmiş. Hasan’ın Abbas, Karaballı, Kırık ve Ferhat isminde dört oğlu olmuş. Bunların herbiri bir aşiret halinde taazzuv etmiş. Bugün Şey Hasananlı grubu altında Abbas, Karaballı, Ferhat aşiretleri vardır. Ve esas aşiret grupları olan bunlar da daha küçük kabileler haline inkısam etmişlerdir. Seyit ismindeki diğer kardeşin Koç, Kal, Kav isminde üç çocuğu olmuş, bunlardan Koç’un Şam ve Resik; Kal’ın Bal, Abbas, Persim, Keçel; Kav’ın Beyt, Maksut, Bezgever adlı çocukları olmuş. Zamanla her biri bugün aynı namlarla anılan aşiretleri teşkil etmişler. Bunlardan daha bir takımı küçük gruplara ayrılmışlardır. Garbi Dersim’e bugün hakim nafiz olan aşiretler bunlardır....Garbi Dersim’i teşkil eden.... bu aşiretlerin Dersim’in ilk sakinleri olmadığı ve yakın bir tarihte mezkur mıntıkaya göçtükleri şüphesizdir" (a.g.y., s. 44-45).
Bu aynı rivayet Mehmet Nuri Dersimi tarafından Hatıratım adlı kitapta kısmen farklı kaydedilmektedir. O’nun kaydettiği versiyonda Şeyh Hasan’ın kardeşi Seyit’in bir adının da "Kalemamsor" olduğu ve bu sözcüğün "Kırmızı Elbiseli" anlamına geldiği açıklaması yeralmaktadır.
Khalemamsor adı değişik kaynaklarda ve halk dilinde çeşitli şekiller altında görünür: Khalmamsar, Khalmamsır, Khalmamsor veya Khalman Sar gibi.
Geleneğin bazı versiyonlarında Şeyh Hasan (Şah Hasan) ve Seyit (Khalemamsor) ikilisinin ilişkileri kardeş olarak değil, ama efendi-hizmetçi gibi sunulur. Bir versiyonda efendi konumundaki Şah Hasan iken, bir diğerinde Khalemamsor (Seyit)’dur.
Bunlar Şah Hasananlılar ile Seydanlılar arasındaki üstünlük mücadelesinin anılarıdır.
M. Nuri Dersimi’deki versiyona göre Şah Hasan, kendi kızı "Goncasor"u Khalemamsor (Seyit)’la evlendirmiştir. Goncasor (Kıncasur) adı da Dersim dilinde Kırmızı Elbiseli (Kızılbaş) demektir.
Bütün ayrıntıları anlatıp okuyucunun başını ağrıtmak istemiyorum. Buraya kadarki anlatımların içerdiği ipuçlarının toplamı geleneği tarihsel bir zemine oturtmak için yeterlidir.
Yukarıya aktardığımız rivayetler dikkatle okunduğunda Seyit denen kardeşin adının iki farklı şekilde verildiği görülür: Bir versiyonda onun adının Seyit Ali (Seydali), bir diğerinde Khalemamsor (Kırmızı Elbiseli, Kızılbaş) olduğu söylenir.
Kısacası farklı dönemlerin olayları ve kahramanları birbirine karıştırıldığı için iki adet Seyit sözkonusudur.
Seyit Ali denen figür daha erken tarihte yeralmış olan Kureşan (Rıfai) göçünü temsil etmektedir. Buna az evvel değinmiştim. Bence bu Seyit Ali, Kureyş ile birlikte yanan fırına girdiği rivayet edilen Derviş Gewr (Derviş Beyaz)‘in ta kendisidir. Gelenek ve şecerelerde Derviş Gevr’in gerçek adının Seyit Ali olduğuna işaret edilmektedir.
