14 Haziran 2013 Cuma

Taksim-Gezi Parkı Direnişi Ve Marksist-Leninist Hareketin Bağımsızlığını Korumak

İçinden geçtiğimiz şu günlerde Taksim-Gezi parkı olaylarından dolayı ayağa kalkmış olan halk kitleleri hareketinin kah yükseldiği, kah düştüğü, kah durgunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Hareketin kendiliğinden gelişmesi ve örgüt-önderlik boşluğunun olması, direnişle alakası olmayan sahtekar ve ukala takımı olan sanatçıların, direnişçiler adına hükümetle masaya oturup müzakere eder hale gelmesine yol açtı. Haliyle buda direnişe canı ve kanı pahasına katılmış olan kitlelerin büyük bir bölümünde tepkilere yol açtı. Ama böyle önderliği olmayan, kendiliğinden gelişen ve öyle kalmayı sürdürmeye çalışan hareketlerin eninde sonunda varacağı yer burasıdır.

Doğa kanunudur, doğa kanunu boşluk tanımaz, bizlerin doldurmadığı boşluğu başkaları gelip böyle doldurur. Ondan sonra kendimizi dövüp dururuz. Necati Şaşmaz denen sahtekar, Kadiri tarikatı mensubu ve üstelikte bu tarikatın imamının oğlu olan bir kişi direnişçiler adına hükümetle masaya oturup görüşmeler yapıyor. Bir diğer müzakereci de sağda-solda kıçını sallayarak şov yapan kendini bilmez densiz Hülya Avşar’dır. Bu sahtekarlarla birlikte direnişçiler adına hükümetle masaya oturan ama direnişle alakası olmayan sanatçı bozuntusu olan kişilerde var ama bu iki özgün örnek bizim için yeteri kadar öğreticidir.

Milyonların ayağa kalktığı ve hükümeti-devleti açıkça dinlemeden, günlerce sokaklara çıktığı eylemlerde ne bedeller ödenmişti, ne kadar insanlarımız katledilmiş ve yaralanmıştı. Bütün bu görkemli direnişler döndü dolaştı böyle hüsranla karşılaştı. Direnişler öylesine takdire şayandı ki bütün Dünya dikkatle izliyor ve destek mesajları gönderiyordu. Bizler bile şimdiye kadar olmadık bir şekilde Tarihi günlerden geçtiğimize inanıyorduk.

Hükümet hala orayı yıkıp topçu kışlası yapacağını ve bundan vazgeçmediğini söylüyor. Böyle bir taraftan da kendine yakın gördüğü sanatçı bozuntularıyla müzakere masasına oturup kamuoyunu aldatmaya çalışıyor.

31 Mayıs 2013 eksenli ve bir kaç öncesinden başlamış, hala da yer yer devam eden, son derece doğal ve meşru olan bu hareketin analizini yapmak için belki çok erken, çünkü hareket henüz sonlanmış değil. Aynı zamanda hareketin henüz ulaşamadığımız verileri de olabilir ama bizler şu ana kadar gördüklerimiz üzerinden yorumlama yapıyoruz. Bu harekette gençliğin enerjisi, kadınların enerjisi ve çabaları çok önemli bir yer tutuyor.

Bugünlerde gençlik dediğimiz zaman 20 yaşlarında ya da 25 yaşlarında olan insanlar aklımıza geliyor. Bu genç insan kuşağına baktığımız zaman bizim gibi 78 kuşağını yaşamamış ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi sonrası Dünya’ya gelmiş bir kuşak olduğu söylenebilir.

Bizler 78 kuşağı olarak, 12 Eylül faşist darbesi tarafından ezildikten sonra ortaya çıkan gençlik kuşaklarıyla bir kopukluk yaşadık. Yani 78 kuşağından sonra benzer ve devamlılığı olan bir kuşak olmadı. Olmadı diyoruz ama bu, bizden sonra hiç mücadele edilmedi anlamına gelmemelidir. Mücadele zayıfta olsa devam ettirildi ama 78 kuşağına benzer bir kuşak yaşanmadı.