Khalemamsor denen figür ise Safevi Şah Haydar’dır (ölm. 1488). Dersim’in kabesi olarak bilinen ve asıl adının "Saheyder" olduğu söylenen Düzgün Baba işte bu Şah Haydar’dır. Khalemamsor adının "Kırmızı Elbiseli" anlamına geldiğini bildiğimize göre, burada Safeviler’e referans verildiğini anlamak zor değildir. Çünkü kendi yandaşlarına kırmızı başlık giydiren Şah Haydar’dan itibaren Safeviler "Kızılbaş" olarak bilindiler. Dersimliler de dahil olmak üzere Şah Haydar’ı izleyenler "Surh-i Ser" (Kızıl Baş) ve/veya "Haydari" olarak anıldılar.
Özetle, rivayetteki Seyit adları Dersim’in seyitleri olarak bilinen Kureşanlılar ile Safeviler’i temsil ederler.
Burada sözünü etmediğimiz diğer ayrıntılarla birlikte düşünüldüğünde rivayetteki Şah Hasan (Şeyh Hasan)’ın da gerçekte bir değil aynı adı taşıyan iki farklı kişiyi temsil ettiği görülür. Rivayetin Şah Hasan dediklerinden biri Akkoyunlu Uzun Hasan (1425-1478)‘dır. Diğeri ise Çemişgez Emiri İkinci Şah Hasan (1514-1543/4)’dır.
Kızını Khalemamsor’la evlendirdiği söylenen Şah Hasan, kesinlikle Akkoyunlu Uzun Hasan’dır. Safevi Şah Haydar‘ın onun kızı Alemşah Begum (Dersim geleneğinde Kıncısur) ile evlendiği bilinen bir şeydir. Kısacası rivayette anlatılan olaylardan biri Akkoyunlular ile Safeviler’in Dersim’e gelişidir. Bu iki gücün ilişkileri, ittifakları ve çatışmaları tarihsel kayıtlarda mevcuttur. Dersim geleneğindeki egemen yorumda Şah Hasananlılar Akkoyunlular’la, Seydanlılar ise Safeviler’le özdeşleştirilmekte, Şeyh Hasanan ve Seydan ayrımı Akkoyunlu-Safevi ayrılığı ve çatışması gibi sunulmaktadır. Bu yorum kendilerinden Geç Dersimliler olarak sözettiğim Şeyh Hasananlılar’ın Akkoyunlu, Seydanlılar’ın ise Safevi olduğu şeklinde bir görüş içermektedir. Böylece geleneğimizin Geç Dersimliler dediği katmanın iki önemli öğesini daha tespit etmiş oluyoruz. Bunlar Akkoyunlular ile Safeviler’dir.
Ama Dersim’de Akkoyunlu öğenin yeri çok fazla değil. Çünkü Akkoyunlu Konfederasyonu’na dahil Dersimi ve Kürt aşiretlerine de sık sık Akkoyunlular denerek referans verilmekte ve bununla onların etnik Türkmen oldukları değil, mensup oldukları aşiret ittifakı (siyasi ittifak) kastedilmektedir. Safeviler’in kurucusu Şeyh Safi ve aşireti ise Dımıli’dir.
Şah Hasan-Seyit geleneğinde sözü edilen diğer Şah Hasan ise az evvel işaret ettiğim gibi Çemişgezek emiri İkinci Şeyh Hasan (1514-1543/44)’dır. Melkişiler olarak da anılan Çemişgezek emirlerinin Erzurum merkezli Saltuklular soyundan geldikleri Şerefname’de anlatılmaktadır. Dersimliler, özellikle Batı Dersim’in Çemişgezek veya Melkişiler adıyla bilinen aşiret konfederasyonu Safevi Devrimi’ne aktif şekilde katılmışlardı. Onlar bizzat İran’ın ve Horasan’ın kendisinde de bu devrimin ve davanın kazanması için aşiretler halinde savaştılar.
Ama Çaldıran yenilgisi ile birlikte Safevi Devrimi dalgası gerilemeye başlamış, Horasan da dahil İran ve Irak sahasında bu devrimin başarısı ve devamı için en ön saflarda dövüşen Çemişgezek beyliği ve konfederasyonun liderleri yanlarındaki aşiretleriyle birlikte Dersim’e dönmeye başlamışlardı.
Şeyh Hasan-Seyit rivayeti Çaldıran sonrası geri dönüşten bazı kesitleri de yanlış şekilde bir ilk geliş gibi yansıtmaktadır.
Bu sırada geri dönenlerden biri babası Çaldıran’da öldürülmüş olan İkinci Şeyh Hasan’dır. Tam da rivayette anlatıldığı şekilde ilkin Malatya’ya geldi, daha sonra gidip Yavuz Selim’le görüşüp onun tasvibini de alarak Çemişgezek’i Safeviler’den geri aldı.
Rivayetin Mısır dediği Afrika’daki bildiğimiz Mısır değil, o tarihte Mısır Memlükleri’nin kontrolünde bulunan ve onların bir valisi tarafından yönetilen Malatya ve çevresidir. Aynı gelenekteki Malatya’dan geliş motifi de bir boyutuyla bu dönüş olayına referanstır. Rivayetin bu bölümü de tarihsel bir olay olup Şerefname’nin Çemişgezek Hükümdarları bölümünde daha doğru ve daha tam şekliyle kayda geçirilmiş bulunuluyor.
O halde geleneğimizin Geç Dersimliler dedikleri, geleneğe yansıyan temel öğeleri itibariyle, Saltuklular (Melkişiler), Rıfailer (Kureşanlılar), Safeviler ve Akkoyunlular’dan bileşen halk tabakasıdır.
Bölgede eski olmakla birlikte Dersim içine 17. veya 18. yüzyılda ilerledikleri anlaşılan Zaza kökenli Suran, Ciban, Yusufan ve Çarekan aşiretleri de kronolojik bakış açısından Geç Dersimliler’e dahil edilebilirler.
Modern Dersimliler; Eski Dersimliler (Khal Mem-Khal Ferat tabakası) ve Geç Dersimliler olarak adlandırdığım katmanların bir sentezidirler ve onların tarihi de bu iki tabakanın ortak tarihidir.

ŞAH HASAN-SEYİT GELENEĞİNDEKİ ŞEYH AHMET’İN KİMLİĞİ
Geç Dersimliler’in orijinlerine ilişkin Şah Hasan-Seyit rivayetinde, sadece bir Hasan’dan değil iki Hasan’dan, sadece bir Seyit’ten değil iki Seyit’ten sözedildiğini söyledim ve bunların kimlikleri konusundaki görüşümü yukarıda açıkladım.
Benim düşünceme göre bu gelenekte referans verilen Hasan’lar şunlardı:
1) Akkoyunlu Uzun Hasan
2) Saltuklu Şah Hasan (Çemişgezek Emiri İkinci Şah Hasan).
Bu gelenekte referans verilen Seyit’ler ise:
1) Seyit Ali (Derviş Gewr)
2) Khalemamsor (Geç Kalmem, Şah Haydar Safevi, Düzgün Baba).
Peki gelenekte kendisinden söz edilen Şeyh Ahmet (Ahmet Dede) kimdir?
Az önce söylenenler dikkatle okunursa, kardeş oldukları söylenen Hasan ve Seyit’in babaları Şeyh Ahmet‘in adının da değişik versiyonlarda farklı verildiği görülecektir.
Yani geleneğimizde iki Hasan ve iki Seyit’in yanısıra iki adet de Şeyh Ahmet vardır:
1) Ahmet Yesevi
2) Ahmet Basri
Geç Dersimliler kendilerinin bu iki atadan indiklerine inanırlar. Çünkü Şah Hasan ve Seyit’in onların çocukları veya torunları olduğunu, Şahhasananlılar ile Seydanlılar olarak bilinen aşiretlerin onlardan türediğini söylerler.