Çok geniş bir çevre, bu 1980 sonrası toplumu, gençliği eleştirdi ve insanların,toplumun, gençliğin yozlaşma içinde olduğu söylendi. Hal ve hareketleri, ilgi alanları, dinlediği müzik, saçına verdiği şekil, kulağına küpe takması toplumun yaşlı üyelerine biraz garip geliyordu. Aynı durumları bizler 78 kuşağı insanları olarak geçmişte yaşamıştık. O günün yaşlı insanları bizim pantolonlarımızın paçalarına mana bulurla, saçları, favorileri uzatmamıza mana bulurlar ve eleştirirlerdi. Hatta yoldan çıkmış bir genç kuşak olarak görürlerdi. Ama o yoldan çıkmış kuşak bütün eksik ve hatalarına rağmen çok önemli toplumsal mücadeleler içinde bulunuyordu.

Şimdinin gençliğineyse bilgisayar gençliği, sanal ortam gençliği, conter-strike oynayan gençlik oluştu, kulağına küpe takan gençlik oluştu, yozlaşma daha da arttı denilmeye başlanmıştı. Daha geniş anlamda gençliğin dokusuna baktığımızda geçmişle çok önemli bir ayrışma içinde olduğunu görürüz.

Fakat eksik olan bir şey vardı o da gençliğin politikleşememesiydi. 1980 lerden itibaren yozlaştı denilen, apolitik oldu denilen gençlik bu 31 Mayıs 2013 Taksim-Gezi parkı eylemiyle yepyeni bir çığır açmış oldu.

Hepimizin insanlık ölüyor mu ? dediğimiz bir anda, işte böyle insani değerlerle ortaya çıkan, doğaya, doğal yaşam alanlarına, kısaca yaşama sahip çıkan ve hükümet uygulamalarına karşı amansız mücadeleye tutuşan ve devlet güçleriyle sokaklarda kıyasıya çatışan ve bütün Dünya’nın dikkatle izlediği bir gençlik durumuna geliyordu.

Gençliğimizin sahip çıktığı, yücelttiği bu değerler kuşkusuz çok önemli ve hepimizin sahip çıkması gereken değerlerdir. Ancak gençlik politikleşmelidir. Politikleşmeli ki kendisini, toplumunu ve ülkeyi daha iyi yerlere getirebilsin. Ancak şimdiden kesin bir şey söyleyebiliriz ki, gençlik o tarif edilen yozlaştılar eleştirilerini yerle bir etmiştir. Devamla daha iyi bir ülke, daha iyi bir toplum, daha iyi bir gelecek kurabileceğini açıkça göstermiştir. Gençliğin kadınların, toplumun insani değerlerle buluşması çok önemlidir. Bu eşiğinde şimdiden aşıldığını ve başardığımızı söyleyebiliriz. Öyle durumlar yaşandı ki, kitlesel olan eylemcilere, eylemlerin dışında kalmış olan insanlarda yardıma koşuyorlardı. Bir taraftan yiyecek yetiştiren, bir taraftan içecek yetiştiren, bir taraftan ilaç yetiştiren insanlar doluydu. Bir taraftan evlerini, mekanlarını direnişçilere açan, direnişçilerin alması için evinin penceresine yiyecek, içecek, ilaç, yaşam malzemesi koyan insanlar doluydu. Genç doktorların hastaneden koşarak eylemcileri tedavi etmeye geldiklerini gördük.

Bunlar hepimizi şaşırtan müthiş olaylardı. Eylemcilerimiz ve bu eylemcilerimize her şeyi göze alıp destekleyen halkımız, bütün Dünya’ya gerçek anlamda bir insanlık dersi veriyordu. Bu değerler bizim sahip çıkacağımız, savunacağımız değerlerdir.