Dersim-Kızılbaş geleneklerindeki "Yesevi" nisbesinin doğrusu benim görüşüme göre "Safevi" olmalıdır. Yani Ahmet Yesevi değil, Ahmet Safevi denmelidir. Geç Dersimliler’in ve Kızılbaşlar'ın sözünü ettikleri gelenek Yesevilik değil, Safeviliktir.
Bu düzeltme yapılmadıkça, geleneklerimiz havada kalır, tarihsel bir zemine oturmaz. Bu yüzdendir ki gelenekteki Yesevi soyadının gerçekte Safeviler’e (Erdebil Ocağı’na), Ahmet adının ise Safevi önderlerinden birine referans olduğunu düşünüyor, bunda ısrar ediyorum.
Tarihsel olguların bize söylediği budur.
Kendisinden Ahmet Yesevi olarak sözedilen Safevi önderinin kimliğine az sonra değineceğim.
Gelenekteki Ahmet Basri ise Rıfai tarikatının kurucusu Ahmet Rıfai’dir (Doğ. 1118, Basra-ölm. 23 Eylül 1182). Basra’da doğduğu, yaşamı ve faaliyetinin bir bölümü orada geçtiği için ona "Basri" nisbesiyle de referans verilmektedir. Rıfailer’in orijinde Gilani bir aşiret (topluluk) ve tarikat olduğuna işaret etmiştim.
Az önce geleneğimizin Kureyş dediği Mahmut Hayrani’nin adının Akşehir’de bulunan sandukası üzerinde Mahmut Rıfai olarak kaydedildiğine işaret etmiş, onun ağabeyi Ahmet Rıfai (Küçük Ahmet Rıfai, Ahmed bin Masud)‘nin Karaca Ahmet diye bilinen kişilikle bir ve aynı olduğunu söylemiştim.
Bu iki kardeş benim görüşüme göre Rıfai tarikatının kurucusu Büyük Ahmet Rıfai’nin soyu ile ilişkilidirler.
‘Erzincan‘ adlı kitabında Ali Kemali, Dersim seyitlerinin listesini verdiği yerde Dersim geleneğindeki iki Ahmet’in adlarını şöyle kaydetmektedir:
1) Şeyh Ahmet Dede (Şeyh Ahmet Dedeler): Yesevi evladındandır. Bütün seyit ve ocakların başkaynağı olarak görülürler. Merkezleri Tercan ve Mazgirt’ir. Malatya’da da vardırlar. Dersim aşiretleri O’nun Şeyh Hasan ve Seyit adlarındaki iki oğlundan türemişlerdir.
2) Gözcü Kara Ahmet Dede (Gözcü Kara Ahmet Dede evladı).
Ali Kemali, Ahmet Basri yerine Gözcü Kara Ahmet’in adını yazmakla benim düşüncemi doğruluyor. Çünkü onun listesinde Gözcü Kara Ahmed Dede adı altında geçen kişi ünlü Karaca Ahmet’ten başkası olamaz. Menakıblarda Karaca Ahmet’in "Rum’un Gözcüsü" olarak tanımlandığı, herbiri bir Alevi ocağına atfedilen Alevi cemlerindeki on-iki posttan (görevden) gözcü postuna Karaca Ahmet Sultan Postu dendiği hatırlanmalıdır. Ali Kemali’nin kaydettiği versiyonda yapılan şey, Büyük Ahmet Rıfai (Ahmet Basri)’nin yerine onunla aynı adı taşıyan kendi soyundan Küçük Ahmet Rıfai’nin (nam-ı diğer Karaca Ahmet) ikame edilmesinden başka bir şey değildir.
O halde geleneğimizdeki iki Ahmet’i de tespit etmiş bulunuyoruz.
Dersim ve Alevi geleneklerinde bu iki Ahmet’in açık şekilde ayırt edilemediğini, genelde Şeyh Ahmet olarak anılıp sık sık birbirine karıştırıldığını not etmeliyim.
Şimdi bu konuyu bağlamak için kendisinden Ahmet Yesevi olarak sözedilen Safevi liderinin kişisel kimliğine ilişkin birşeyler daha söylemek zorundayım.
Geleneklerin belirli halklara veya hanedanlıklara referans verirken bu halk veya hanedanlıkların en çok ünlenen temsilcisinin adını kollektif bir ad gibi kullandıkları sık görülür. Sözgelimi Alevi geleneğinde Emevi adı sık anılmaz. Bu hanedanlığa daha çok Yezid’in adıyla göndermede bulunulur. Bir diğer örnek Selçuklular’dır. Gelenekler Selçuklu hükümdarlarından neredeyse sadece birini tanıyor, bu hanedanlığın tüm yöneticilerine Alaeddin Keykubad diye referans veriyor. Yani Alaeddin Keykubad’ın adı konu Selçuklular olunca kollektif bir kimlik gibi kullanılıyor. Daha bir yığın örnek verilebilir.
Dersim geleneği ile Orta Asya kaynaklı Yesevi geleneği hiç bir şekilde bağdaşmazlar. Birinin diğerinden veya ikisinin aynı kaynaktan/ekolden gelmesi olanaksızdır.
Demek istediğim şu ki, Ahmet Yesevi adı geleneklerin dilinde Safeviler ve onların önderleri için kullanılan kollektif bir addır. Bu adın hangi Safevi önderine ait olduğu sorulabilir. Buna benim vereceğim yanıt Şah Haydar Safevi’dir. Çünkü Safevi Şah Haydar’ın aynı zamanda ‘Hoca Ahmet’ (= Ahmet Yesevi) diye bilindiğinin kanıtları vardır.
Geç Dersim ve Kızılbaş-Alevi geleneklerinde adı geçen Ahmet Yesevi’nin kimliği konusunda en önemli ipucunu J. W. Crowfoot’un 1900 yılında yayınlanmış olan "Survivals Among The Cappadocian Kızılbaş (Bektaş)" başlıklı makalesinde buluyoruz. Bu makale tarafımızdan Türkçe’ye çevrilip "Desmala Sure" dergisinin 15. (Eylül 1995) ve 16. (Mayıs 1996) sayılarında iki bölüm halinde yayınlanmıştı.
1900 yılında Ankara’ya bağlı Kızılbaş köylerinden Haydar Sultan ve Hasan Dede’yi ziyaret eden Crowfoot, bu köylerin halkından duyduğu gelenekleri kayddeder ve yorumlar. Haydar Sultan’daki türbede yatan ve o köye adını veren Haydar’ın Hoca Ahmet (Ahmet Yesevi) olarak da bilindiği söylenmiştir kendisine. Crowfoot, köylülerin bu Haydar Sultan’ı Uzun Hasan’ın kızı Martha (Alemşah Begum) ile evlenmiş olan Safevi Şeyh Haydar olarak tanıttıklarını kaydetmektedir.
Bir dipnotunda Crowfoot, Hoca Ahmet (Şah Haydar, Ahmet Yesevi)’in Karaca Ahmet’le aynı sanıldığını veya onunla karıştırıldığını da yazmaktadır.
Yani Geç Dersimliler’in geleneğindeki iki Ahmet daha önce işaret ettiğim gibi geleneklerde sık sık birbirine karıştırılmaktadır.
1899-1916 arası yıllarda Yunanistan ve Türkiye’de kalmış olan arkeolog F. W. Hasluck’un (1913’te Konya’dadır), "Christianity And Islam Under The Sultans" (Oxford, 1929) adlı iki ciltlik kitabında ifade ettiği görüşler de önemlidirler.