Taksim meydanında yaşanan çok önemli bir provakasyon girişimi de SDP üyeleri görüntüsü vererek, polisin düzenlemesiyle ve medya da oraya çağırılarak yapılan tiyatroydu. Eylemci görüntüsü veriler sivil polisler belinde silahlarıyla, ellerinde ki telsizleriyle kendilerini kabak gibi ele veriyorlardı. Sahte eylemci olan bu sivil polisler o kadar aptal ki ellerine aldıklar kalkanlara siyah zemin üzerine beyaz yazıyla yazdıkları yazıda SDP ASAYİŞ diyecek kadar acemiydiler. Bu güne  hiçbir devrimci hareket böyle ASAYİŞ diye bir tabir kullanmamıştır. O tabiri hep kullanan da polis teşkilatı olmuştur. Bu eylem de bir saat kadar sürüyor, medya çekim yapıyor ama tomalarla bu gruba müdahale eden polis eylemcilerin eylemine son vermiyordu.  Hatta tomalar bu eylemci görüntüsünde olan sivil polis grubunun üzerine su sıkarken zor duruma düşürmemeye çalışıyordu. Bu saçma sapan olay karikatür konusu bile olmuştu. Hemen aynı gün SDP il binalarına baskınlar yapılıyor ve parti üyeleri yaka-paça gözaltına alınıyordu. Taksim’de yapılan tiyatroyla da parti önderleri Valinin ağzıyla suçlanmaya çalışılıyordu.

Sosyal medyada yer alan geniş bir kitle paylaşımlarla bu provakasyonu var gücüyle bozmaya ve önlemeye çalışıyordu. Sosyal medya, çok hızlı ve yaygın bir medya alanı olduğu için bu konuda başarılı oluyor ve hükümetin karalamalarına maruz kalıyordu. Sosyal medya bütün bu eylemler boyunca çok güzel bir rol oynamış, eylem yerlerini, eylem çağrılarını yayınlamış, eylemlerden elde edilen fotoğraf, film gibi malzemeleri yaymış, direnişçilerin ihtiyacı olan medya desteğini sağlamış, eylemcilerin acil ihtiyaçlarının yayılmasını, geniş kitlelere duyurulmasına ve karşılanmasına katkı sunmuştu.


Bütün bunlar yaşanırken Marksist hareketin durumu neydi ?
Marksist hareket bu eylemlerin başlamasından günümüze kadar geçen süreçte hiçbir biçimde önderlik rolünü oynayamadı. Önderlik rolünü oynayamayınca da kendiliğinden başlamış olan halk hareketi bir iktidar alternatifi olamadan şimdiye kadar olduğu gibi geri çekilecek ve kaybolup gidecektir.


Marksist sol hareketin Dünya konjüktüründen etkilenerek gerileme durumları olduğu gibi, kendi ülkesinde yaşadığı sürecinde bu gerilemede etkisinin olduğunu söylemek gerekir.

12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, solun ezilmesinde, tasfiye edilmesinde çok önemli bir yer tutar. Darbe sonrası bu dönem yıllarca süren korku, karanlık, baskı, işkence altında geçen dönemdir. Solun gerilemesinde, tasfiye edilmesinde çok büyük bir işlev görmüştür. 1987 lerin sonuna doğru sol harekette bir canlanma ve yeniden ortaya çıkma dönemi yaşandı ama bu ortaya çıkma 12 Eylül öncesinin boyutuyla aynı değil, kapasite olarak daha küçüktü.1990 lara geldiğimizde reel sosyalist ülkelerde kendi içinden gelerek yaşanan yıkılma, çökme, tasfiye, geriye dönüş, bizim ülkede solu etkileyen bir faktör oldu. Hasılı 12 Eylül’le başlayan ve 1990 lar da reel sosyalist sistemin yıkılması, bizim ülkemizde yenilgi ve tasfiye ortamını yıllara yaydı.

Hepimizi, bütün solu etkileyen ve altına alıp silindir gibi ezen, 12 Eylül askeri faşist darbesinin devrimci hareketin gerilemesinde çok önemli bir rolü oldu. 12 Eylül’ün etkisi oldu ama ondan önce çok mu iyiydik ? Çok iyiydik dersek, çok iyiysek nasıl oldu da birden bire 12 Eylül’de yok olup gittik ? 12 Eylül öncesi ve 78 kuşağının dönemi diye adlandırdığımız dönem tam bir kargaşa, kaos ve kimin kimi vurduğu belli olmayan ve beş bin kişinin hayatını kaybetmesine yol açan bir dönemdi. Bu dönem 1974 ve 1980 arası dönemdir ve bu dönemi de kendi içinde bölümlere ayırmak gerekir. Bu dönemin ilk yarısı şiddetin dozunun az olduğu ve kitleselliğin çok olduğu barışçıl yönü ağır basan, ikinci yarısının da şiddetin dozunun tavan yaptığı ve herkesin hayatını etkilediği ve ilk döneme göre kitleselleşmenin düştüğü bir dönem olarak görebiliriz.