Hasluck, kitabının 2’inci cildinde Crowfoot’un dediklerini "Haydar, Hoca Ahmed, Karaca Ahmed" başlıklı bölümde şöyle değerlendirir:
Yörede anlatılana göre Haydar Sultan köyüne adını veren kişi İran kralının oğludur, Horasan’ın Yassevi adlı kentinden gelmiş. Bu Seyit Haydar’ın bir adı da Hoca Ahmed’dir. Hacı Bektaş’la birlikte Kayseri’ye gidip orada Mene adında Hristiyan bir kadınla evlenmiş. İlginçtir ki (Hasluck ekler bu bilgiyi) ordaki yerin Hristiyan sahibinin adı (gerçek veya hayali) "S. Menas"tır ve ortodokslar ona gizli şeyleri ifşa eden kişi olarak bakar.
Mene ile evlenen Hoca Ahmed (Haydar) türbesinin bulunduğu köye gelip yerleşir, orda ölür. Tüm köy halkı bu çiftin soyundan olduğunu söylemektedir.
Hasluck’un vardığı sonuç şudur:
Haydar, bu köy halkının seyit-atasıdır. Bu Haydar’ın Şah İsmail’in babası ile karıştırılıp karıştırılmadığı şimdilik önemsiz. Bektaşiler bu lokal geleneğe şunu ekler: Bektaşiler’e (Bektaşi geleneğine göre) göre bu Haydar, Hoca Ahmed Yesevi’nin ta kendisidir, aynı kişidir. Hoca Ahmed Yesevi’nin kendisi ise Bektaşi seyit Karaca Ahmed’le karışır, aynılar mı, ayrılar mı ayırd edilemez (Bk. a.g.e., s. 403-405).
Safevi Şah Haydar’ın aynı zamanda Ahmet Yesevi (Hoca Ahmed) diye bilindiğine tanıklık eden yukarıdaki bilgiler, benim Yesevilik denen şeyin gerçekte Safevilik olduğu şeklindeki görüşümü de kanıtlamaktadır.
O halde geleneğimizdeki Ahmet Yesevi de, Şah Haydar Safevidir.
Bitirirken bir düşüncemi daha not edeyim:
Bir deyişinde gerçek adının Koca Haydar olduğunu söyleyen ünlü Pir Sultan da Şah Haydar (yani Düzgün Baba)’dır. Dersimli bunu bilmez, söylemez; ama Dersim’in kalbi Mameki’de onun heykelini dikmekle bunu hissettiğini de belli eder.

DERSİM VE KIZILBAŞ GELENEKLERİNDEKİ ADLARIN TARİHSEL KARŞILIKLARI
Buraya kadarki bulgularımızı bir arada vererek hafızaları tazelemekte yarar var.
Erken Dersimliler’in geleneklerindeki adların tarihsel karşılıkları:
1) KHAL MEM ( = Mamakanlar, Çanlar)
2) KHAL FERAT ( = Partlar)
Geç Dersim ve Kızılbaş geleneklerinin eksenindeki adlar ve tarihsel karşılıkları:

ŞEYH AHMET:
1) Ahmet Yesevi (Şah Haydar, bir ihtimal onun cedlerinden biri, belki babası Şah Cüneyt)
2) Ahmet Basri (Büyük Ahmet Rıfai, bazen Küçük Ahmet Rıfai/Karaca Ahmet)
Geleneklerdeki Şeyh Ahmet, bu ikilinin kombinasyonuna tekabül eder.

ŞAH HASAN:
1) Saltuklu Şah Hasan
2) Akkoyunlu Uzun Hasan

SEYİT:
1) Seyit Ali (Derviş Gewr)
2) Khalemamsor (Bava Sur/Bava Mansur/Bamasur, Geç Kalmem, Şah Haydar, Düzgün Bava, Pir Sultan).

Dersim ve Kızılbaş tarihi sözlü gelenekte yukarıdaki isimler etrafında döner. Gerçek tarihte de durum budur. Onları tanımadan tarihimizi ne anlayabilir, ne de anlatabiliriz.

Bu konuya bunca önem verişimiz bu yüzdendir.