Ancak bu dönemde hakim sınıflar da boş durmuyor, MİT, CIA, Kontr-gerilla gibi merkezleriyle toplum mühendisliği yapıyordu. Toplumda tanınmış, örnek  kişilerin tek tek öldürülmesinden tutalım kitle katliamlarına kadar varan olaylar yaşanıyordu. Bunların birkaç yönü vardı; hem böyle terörle Marksist solu geriletip ortadan kaldırmak, hem de onun hareketini sınırlamak, bu da olmuyorsa şiddet dozunu arttırarak 12 Eylül askeri faşist darbesinin gerçekleşmesinin yollarını döşemek. Yani burada amaç çok yönlüdür. Hem solu ezmek, hem toplum gözünde meşruiyetini ortadan kaldırmak, hem de bir darbe için zemin hazırlamak.

Solun 12 Eylül öncesi yaşadığı duruma bakarsak; sivil faşist hareketin her tarafta kanlı saldırılarıyla karşılaşıyor, resmi-devlet faşizminin saldırılarıyla karşılaşıyor, bir de kendi saflarında bir birbirleriyle çatışıyor. Yani sol gelişmelere hakim olan bir durumda değil bir yaprak misali rüzgarda sallanıyor. Ama dönem solun da geçmişte olmadığı kadar kitlesellik yaşadığı bir dönemdir.

12 Eylül öncesi dönem mahallelerin, sokakların, kahvehanelerin ayrıldığı bir dönemdir ve solun örgütlenmesi de daha çok yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir yapı değil de yatay, amorf, otonom bir örgütsel yapı arz ediyordu. Mesela bir il ya da ilçeyi göz önünde bulunduralım. Buradaki kadrolar, örgüt merkezinden gelen talimatlar gereği değil de o anda yaşadığı mahallelerde etrafında olan çatışmalara göre pozisyon alıyor, buna göre eylemlilik içinde oluyorlardı..

Bu kıyasıya yaşanan çatışma ortamlarında sol kitlede bu çatışan kadroların yanına sokuluyor ve kendisinin, mahallesinin, okulunun, sokağının güvenliğini sağlamaya çalışıyordu. Sol örgüt merkezlerimizde kitleler bizim ideolojimizi benimsiyor, kendisini bize tabii kılıyor diye kendilerini avutuyorlardı. Ancak 12 Eylül askeri faşist darbesi geldiğinde güvenlikleri için örgütlere yaklaşmış olan bu kişilerden kimse kalmamıştı. Mahallerin güvenliğine de gerek kalmamıştı. Yani egemen sınıflar taktiğini ve stratejisini iyi oynamışlardı ve politik süreci başından sonuna kadar böyle tayin etmişlerdi.

Bugünden geriye baktığımızda 68 kuşağı da, 78 kuşağı da bizler için çok önemli kuşaklardır. Bu kuşakların doğrularını, yanlışlarını, eksiklerini iyi anlamak ve bunlardan dersler çıkarmak zorundayız. Gene aynı dönemin egemen sınıflarını korkutan, sınıf mücadelelerini, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini ve ortaya koyduğu potansiyelini iyi bir biçimde izlemek ve dersler çıkarmak zorundayız. Bu dönemde geçmişte olmadığı gibi sendikal ve sınıf mücadeleleri olaylarının yaşandığı, toplumunda o zamana kadar olmadığı bir biçimde örgütlülüğe yöneldiği, politikleştiği bir dönemdir.

Egemen sınıfların bütün hareketlerinde, ülkede tarafsız kalmış kitlenin yönlendirilmesi, bu tarafsız kitlenin gözünde devrimcilerin mücadelelerinin karalanması ve kitlelerin gözünden düşürülmesi çok önemlidir. Provakasyon, komplo, medyalarıyla yalan haberler üreterek bu tarafsız ve olaylardan uzak yaşayan geniş bir kitleyi etkilemek, gereğinde en kanlı eylemleri gerçekleştirerek bu eylemler yüzünden ülkenin 12 Eylül askeri faşist darbesi benzeri uygulamalarının önünü açmak

İşte hakim sınıflar böylesine çok yönlü program ortaya koyup hayata geçirirken, proleter devrimciler ne yapıyordu ? Kendi programını ortaya koyup bir türlü pratiğe geçiremiyor, yaşanan olayları kendi hakimiyeti altına alamıyordu. Başkalarının yarattığı olayların arkasından gidip duruyorlardı.

Geçmiş dönemde solun bölünmelerinde Rus, Çin, Arnavut vb. yanlısı olma saflaşmaları önemli bir yer tuttu. Öyle ki aynı görüşleri savunan, aynı ülkeyi kendisine önder merkez yapan, aralarında hiçbir fark olmayan örgütler bile ayrı durdu ve gereğinde birbiriyle çatıştı.

Gene bu örgütler kendi ülkelerinin özgün durumuna bakıp ona göre teoriyi-pratiği oluşturacağına gidip kendisine örnek aldığı ülke radyosunun ne dediğini dinlemeye ve onun söylediklerini papağan gibi tekrar etmeye çalışıyordu. Bunlar bir şey yapmaya kalksa Çin ne de ? Arnavutluk ne der ? Rusya ne der ? diye muhakeme yapıyorlardı. Yani kendisini mutlaka bir yerlere dayamaya çalışan ve bağımsız bir duruş gösteremeyen bir durumlar yaşıyorlardı. Hatta kendi ülkelerinin devriminin nasıl olacağına dair bu merkezlerden akıl alıyorlardı. Be gafiller, be ahmaklar, o adamlar senin ülke devriminin nasıl yapacağını nasıl bilsinler ? Kendi ülkenin devriminin nasıl yapılması gerektiğini sen bilip ortaya koyacaksın. Çünkü ülkenin devrimcisi sensin ve bu Dünya’da ki herkesten önce senin görevin ve hakkındır.

TKP 1920 yılında Bakü’de kurulmuş ama Rusya’nın basit bir aparatı olma dışına çıkamamış, kendi bağımsız örgütsel, ideolojik, politik tavrını ortaya koyamamıştır. Bu TKP üyeleri arkalarında kitleleri olmayan ancak çoğu, kitabıyla, romanıyla, şiiriyle, sazıyla, sözüyle yazar, sanatçı çevreden olan insanlardı. Bu insanlarda yoğun baskı, işkence ve zindanlardan kendilerini kurtaramamışlardır. Bu şekilde yıllarca geldikten sonra 1974 lerden sonra ülkeye yönelerek, kitleselleşmeyi ve sendikalarda söz sahibi olmayı başarmış, ama sonrada kısmen gerileyerek pozisyonunu kaybetmiştir.

Abi parti-kardeş parti, abi ülke-kardeş ülke yalanlarına kapılıp gidenler oldu ama o abi ülke-abi parti kardeş ülke-kardeş parti, Dünya devrimini kendi ülkelerinin milli çıkarlarına göre yönetti, kardeş ülkeyi de kardeş partiyi de hiç umursamadı. Böyle kardeşlik olur mu ? Bugünden geriye baktığımızda bu kardeşliklerin sahte kardeşlik olduğu açıkça görülüyor. Mesela, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden sonra, otuz bin kişinin yurt dışına kaçtığı ve iltica ettiği söyleniliyor. Bu iltica edenlerin hepsi, ileri kadrolarda dahil Batı Avrupa ülkelerine gittiler. Ben, Çin’e, Arnavutluk’a, Rusya’ya, Küba’ya, Vietnam’a, Yugoslavya’ya, Bulgaristan’a gideni hiç duymadım, görmedim. Buda abi partinin, abi ülkenin sahtekarlıktan başka bir şey olmadığını gösterir. Enternasyonalist dayanışma yapılmalıdır, enternesyonalist merkez kurulmalıdır ama tek taraflı değil, karşılıklı çıkarlar korunmalı, koşullar eşit olmalıdır.


Gel zaman git zaman o merkezler yıkıldı ve bizim proleter devrimciler kıblelerini kaybettiler.

Aynı sol, bugünlerde de bir zamanlar karşı-devrimci gördüğü, 12 Eylül öncesi kıyasıya çatıştığı PKK’nın arkasından gitmeye, o ne derse desin onu onaylama yoluna gitti. Hey mübarek sen kendi ayaklarının üzerinde duramayacak mısın ? kendi bağımsızlığını koruyamayacak mısın ? Hep başkalarının arkasından mı gideceksin ? Öyle yaparsan ülkende devrim falan yapamazsın. Başkalarının gücüyle hiçbir şey yapamayacağın gibi o başkalarının yaptığı hatalara ortak olma vebalini taşırsın.

Ülkede durmadan yükselen bir milliyetçilik var. Bu yükselen milliyetçilik Türk ve Kürt eksenli olmakta ve bundan Kürt hareketi olan PKK ve Devlet tarafı faydalanmakta ama sol hareket zarar görmektedir. Sol hareket adeta ortada çaresiz kalmaktadır. Üstelikte yükselen milliyetçiliğin bir tarafına yaklaşmış, öbür tarafını da karşısına almıştır. Bunun tersini de yapanlar yani yükselen Türk milliyetçiliğine taraf olup Kürt milliyetçiliğini karşısına alma yoluna gidenler de var. Hükümetin demokratikleşme, reform yalanlarına kapılıp liberalizme kapılan solun bir bölümü de vardı. Yani karşılıklı yükselen milliyetçilik dalgası oldukça gerilemiş ve bir türlü çıkış yolu bulamayan Marksist solu zor duruma sokuyordu.

PKK çevresi hem devletle çatışıyor ama hem de onunla uzlaşıp, müzakere masalarına oturup görüşüyor. Üstelik bu görüşmelerini devletin vurucu gücü olan MİT aracılığıyla yapıyordu. Arkasına aldığı solu da zor durumlarda bırakıyordu. O sol da PKK’ la ortak olup ülkede devrim yapacağız hayallerine kapılıyordu ama gerçekler başka türlü dönüyordu.

Bir de PKK’nın masum, olaylarla ilgisiz halkı hedef  alan bombalı saldırıları oluyor. Arabaların, minibüslerin, otobüslerin içine bombalar yerleştirip sıradan halkın katledilmesine yol açıyorlardı. Ankara’nın en işlek caddelerinden birisinde bambalar patlatılıyor, Siirt’te korkarak kaçmaya çalışan ve hiçbir olayın tarafı olmayan beş kız renault taksinin içinde otomatik silahlarla taranıp katlediliyorlardı. Bu bombalama, tarama örnekler Diyarbakır’da yaşandığı gibi ülkenin birçok yerinde de yaşandı. Bu eylemler yükselen milliyetçiliği daha da yükseltiyor taraflarda şoven histeriyi ve linç kültürünün altını besliyordu. Elbette bunlarda solu zor durumda bırakıyordu.

PKK ve Kürt milliyetçiliği sürekli yarattığı olaylarla kendisini ülke gündemine sokuyor, olması gereken sınıf mücadelesi gündemi, bu gündemin arkasında kalıyor, perdeleniyordu. PKK çevresinin barış adı altında ileri sürdüğü proje barış değil de aslında devlete teslim olma, onun hizmetine girme, onun için (Emperyalizmle birlikte) Orta Doğu sahasında roller üstlenme projesiydi. Ama varsın öyle olsun, varsın teslim olsunlar, hem sıradan masum insanların katledilmesi son bulur, hem de Kürt sorunu birinci gündem olmaktan çıkar sınıf sorunu, yani sınıf savaşımları ülkenin asli gündemi haline gelir. Bazen sınıf mücadeleleri azda olsa gündeme geliyordu ama hemen arkasından Kürt milliyetçileri yetişip o sınıf mücadelesi gündeminin arkaya düşmesine yani perdelenmesine yol açıyorlardı. Kürt sorununa da bir çözüm bulunsun da nasıl bulacaklarsa bulsunlar devrimci hareket artık o yükü sırtında taşımaktan kurtulsun.

Devrimci hareketin içine düştüğü garip durumda şu oldu; bir avuç kalmış kitlesini herkes yedeklemeye çalışıyor. Bunlar, ABD’de duran Fetullah Gülen hoca efendiden tutalım, AKP’sine kadar, kemalist hareketinden, alevi hareketinden, Kürt milliyetçi hareketine kadar olan geniş bir çevre devrimci hareketi yedeklemeye çalışıyor. Bunlar inanılmaz şeyler değil, hep karşılaştığımız şeylerdir. Ne diyelim ? başsız kalanın, başarısız kalanın, bağımsızlığını koruyamayanın, önder olamayanın, hep başkalarının yedek gücü olanın sonu böyle olur.

Tekrar başa Taksim olaylarının değerlendirmesine dönersek, Marksist hareket kendi arasında birliği sağlamalı ve bu tür olaylara öncülük etmelidir. Bu hareketler başlamadan önce ön hazırlık niteliğinde, çadır, uyku tulumu, mat, yiyecek, içecek, ilaç, gaz maskesi, baret ve devletin saldırılarından korumayı sağlayacak araçlar gibi burada hepsini sayamadığımız ihtiyaçları hazırlamalıdırlar. Halk hareketinin başına geçip önderlik etmelidirler.

Bizim beğenmediğimiz, yıllar öncesinden nerdeyse çökecek dediğimiz devlet bile her ilde, her ilçede afet-kriz merkezleri kurdu ve deprem-afet durumlarında ihtiyaç olacak şeyleri stokladı. Hepimizin bildiği gibi Marmara depreminde çok can kaybettik ve çok büyük bir yıkımla karşılaştık. İşte o depremin ardından, Valilikler, kaymakamlıklar afet-deprem-kriz merkezleri kurdular. Bu merkezlerde olabilecek afet-deprem gibi olaylarda kullanılacak her türlü malzemelerini stokladılar. Bununla da kalmadılar devlet memuru olan kişilere de depremde ne yapacağına dair tek tek görevler verdiler, kurslar düzenlediler. Kimin hangi işi yapacağı, kimin hangi malzemeyi kullanacağı ortaya konuldu. Bunlar ekip-ekip organize edildi ve başlarında olacak olan sorumlular tayin edildi ve bu grup elemanlarının dökümleri krokiler haline getirip resmi dairelerde duvarlara asıldı.

Devrimci harekette illerde, ilçelerde Taksim Gezi parkıyla başlayan halk hareketinin gelecekte tekrar ortaya çıkması durumlarında, nelere ihtiyacı olabileceğini belirlemeli ve bunları bir yerlerde stoklamalıdır. Kadrolarını da eğitmelidirler. Kimin ne yapacağı, kimin, kimin inisiyatifi altında çalışacağı, kimlerin grup sorumluları olacakları, grupların ne yapacakları belirlenmelidir.

Devrim ve karşı-devrim mücadelelerinde işçi sınıfını merkeze almak, diğer halk sınıf ve tabakalarını işçi sınıfının etrafında toplamak gerekir. Devrimde sınıfların mevzilenmesinde şehir ve kır küçük burjuvazisinin proletaryanın etrafında toplamak, toplanamayan kesimleri tarafsızlaştırmak gerekir. Eğer Burjuvazinin ve proletaryanın dışında kalan orta katmanların bir bölümü devrimin karşısında olursa bunlar ilerleme halinde olan devrim tarafından ezilmelidir. Devrim saflarında yer alan veya tarafsız kalan bu orta katmanların mülkiyet ilişkilerine, üretim ilişkilerine dokunulmamalı, ekonomik çıkarları devrimle birlikte korunmalıdır. Birliğin kurulması ve sürdürülmesi için bunlar gerekli şeylerdir. Bu aynı zamanda proletaryanın müttefikleriyle birleşmesi içinde ön koşuldur.

Eğer Marksist hareket iktidarı alırda şehir-kır küçük ve orta burjuvazisini ortadan kaldırmak isterse gene kuvvet kullanma yollarına gitmemelidir. Küçük ve orta mülkiyeti ortadan kaldırmak ve kolektif üretime geçmek için daha yumuşak ve o kesimi ikna ederek, ya da örnek pilot bölgeler kurarak hayata geçirmelidir. Ya da yumuşak geçiş konusunda orta ve uzun vadeli bir program hayata geçirmelidir. Bu bekli de bu konuda tek doğru çalışmayı yapmış olan Arnavutluk’un kırsal üretimin kolektivizasyonunu örnek alabiliriz. Burada köylü halk kitlelerinin onayı ve gönüllüğünü esas alınarak kolektivizasyon yapılmıştır. Stalin, kır küçük ve orta burjuvazisini zor kullanarak tasfiye edip kolektivizasyona gitti. Pol-Pot’ta şehir küçük ve orta burjuvazisini ezerek kırda koletivizasyona gitti. Bu hareketlerin her ikisi de bir aşırılıktır. Bu nedenle belki de Stalin deneylerinden dersler çıkarmış ve kendiside stalinist olan Arnavutluk Stalin’in hatasına düşmemiş oldu. Mümkün olduğu kadar toplumun dokusunu, Burjuvaziye, Emperyalizme ve Faşizme karşı mücadeleler dışında kuvvet kullanarak değiştirmeye çalışmamalıyız. İşçi sınıfının yanında olması gereken halk sınıf ve tabakalarla aramızda toplumsal bir mutabakat oluşturmalı ve sürdürmeye çalışmalıyız.

Devrimci hareket, doğaya, doğal yaşama sahip çıkan hareketlere de önderlik etmelidir. Bunların taleplerine kendi programlarında yer vermeli pratiğiyle de savunmalıdır. Kadın hareketi, gençlik hareketi yaratmada ve onların konularında ilerlemeleri için çaba sarfetmelidir.

Geleceği ve iktidar değişikliğini asıl tayin edecek olan işçi sınıfı, mücadelenin merkezinde olmalı ve diğer halk sınıf ve katmanlarının kendi etrafında olmasını sağlamalıdır. Hasılı devrim hareketi de çok yönlü konuları sahiplenen, içinde barındıran, iyiye, güzele götüren bir konumda olmalıdır.

Devrimci hareket, Anadolu’da yaşayan bütün, etnik, kültürel, inançsal, sosyal olan toplulukların demokratik hak ve özgürlüklerini desteklemeli ve gereğinde bu mücadelelere önderlik edebilmelidir. Bu konuda, Marksist teori yeteri kadar açıktır, önemli olan onu bilince çıkarıp uygulamaktır.

Geçmişi değerlendirirken tabulara takılıp kalınmamalıdır. Yıkılan reel sosyalist sisteminde, 68-78 kuşağının da, nerede hata yaptığı konusunda ne gerekiyorsa söylenmelidir. Bunlar bizi geriletmez, aksine ilerletir. Bugünlerde de nasıl hatalar yaptığımızı tartışmalı ve gelecekte o hatalara düşmememiz gerektiğini bilince çıkarmalıyız.. Yöntemimiz bilimdir, bilimsel sosyalizmdir. Bütün tarihi ve güncel olayları, bilimin süzgecinden geçirerek açıklarız.

Sonuç olarak:

Marksist hareket, bağımsızlığını korunmalıdır.
Marksist hareket, kadrolarını eğitmelidir.
Marksist hareket, birliğini sağlamalıdır.
Marksist hareket, dayanışmayı örgütlemelidir.
Marksist hareket, genel eğitime ağırlık vermelidir.
Marksist hareket, kendisini yenilemeyi başarmalıdır.
Marksist hareket, toplumsal olaylarda ihtiyaç olabilecek malzemeleri stoklamalıdır.
Marksist hareket, toplumsal olaylara önderlik etmelidir.
Marksist hareket, başkalarının yedek gücü olmamalıdır.
Marksist hareket, gençliğe, kadınlara daha fazla sorumluluk alanı vermelidir.
Marksist hareket, iktidar alternatifi olmalıdır.

15 / Haziran / 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder